ON THE ROCKS: Hurdahaş Eden Nesnellik, Sürgüne Yollayan Öznellik

2003 yapımı Lost in Translation (Bir Konuşabilse) filminden sonra tekrar bir araya gelen Sofia Coppola ve Bill Murray, On the Rocks (2020) ile baştan aşağı öznellik ve nesnellik unsurlarının çatışmasını sergiliyor. Bill Murray’nin canlandırdığı Felix karakteri öznellik düzleminde karşımıza çıkarken Rashida Jones’un canlandırdığı Laura karakteri ise nesnel duruş olarak filmdeki yerini alıyor. Bu noktada “öznellik” ve “nesnellik” unsurlarını kişileştirdiğimizi söylememiz yerinde olacaktır. Ancak Coppola bu sefer filminde sadece iki ana karakter kullanmakla yetinmemiş, filmin bir de gizli öznesi var: O da şehrin kendisi. Filmi bu şekilde karakterize edecek olursak bu üç karakter üzerinden ilerlememiz doğru olacaktır.

Apple‘ın yayın (streaming) platformu için yapımcılığını A24’ün üstlendiği On the Rocks, doğrudan ve çok fazla sayıda kişiye hitap edebilen bir film. Bu da filmin anlatısının klasik bir senaryo etrafında döndüğünü hissettiriyor ancak senaryo zekice olduğu kadar anlaşılabilir derecede temiz bir şekilde de kaleme alındığı için, normatif bir kurgunun varlığına işaret ediyor. Normatif kurgu yapısı ise filmin ritmini daha kalıcı bir hale getiriyor, anlatı genel çerçeve ile basit gibi gözükse de bu ritim sayesinde onun entelektüel ayrışmasına varabiliyoruz.

Beyaz Sayfa Sendromu

Yazarlık yapan Laura, sanatsal dışavurumun tatsız aşamalarından olan beyaz sayfa sendromunu hem işi hem de özel hayatı üzerinden doğrudan yaşayan ve yansıtan bir karakter. Bir anlamda mükemmeliyetçi anlayışa da uygun düşen bu sendrom, Laura’nın hayatına babası Felix girene kadar dolaylı olarak varlığını gösteriyor ya da seyirci olarak bu şekilde hissediyoruz. Böylece biz de Felix ile tanıştıktan sonra, Laura özelinde “mükemmellik” anlayışı artık tamamlanması imkânsız hale gelen bir oluş olarak karşımıza çıkıyor.

Laura yazarlık açısından kendi işlerinin arasından sıyrılamazken aynı zamanda aile bağlarında da karmaşık bir durumun içine sürüklenir. Bu şekilde yavaş yavaş hayatıyla ilgili kontrolü elinden kaybeden bu karakter, artık kendine olan güvenini kaybetmenin doruk noktasına ulaşır. Coppola sinemasının On the Rocks ile olgunlaştığını rahatlıkla görebiliriz. Yönetmen bu filmdeki anlatısıyla sadece bildikleri üzerine doğrudan dikkat çekmiyor aynı zamanda bildiklerine dair sorular da soruyor ve bu açıdan düşündürüyor.

Nesnelerin Proliferasyonu

On the Rocks’da “şeylerin” yani nesnesel tüketimlerin yapıbozumuyla karşılaşırız. Bu da filmin dilsel sınırlarını genişletir. Bunu biraz daha açmak gerekirse Coppola’nın Laura’nın günlük hayatından, aile yapısından, babasıyla olan ilişkisinden beslendiğini, dolayısıyla kendi yarattığı hayali karakterden topladığı fenomenolojik kırıntıları anlatısına dahil ettiğini söyleyebiliriz. Bunlar nesnesel beslenmedir ancak bu beslenme genelde filmde bizzat oynayan karakterler arasında gerçekleşirken bu sefer tamamen Coppola’nın tekelinde olması filme özgün bir yapı kazandırır. Bütün film boyunca ipler hiçbir şekilde ne Laura ne de Felix’in elindedir. Başlangıçta iplerin Felix’in elinde olduğunun hissettirilmesi bile yönetmenin kendi yarattığı nesnesel tüketimin bir yansımasıdır. Bu bağlamda filmdeki iki ana karakter de hiçbir şekilde hikâyenin doğrudan anlatıcısı değildir.  

Laura’nın diyalogları ise hiçbir zaman Laura karakterini anlayabilmek için yeterli olmaz. Bu yüzden aktarılan olay basit olsa da senaryoya karakter odaklı bakacak olursak iki temel karakterin de evren içinde kendi yarattıkları evrenlerin ne kadar bilinmezliklerle dolu olduğunu görmek zor değil. Soyut düşüncelerin somut imgesini yüklenmek ise New York şehrinin kendisine bırakılıyor. Temel olarak 2-3 mekânda geçen anlatıda mekanlar arasında geçiş olarak kullanılan New York sokakları bir labirentin içinde sıkışmışlık havası veriyor. Filmin anlatısında karakterler üzerinde kendiliğinden oluşan soyut labirent yapısına şehrin somut labirent yapısı eklenince film baştan sona merakla takip edilen bir nesneye dönüşüyor. Senaryonun hayata dair sorgulayıcı temel sorunları açığa vurmasıyla da bu merak edilen nesne kendi seviyesini yükseltiyor.

Karakterler arasında öznel ve nesnel dışavurumun varlığı ise kameranın karakterler üzerinde ilerleme şekliyle belirginleşiyor. Bu da bizi sürekli olarak hikayedeki arzu nesnesine yönlendiriyor. Farkında olmadan Felix tarafından yaratılan ve Laura tarafından ise törpülenen bu arzu nesnesi hikâyenin ilerlemesinde en büyük yardımcı etken. On the Rocks’ın kimliğini henüz bulamamış bir kadın karakter üzerinden hikayesini direkt olarak, çok temiz bir şekilde aktardığını söyleyebiliriz. Alışılmış bir hikâyenin alışılmamış diyalogları çerçevesinde her izleyici kitlesini düşündürecek olan bu filmde emin olun ki Woody Allen’ın şaşalı New York’una hiç rastlamayacaksınız. Bir bakıma buradaki New York da tıpkı Laura gibi kimliği henüz olgunlaşmamış, ham bir New York.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın