DENİZE AÇILAN PENCERE ve Yazarın İç Dünyasından Esintiler

2020 yılının sonuna doğru yaklaşırken festivaller hız kesmeden devam ediyor. Dünyanın her yerinden gelen bu tarz festival haberlerini tabii ki müthiş bir sevinçle ve heyecanla karşılıyoruz her zaman. Zira vakaların kötüleşmesi, sinemaya gidememek, dışarı çıkamamak, arkadaşlarımızı görememek bizi evlerimizde kendi yalnızlığımızın içerisinde bir sarmal haline getirdi, adeta kendi kozamıza kapandık. Bu sürecin sonucunda o içe kapanılan vakti çok iyi değerlendirmiş bir şekilde, kendimizi daha iyi tanıyarak, kendimizi dinlemeyi daha iyi öğrenmiş bireyler olarak çıkacağımıza tüm gücümüzle inanıyoruz. Film festivalleri de bu süreçte bizi biraz daha fazla düşünmeye ve hissetmeye iten güzel yoldaşlar oldular, bu açıdan bizlere olan yardımları kesinlikle tartışılmaz. Birlikte film izleyemesek de dünyanın çeşitli yerlerinden pek çok insanın aynı anda ekranları başında bu filmleri izlediğini bilmek, geleceğe dair güç ve de umut veriyor. Umarız ki yeni yıl hepimize çok daha sosyal, mutlu, umutlu ve de korkudan uzak zamanlar getirir. Zira gördük ki sürekli endişeli olmamıza sebebiyet verecek koşullarda yaşamak hiç de kolay değil.

Bu şekilde paylaşım temelli bir girizgâh yaptıktan sonra gelelim yeni İstanbul Film Festivali seçkisine. Yine aynı şekilde filmonline.iksv.org adresinden izleyebildiğimiz film festivali bize on film sunuyor. Bu yazımızda festival filmlerinden bir tanesi olan, Miguel Ángel Jiménez’in yönetmenliğini yaptığı Denize Açılan Pencere’yi (Una Ventana Al Mar, 2019) inceleyeceğiz. İspanya’da ve de Yunanistan’da geçen film orta yaşlarını süren bir kadın olan Maria’ya (Emma Suárez) odaklanıyor. Maria daha filmin en başında kolon kanseri olduğunu öğrenir ve kemoterapi görmesi gerekmektedir. Üç kişilik bir arkadaş grubu olan Maria önce birlikte gidecekleri Yunanistan tatili planlarını iptal eder ancak bir anda bu arkadaş grubunu Yunanistan’da turist konumunda görürüz. Maria Yunanistan’ın havasında, denizinde, yapılarında kendine ait belki de kendinden çok uzak ancak ihtiyaç duyduğu bir şeyler bulur. Tatilleri bitmiş olsa da Maria Yunanistan’da kalmak ister, arkadaşlarını ve de her şeyden önce oğlunu karşısına alır. Çünkü oğlu da arkadaşları da bir an önce İspanya’ya dönüp tedaviye devam etmesini istemektedir.

Bağ Kurmak ve Ölüme Kafa Tutmak Üzerine

Henüz tüm arkadaş grubu Yunanistan’dayken bir şey olur: Gezintiye çıkılacağı sırada vapur kaçırılır ve karşıdaki adaya gitmek için bir tekne ihtiyacı doğar. O sırada böyle bir tekne görür kadınlar ve tekneyi de Stefanos (Akilas Karazisis) adında huysuz ve kaba görünümlü bir adamın kullandığını öğrenirler.  Stefanos’un İspanyolcası da vardır. Maria Yunanistan’da tek kaldıktan sonra kafasını dinlemeye çalışır ve tek başına gezilerine devam eder. Sık sık Stefanos ile karşılaşır, birlikte gezmeye, içmeye, denize açılmaya başlarlar. Kısa zamanda aralarında bir şeyler gelişir. Çünkü Maria kendince geçkin yaşı sebebiyle hiç umut beslemiyor olsa da bir aşka, başını dayayacağı bir omza, bir erkeğin sıcaklığına ve İspanya’dan, kanserinden, ölümden uzaklaşmaya ihtiyaç duyar. Bunun için gencecik yaştaki insanların sahip olduğu yaşam enerjisine, aşka, heyecana ve de tutkuya kucak açar, ölüme kafa tutar.

Maria, Stefanos’a kanser olduğunu söylemez, belirtilerin artmış olmasına rağmen Yunanistan’dan ayrılmamak için direnir. Teknede Stefanos ile birlikte yaşamaya başlayan Maria bir gün ansızın terk edilir: Stefanos ortadan kaybolmuştur. Stefanos’u bulmak için onun evine giden Maria sarhoş bir adam bulur yıkık dökük evde ve Stefanos onu çok sert bir biçimde kovar. Bunun üzerine Maria sokakta bayılır ve hastaneye kaldırılır. Kanser çok ilerlemiştir ve kurtuluş şansı neredeyse sıfırdır. Stefanos böylelikle gerçekleri öğrenir ve kendi hayat hikayesini, Maria’yı neden o şekilde kovduğunu anlatır.

Seneler önce Stefanos oğlu ve de çok sevdiği eşini bir kazada kaybetmiştir: Sarhoş bir turist motoruyla onlara çarpmıştır. O zamandan beri teknede yaşayan Stefanos, görünen o ki hayatına yeni bir kadının girmesiyle korkularıyla başa çıkamaz hale gelmiştir. Bu noktada film biraz klişeleşmeye başlıyor açıkçası. Geçmişten kalma yaralar, bu sebepten yeni aşkı olması gerektiği gibi kabullenemeyen bireyler, kanser, ölüm teması, hayatının aşkını o ölmeden yalnızca birkaç hafta önce bulmak gibi konular biraz alışılagelmiş ve de beylik temalar gibi görünüyor göze.

Yine de Maria ile Stefanos’un arasındaki naif aşkın yansıtılış tarzı filmi biraz daha izlenebilir kılıyor. Onun dışında film maalesef bilindik konuları hafifçe farklı bir biçimde ele alıyor olmasıyla sinemaya çok da bir yenilik katamıyor. Ayrıca maalesef ki yer yer gerçekçiliğini de kaybediyor film. Filmin sonunda annesinin öleceğini öğrenen Imanol (Gaizka Ugarte) duruma haliyle tepki gösteriyor. Anne ile oğlunun son vedası, Stefanos’un Maria ile son anlarında ilgilenişi vb. gibi sahneler filmi biraz “iç daraltıcı” bir mertebeye sürüklüyor. Maria’nın ölüm anının ağdalı bir biçimde gösterilmemiş oluşu maalesef bu durumu pek de hafifletmiyor.

Klişe mi Yoksa İlham Verici Bir Yaşam Hikâyesi mi

Filmin tam olarak vermek istediği mesaj “en güzel tedavi kalbini sevgiyle doldurabildiğin yerdedir, daha az yaşa ama mutlu yaşa” şeklinde mottolar mı bilemiyoruz. Bunların dışında “gençlik güzeldir, ama aşk her yaşta can verir” gibi şeyler de söylüyor olabilir film. Belli ve keskin bir mesajı zorla izleyicisine iletmeye çalışan filmleri sevmesek de Denize Açılan Pencere gibi biraz dağınık ve adeta “her yerde” olan filmler de izleyiciye belli bir duyguyu iletmekte zorlanıyor gibi görünüyor maalesef. Sonuç olarak film bittiğinde geriye dönüp bakıyoruz ve “Ben ne izledim az önce?” sorusunun cevabı “ölmek üzere olan bir kadının son haftaları” gibi bir cümle oluyor. Düşüncemizse sinemanın bundan çok daha güçlü bir sesinin olduğu ve doğru yapıldığı zaman bundan çok daha fazlasını izleyicisine verebileceği.

Denize Açılan Pencere hiçbir yerde çok aşırıya kaçmayan bir melodram. Az oyunculu, çoğu konuda minimalist, sessiz sakin ve de bağırmayan bir film. Kesinlikle “mutlaka görülecekler” listesinde değil, ancak güzel vakit geçirip Yunanistan sokaklarında dolaşmak, biraz deniz koklamak istiyorsanız izlenebilecek, sakin, Yunanistan tatili gibi bir film. Tabii filmin sonundaki anne-oğul vedası ve kayıp teması bu “güzel vakit” kapsamına girmiyor maalesef, dolayısıyla filmin başlarında gözünüz gönlünüz açılırken, filmi biraz “içiniz şişmiş” olarak kapatıyorsunuz.

Yine de az önce bahsettiğimiz öge ve temalardan birisi bile ilginizi çekiyorsa, bizce izleyin bu filmi. Belki kişisel bir saptama olacak ama, özellikle bu sene, içinde bulunduğumuz koşullar altında insanı daha az geren, farklı yerlere götüren, adeta bir serüven tadında olan filmleri tercih ediyorum. Önceden izlemiş olduğum filmleri daha da ayrıntılı deşiyorum. Başka türlü filmler ister istemez beni itiyor. İçinde az da olsa umut, hayatın devamlılığı gibi şeyler içeren filmleriyse daha bir bağrıma basıyorum sanki. Denize Açılan Pencere, filme neresinden baktığınıza bağlı olarak bu kapsama girebilir belki de sizin için: Sonucu belli olmayan karanlık hastane odaları yerine ışığı, güneşi, aşkı seçen bir kadının hikâyesi.

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın