Dial M for Movie – Temmuz 2021 Seçkisi

Yazın bu sıcak günlerinde Temmuz seçkimizle karşınızdayız. On filmlik seçkideki her filmin sizi serinleteceğini söylemek isterdik ancak bazıları tam tersi bir etki de yapabilir, kesin olan tek şey bu seçkinin de yine sinema sevgisiyle ortaya çıkmış olduğu. Bu ay da oldukça farklı filmleri bir araya getirdiğimizi düşünüyor ve umuyoruz, içlerinden daha önce hiç duymadığınız ama yazdıklarımız veya paylaştığımız görseller sayesinde ilginizi çeken bir veya birkaç film çıkarsa ne mutlu bize. Filmler her zamanki gibi, baştaki artikeller yok sayılarak adlarına göre alfabetik sıralanmıştır. Bol filmli günler!

And Then There Were None (Ece Mercan Yüksel)

İngiliz yazar Agatha Christie’nin 1939 yılında ilk kez Ten Little Niggers (On Küçük Zenci) adıyla basılan, akabinde kitapta geçen şarkının son dizesi olan And Then There Were None’ı (Ve Hiçbiri Kalmadı) adına katan, en sonunda da ilk basımın üzerinden seneler geçmesiyle Ten Little Indians adını alan -muhtemelen “nigger” sözcüğü yasaklı bir kelime sayılmaya başlandığı için- kitabından uyarlanan And Then There Were None (Müthiş Şüphe: On Küçük Zenci) 1945 yapımı bir René Clair filmi. Clair bu “whodunnit” öyküsünü temposu hiç düşmeyen bir anlatımla aktarmayı başarmış. Filmdeki gizem hissi ve merak uyandırıcılık, filmin son dakikasına kadar hiç dinmiyor.

İzleyicinin tabiri caizse koltuğunun ucunda oturmasına sebep olan bu yapımı kısaca şöyle aktaralım: Yedi misafir gizemli bir ev sahibi tarafından izole edilmiş bir adadaki malikâneye konuk edilir. Bu gizemli ev sahibi kendisini göstermez, ancak sesini duyurur. Konuklar anlar ki kendileri bu adaya suçlarının cezasını çekmek için getirilmişlerdir, zira hepsi birilerinin ölümüne sebep olmuşlardır. Zaman geçtikçe konuklar birer birer ölmeye başlar ve bu durum salonda, her bir kimse öldükçe ortadan kaybolan heykelciklerle sembolize edilir.

İzleyicinin zihnini her daim aktif tutan filmde karakterlerin portreleri de filmin süresi el verdiği kadar iyi çizilmiş. Filmdeki karakterlerin birer birer nasıl öleceği filmde -aslen kitapta- geçen bir şarkıyla daha filmin en başından anlatılıyor. Bu da filme gülünç ve hatta merak uyandırıcı bir hava katıyor. Konu ve cinayetler her ne kadar korkunç olsa da bu tarz noktalar filmin acımasız yanını yumuşatmaya yarıyor. İzlemek isteyen olursa diye bir de şunu ekleyelim: Romanın 2015 yılında BBC One tarafından aynı isimle yayınlanan bir de mini dizisi mevcut.

Brazil (H. Necmi Öztürk)

Şüphesiz Monty Python (1969-1974) ekibi ile olan ortak çalışmalarının da katkısıyla, sonraki yıllarda başladığı yönetmenlik kariyerinde sinemanın oldukça ayrıksı (ve aykırı) bir noktasında durduğunu neredeyse her filmiyle kanıtlayan Terry Gilliam’ın 1985 tarihli Brazil filmi de bir istisna değil. Üstelik yönetmenin filmografisinde iki ayrı üçlemenin bir parçası olma özelliğini de koruyor. İlki Trilogy of Imagination: Time Bandits (1981), Brazil (1985) ve The Adventures of Baron Munchausen (1988). İkincisi de elbette daha çok bilinen Distopya Üçlemesi: Brazil (1985), 12 Monkeys (1995) ve The Zero Theorem (2013). Imagination üçlemesi de güzel filmlerden oluşuyor elbette ancak özellikle Distopya üçlemesini ne yapıp edip izleyin deriz.

Hayatımda izlediğim en karanlık bitişlerden birine sahip olan Brazil, distopik bir evrende, insanların sürekli kontrol altında tutulduğu ve bürokrasinin “herşey” demek olduğu, “yukarıdan” gelen, çoğunlukla makinelerin tuttuğu raporlar nedeniyle herhangi bir insanın hayatının kolaylıkla mahvolabileceği bir gelecekte geçiyor. Rüya sekansları kesinlikle muhteşem, Gilliam’ın ayrıntı çılgınlığı da mükemmel bir sonuç çıkartmış zira kullanılan tuhaf arabalar, evlerin iç dizaynları, ofislerdeki ve gündelik hayattaki nesneler kesinlikle ayrı bir çalışma konusu.

Filmin standart Hollywood yapısına olan aykırı duruşu nedeniyle gösterime girmesi, üstelik de Gilliam’ın istediği versiyonuyla gösterime girmesi süreci de son derece meşakkatli olmuş, tabii ne mutlu ki şimdi bu geçmişte kalan mücadeleye bakıp gülebiliyoruz. Terry Gilliam TV programlarında, Hollywood kulislerinde, Southern California Üniversitesi özel gösteriminde vs. hep stüdyo yöneticisi Sid Sheinberg ile açıkça mücadele etmiş ve bir şekilde kendi versiyonunu genel gösterime sokmayı başarmıştır.

Oyunculardan bahsetmeye gerek var mı bilmiyorum, demek istediğim zaten inanılmaz bir kadro söz konusu, düşünün ki başroldeki Jonathan Pryce’a Robert De Niro, Ian Holm, Bob Hoskins ve Jim Broadbent gibi efsaneleşmiş isimler “yan rollerde” (!) eşlik ediyorlar. Gilliam’ın Monty Python arkadaşı Michael Palin’i de unutmadan tabii. Sözü daha fazla uzatmadan Brazil’i mutlaka izlemeniz gerektiğini söyleyelim, özellikle de distopik filmleri veya bilim kurgu türünü seviyorsanız. Gilliam’ın Brazil’inin her iki türe de taze bir nefes getirdiğini de ekleyelim.

Byzantium (H. Necmi Öztürk)

Vampir temalı filmleri sevseniz de sevmeseniz de, yönetmenin film duyumu sayesinde size kaliteli bir seyir deneyimi sunmakta hiç zorlanmayan bir yapım Byzantium. Ancak vampir filmlerini seviyorsanız daha da iyi zira yönetmen koltuğunda oturan isim, neredeyse ilk filminden itibaren kurtlar, kurt adamlar (Company of Wolves), hayaletler (High Spirits) vampirler (Interview with the Vampire), deniz kızları (Ondine) ve başka doğaüstü canlıları ele alan, üstad Neil Jordan. Öte yandan Mona Lisa, The Crying Game, Michael Collins ve The Brave One gibi, son derece gerçekçi ve hayatın içinden, ağır konuları da başarıyla beyazperdeye yansıtabiliyor Jordan, ki bu da çektiği filmin duruşu ne olursa olsun, çok önemli bir artı.

Vampir temalı filmlerde genel olarak iki eğilim bulunuyor diyebiliriz, “vampir olmak ne güzel” temalı, daha çok kan, cinayet, vampirlerin süper güçleri ve eğlence üzerine kurulu filmler, bir de vampir olmanın getirdiği varoluşsal sorunlara eğilen, felsefi bir duruşu olan yapımlar. Byzantium ikinci sınıfa giren bir film, tabii bu filmde pek kan görmediğimiz anlamına gelmiyor, hatta özellikle deniz kıyısındaki bir sahnede, istemeyeceğiniz kadar kan görebilirsiniz. Ancak belli bir ağırlığı olan, vampirlere maruz kalanların gözünden değil de, vampirlerin gözünden anlatılan bir öykü söz konusu. Yine Jordan’ın önceki filmi Vampirle Görüşme gibi aslında, orada eğlence faktörü çok daha baskındı ancak filmin adındaki “interview / röportaj” sözcüğünün de belirttiği gibi, amaç olaylara bir vampirin gözünden bakmaktı.

Ağırbaşlı vampir filmlerini seviyorsanız şiddetle öneririz, özellikle Eleanor Webb rolündeki Saoirse Ronan’ı izlemek çok keyifli, Gemma Arterton da iyi bir oyunculuk sergiliyor ancak Clara karakteri için biçilmiş kaftan olup olmadığı tartışılır. Jordan belki de böyle bir tezatlığı ekrana taşımak ve kafamızı biraz karıştırmak istemiş olabilir tabii. Sonuç olarak konuyla ilgiliyseniz merakınızı her daim ayakta tutacak bir 118 dakika sizleri bekliyor.

La Cabina (H. Necmi Öztürk)

2018 yılında, 82 yaşında aramızdan ayrılan ve ardında birçok ödüllü film ve TV dizisi bırakan İspanyol yönetmen Antonio Mercero’nun 1972’de İspanyol Televizyonu’nda yayımlanan 35 dakikalık filmi La Cabina (Telefon Kulübesi), inanılmaz çekiciliği bulunan bir kısa film. Çekiciliği hem basitliğinde, hem de bu basit başlangıç sonrasında sistemli bir şekilde, adım adım büründüğü karanlıkta yatıyor. Film kısaca, telefon etmek için girdiği kırmızı, şık bir telefon kulübesinde kilitli kalan, mahallelilerin ve gelen geçen insanların, hatta polisin bile yardımları sonrasında dışarı bir türlü çıkamayan bir adamın başından geçenleri anlatıyor. Basit bir önermeyi insanlığın en ilkel güdülerine, insan psikolojisine ve medeniyetin yazılı olmayan kurallarının bazı durumlarda ne kadar saçma olabileceği gerçeğine amansızca bağlamayı başaran yapım, en hafif tabiriyle büyüleyici ve türler ötesi.

“Türler ötesi” nitelemesini kullandım çünkü filmin sinopsisi, birçok türe rahatlıkla uyarlanabilir: Korku, gerilim, bilim kurgu ve tabii ki komedi. Ne var ki La Cabina, bu dört türden hiçbirine girmemeyi, üstelik hem hepsinin karışımı olmayı, hem de bir anlamda hepsinin üstünde durmayı başarıyor. Gündelik hayatın sıradanlığını seyirciyi içine çekmek için yem gibi kullanan yapım bu sıradanlıktan aynı zamanda anlatısının yaratabileceği dehşeti yavaşlatmak için de faydalanıyor. Zira gözlerimizi daha önce hiç bulunmadığımız bir odada açsak ve orada kilitli bırakıldığımızın farkına varsak, tek amacımız oradan çıkmak olur, ne pahasına olursa olsun. Ne var ki insanlarla dolu bir parkın ortasında camekanlı bir telefon kulübesinde kilitli kalınca, ister istemez olayın komik tarafına (en azından bir süre) eğilir, içine düştüğümüz durumu çok önemsemeyiz. Hemen camı kırmaya da kalkışmayız, “medeni bir insana yakışmaz” sonuçta. Beklemeye başlarız, “birileri gelir mutlaka” deriz, “dağ başı değil ya burası”.

İşte La Cabina tüm bu doğal, insani duyguları, “medeni” tepkileri seyirciye sunarak onları meşru hale getirirken, yavaşça tüm bu doğal ve medeni görünen tepkilerin hayatın gerçekleri karşısında aslında ne kadar boş, ne kadar saf ve hatta alık kaldığını suratımıza tokat gibi çarpıyor. Bu tuhaf ve hipnotize edici filme 35 dakikanızı mutlaka ayırın, hatta bu bağlantıdan hemen izleyebilirsiniz, İspanyol Televizyonu RTVE filmi olduğu gibi kendi YouTube kanalına yüklemiş. Film İspanyolca ancak emin olun zaten çok az olan replikleri anlamak için İspanyolca’ya ihtiyacınız olmayacak. Şimdiden iyi seyirler.

Un couteau dans le cœur (Burcu Meltem Tohum)

Un couteau dans le cœur (Knife + Heart) oldukça cüretkâr bir yapım. Film içinde film yapısıyla da dikkat çeken Un couteau dans le cœur, uçsuz bucaksız bir aşk krizini ele alırken, simge olarak bıçağı kullanıyor. Vahşice bir öldürülme hikayesine fantastik bir perde de indiren film, konusuna göre korku türünün nostaljik öğelerini kullansa da fütüristtik yapısı onu her zaman ele veriyor. Yann Gonzalez, bu yapıyla hayal gücüne gönderme yapmaya dayalı imgelerden de faydalanıyor. Film bu şekilde izleyiciyi rüya gibi bir evrenin içine sokuyor. Bunu alıştırarak değil de doğrudan filmin başlangıcında yapan yönetmen, kullandığı öğelerin referanslarını saf duygulardan alsa da görsel olarak açgözlü bir şehvetin içine düşen imgelerle boğuşturuyor.

Un couteau dans le cœur’den bahsederken Giallo, Franju gibi kavram ve isimleri anabilir veyahut filmi lirik bir porno olarak adlandırabiliriz ancak film bu nitelemelerin hepsinden payını alıyor. Walerian Borowczyk için erotik olanda erdemin arka planı nasıl önemliyse, Yann Gonzalez’de ise erotik olanın pornografik yanı kendini oldukça yukarı çekiyor. Seyirciyi hipnotik bir vahşetin baskısı altına alan film bir anlamda atalarından kalan mitolojik öğeleri de kullanıyor. Bu da filmin gizemini ve potansiyel kült yapısına gönderme yapıyor.

Yönetmenin inşa ettiği karakterlerin biçimi gücünü bir nevi romantik bir canavardan alıyor. Karakterlerin kendi içlerinde duymuş olduğu ezici arzu durumları onları dokunaklı kılmak için hazır kompozisyonlar sunuyor. Bu da filmdeki hikâyeden ziyade dikkatimizi karakterlere vermemizi sağlıyor. Yer yer filmdeki bazı öğeler bir nevi parodi olarak da değerlendirilebilir. Un couteau dans le cœur bunun için açık bir kapı bırakıyor. Yine de filmi izlerken hikâyenin şehvetli bir aşk anlatısına dayandığını unutmak hayli zor.

Inside Out (Ece Mercan Yüksel)

Inside Out (Ters Yüz, 2015) Pixar ve Disney iş birliğiyle hazırlanan bir Amerikan animasyon filmi olmakla birlikte bir çocuğun büyüme hikâyesi olma özelliğini taşıyor. Animasyonun kahramanı olan Riley’nin ailesi çok sevdikleri evlerinden ve şehirlerinden ayrılmak, San Francisco’ya taşınmak zorunda kalırlar. Animasyonda Riley başta olmak üzere kahramanların zihinlerinin içlerini görürüz. Öyle ki herkesin zihninde bir kumanda odası vardır ve Neşe (Joy), Hüzün (Sadness), Korku (Fear), Öfke (Anger) ve de Tiksinti (Disgust) bu kumanda odasını yani o insanı yönetmektedir. Direksiyonu kimi zaman Öfke, kimi zamansa Neşe alır.

En önemli ve kuvvetli duyguları yaşatan anılar belleğe kuvvetlice kazınır ve orada bir inci misali parlar, kalıcılıkları netleşir. Taşındıklarında Riley kendisini çok yalnız ve üzgün hissetmeye başlar. Neşe kontrolü her ne kadar kaybetmemeye ve pozitife odaklanmaya, Riley’i doğru davranışa doğru sürüklemeye çalışsa da kumanda odasında işler yolunda gitmez ve Riley sonsuza dek üzgün ve de umutsuz kalma tehlikesiyle baş başa kalır. Neşe ve Hüzün ise onu kurtarmak için bir şeyler yapmak zorundadır.

Inside Out hem komik hem de yer yer oldukça duygusal olabilen, her yaşa uygun bir yapım. Hep neşeli olmaya çalışmak gibi gerçekdışı bir amaçtan vazgeçmemiz gerektiğini, hüznün ve diğer duyguların da neşe kadar geçerli ve gerekli olduğunu aşılayan, iyi anılar biriktirmemiz için bizi motive eden, hayatta neşeyle hüznün hep iç içe olduğunu gösteren, görünümüne kıyasla oldukça olgun bir animasyon. Tekrar tekrar izlenesi bir yapım, aynı zamanda güzel ve keyifli vakit geçirmek için birebir olan Inside Out’u tavsiye ediyoruz.

La nuit a dévoré le monde (Burcu Meltem Tohum)

Yalnızlığın mekanları tamamladığı şu günlerde La nuit a dévoré le monde (The Night Eats The World) tam olarak biçilmiş kaftan. Türüne göre mizah derecesinin de oldukça yüksek olduğu bu filmde dünyanın başlangıç noktasında birçok insanın yalnızlığı ile karşılaşabiliyoruz ve en önemlisi de bu yalnızlık her birimizin kimliğini tanımlıyor. Kapalı mekanlar ve izolasyonun tam anlamıyla kıyafet gibi giyildiği film her ne kadar zombi filmlerinin temalarını takip etse de bu sefer bu türden filmlerde çok sık görmediğimiz Paris’in kapılarını izleyicilere açıyor. 2008 yapımı, Francis Lawrence’ın yönetmiş olduğu I Am Legend’daki kadar kadar yoğun bir yaşam felsefesini La nuit a dévoré le monde filminde görmüyoruz ancak yine de onun mirasını taşır havada olmasını eklemeden geçmemek gerek.

Sinemada içe bakış yöntemlerine iyi bir örnek olan filmde modern insanın hem fiziksel hem de içsel olarak tecridine tanık olacaksınız. Sınırlı kamera hareketleri ise bu tecrit duygusunu oldukça canlı bir şekilde yansıttığı için hayatta kalma mücadelesini daha yakından hissedebilirsiniz. Her halükârda bu zamana gelinceye değin zombi türünde birçok iyi filmle karşılaştığımız için kuşkusuz La nuit a dévoré le monde sizin için yeterli olmayabilir ancak Paris’in kademeli olarak işlenen labirentine tanıklık etmek ve o labirentin içinden kaçma ruhuna yönelmek için yine de iyi bir tercih. Öte yandan bu kademeli görsellik, uzun ve hareketsiz çekimler ana karakterlerin ve olayların ruhunu yakalamak için de minimalist bir deneyim sunuyor. Bir bakıma filmi izlerken labirentin planı izleyicinin elindeymiş gibi bir hava da mevcut, hareketsiz sekanslar izleyici için fazlasıyla geniş alanlar açıyor.

Zombi türünün dayatılan figürlerine dair de modern bir dokunuş sunan film, popüler bir korku türünün otoriter yapısının bir nevi yeniden okuması gibi. Bu türün içinde filmi belki de iyi olarak gösterebilen ana etmen, Paris’in arka plan olarak kullanılması. Öte yandan şehir planlaması bu türden bir koşuşturma için estetik bir görüntü sunarken aynı zamanda insanların koşuşturmalarını sonuçsuz bırakmayacak derecede çok fazla açık kapı bırakıyor.

Project X (Ece Mercan Yüksel)

Nima Nourizadeh’in yönetmenliğini yaptığı Project X 2012 yapımı bir komedi filmi, aynı zamanda da bir “gençlik” portresi. Film genel anlamda bakıldığında klasik bir Amerikan filmiymiş gibi görünse de yer yer bu kalıptan sıyrılıyor. Konusundan tahmin edilebileceği üzere etrafındakiler tarafından dışlanan ve birer “kaybeden” olarak görülen üç arkadaş toplumda kendilerine bir yer açmak, sevilmek ve beğenilmek istemektedir.

Bu üç arkadaştan birinin doğum günü yaklaşmaktadır ve grubun daha girişken olan üyesi binlerce kişinin geleceği bir doğum günü partisi düzenler. En başlarda partide her şey yolunda gitse de kısa zamanda işler karışır ve her şey kaotik hâle gelir. Arkadaşlık, sevgi, büyümek gibi konuları ekstrem olaylar aracılığıyla aktaran film eğer biraz olsun gündelik koşuşturmacadan uzaklaşmak ve de eğlenmek istiyorsanız ideal.

Partiye hazırlanma süreci ve parti esnasında gerçekleşen olaylar oldukça komik ve de absürt. “Boş vakit” terimi çok sevdiğimiz bir terim değil, yine de şunu söyleyelim: Project X boş vaktinizde kendinizi yormadan izleyebileceğiniz, fazlasıyla eğlenceli bir yapım. Özellikle pandemi sürecinde hepimiz arkadaşlarımızdan, etkinliklerden ve de partilerden uzak kalmışken bu film bir nebze olsun nefes almamızı ve de eskiden bir parçası olduğumuz canlı ortamları hatırlamamızı sağlıyor. Bu açıdan kimileri için “nostaljik” ögeler barındıran yapım tekrardan dışarıdaki hayatla buluşmak için sabırsızlananlara kısa süreli bir mola imkânı tanıyor.

Summer with Monika (Burcu Meltem Tohum)

İsveçli yazar Per Anders Fogelström’ün aynı adlı romanından uyarlanmış olan Summer with Monika (Sommaren med Monika), yaz mevsiminin geçici tutkularına ışık tutuyor. Kişinin kendi bağımsızlığını kazanması yolunda karşısına çıkan fırsatları gözü kapalı bir şekilde değerlendirme hevesine tutulan anlatının baş kahramanları için güneşin yakıcı zamanının seçilmesi ideal bir gönderme tabanına zemin hazırlıyor. Filmin anlatısında 1960 yapımı Luchino Visconti’nin yönetmiş olduğu Rocco and His Brothers (Rocco e i suoi fratelli) filminden de parçalar bulmak mümkün. Bu filmiyle insanın en köhne duygularına eğilen Ingmar Bergman, birini tanıyabilmek için çok da uğraşmaya gerek olmadığının altını çiziyor ve bu şekilde anlatısına ahlaki göndermeler de yerleştirerek hikâyeyi didaktik parçalara bölüyor.

Filme adını veren Monika karakteri (Harriet Andersson), yazın içine doğmuş bir cennet gibi çiziliyor ancak cenneti yaratan bir nevi onun önüne düşen fırsat bütünleri ve bu da bizi Monika ve onun birlikte olduğu kişiler arasındaki uzay-zaman içerisine alıyor. Gece vakti bile insanlar üzerinde parıldayan İsveç güneşi, bir yazın kavurucu sıcağından çok daha yakıcı. En önemlisi bu sıcaklık toplumsal bir yasağı kırdığında daha çok can yakıyor. Summer with Monika, bu anlamda çıplak neşesini güneşin ışıklarıyla yıkayan bir konumda. Güneş tepede ne kadar parlarsa saydam olarak da nitelendirilebilen neşenin seviyesi o kadar çok yükseliyor.

İnsanın en derin nefretinin sevinçle aynı tasta sunulmasıyla 1962 yapımı Roman Polanski’nin yönetmiş olduğu Knife in the Water (Nóz w wodzie) filmini de andıran Summer with Monika, yiyeceğin bitip kişisel kıtlığın başladığı noktada öznenin kendine dönüşünün en sert örneği. Ayrıca kişinin ne olursa olsun dönüp dolaşıp geldiği noktanın kendi özü olduğuna ve ondan ne olursa olsun kurtulamayışına dikkati çeken yapım, aynı zamanda sanki özünden kurtulmuş bir kişiyi anlatırcasına oldukça iyi rol yapan da bir film. Bu anlamda Monika hepimizin içindeki en insani yaklaşımların, en törpülenmemiş yanlarımızın bizzat öznemiz tarafından kuytuda kalmaya mahkûm bırakılmış bir anlatısı.

Twarz (Burcu Meltem Tohum)

Bir yüze sahip olmanın en acı yanlarını temsil eden Twarz (Mug), kişinin en büyük reddedilişinin önce kendisinden başladığını çok iyi bir şekilde çizmiş. Bir yüz kendine has özelliklerini kaybettiğinde ya da var olan yüzün yapısı zamanla kendisini unutturdukça toplum içinde daha önceden var olan kimliğinin de yıkımına yol açıyor. Bunun en acı yanı da ne yüzün öznesi yani yüzü taşıyan kişinin kendisi, ne de onun nesnesi yani toplum tarafından bu değişimin yeni bir özne olarak kabul edilmemesi ve yüzün önceki öznesine karşı yapılan aşağılayıcı tavırlar bütünüdür. Lehçe’de “yüz” anlamına gelen Twarz, yeni olan bir yüzün doğrudan yeni olarak kabul edilemediğini, öte yandan önceki yüzün de değişmiş yüzün üzerine koyulamayacağını vurguluyor. Böylelikle yüzü taşıyan için ne geçmişteki yüzün ne de şimdiki yüzün bir anlamı kalıyor. Ortaya sadece yüzü taşıyan özne için koca bir sıkışmışlık hissi kalıyor. Bu da bir anlamda içsel bir intiharın gerçekleşmesinin ilk adımı.

Twarz oldukça ince işlenmiş, hem sosyolojik sorunlara değinen, hem de psikolojik olarak kişiyi derinlemesine çözümleme yoluna giden ve bunu yaparken izleyicinin saydam yargılarını da asla unutmayan bir yapım. Film, Hiroshi Teshigahara’nın yönetmiş olduğu 1966 tarihli The Face of Another (Tanin no kao) filmini de akla getiriyor. Ayrıca Georges Franju’nun 1960 yapımı Les yeux sans visage’ı da yine Twarz’ı izlerken akla gelebilecek temel filmlerden. Twarz, insanın kendi yüzüne yüklediği anlam ve değerin ne kadar büyük olabileceği konusunda yerinde sorular soruyor. Hatta bir noktada insanın içselliğinin adeta hiçbir önemi kalmıyor. Tüm bedenin sadece yüzden oluşması ve toplum tarafından ona göre belli kararların alınması aynı zamanda modernitenin de sert bir tokadı olarak karşımıza çıkıyor.

Filmde insanın yüzünün değişimine dair olan tüm yönler “Dr. Frankenstein’ın canavarı” kavramını da anımsatıyor. Bu da filme bir yandan fütürist bir hava verirken diğer yandan transhümanist bir atmosfer oluşturuyor. Hiçbir açıklamaya gerek duymaksızın bir insanın en acı haliyle yüzünü kaybedişinin sorumluluğu sadece kaybedenin üzerine yükleniyor. Bu özelliği ile de oldukça trajik bir yapı sunan Twarz, sessiz bir karakterle kolay bir şekilde ilişki kurabilmemizi sağlıyor. Onun transparan ve şefkatli hali filmdeki acının daha parıltılı bir şekilde yansımasına yol açıyor.

Dial M for Movie

Tüm seçkilerdeki kısa eleştirilere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın