THE H-MAN, Radyasyon ve Hiç Dinmeyen Nükleer Tehdit

Einstein’ın “Üçüncüyü bilmiyorum ancak dördüncü Dünya savaşı taş ve sopalarla yapılacak” sözü ne kadar da acı. Acı çünkü içten içe hepimiz biliyoruz ki doğruyu yansıtıyor. Bunun en iyi kanıtı da elbette İkinci Dünya Savaşı’nın, neredeyse tüm insanlık tarihinin vahşetiyle yarışır derecede sergilediği insanlık dışı eylemler. İnşa edilen toplama kampları III. Reich yönetiminin en hafif tabirle tamamen insan müsveddelerinden, insanlığın en aşağı örneklerinden oluştuğunu kanıtlarken, ABD’nin Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarından sonra döktüğü timsah gözyaşları da inandırıcı olmaktan hayli uzaktı. ABD yetkilileri önce “bu kadar etkili olacaklarını bilmiyorduk” söylemine bel bağlarken (halbuki 16 Temmuz’da, Hiroşima’dan sadece 20 gün önce Meksika’da benzer bir test yapmışlardı), bombalamalardan sadece birkaç ay sonra, Manhattan Projesi’nin başındaki General Leslie Groves, ABD Senatosu’na hitap ederken “radyasyon çok hoş bir ölüm şekli” diyecek kadar (“a very pleasant way to die”) şuursuz davranabilecekti.

Günümüzde atom bombası, hidrojen bombası veya radyasyon, genellikle üzerine pek düşünülmeyen kavramlar. Bunun en büyük sebebi belki de geçmişte kalmış olmaları. Ne var ki burada bir bilgi kirliliği, bir dezenformasyon söz konusu. Zira atom bombası ve hidrojen bombası denemeleri 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra uzun yıllar boyunca devam etti, üstelik ta 2000 yılına dek. 1945 ile 1990 arasında Dünyamıza test amacıyla 2000’den fazla atom (ayrıca hidrojen, plütonyum vs.) bombası atıldı ve 1945’te Japon İmparator Hiro Hito’nun deyimiyle bu “zalim bombalar” daha da “zalim” hale getirildiler. Çok sayıda bomba ve atom başlıklı füze, halihazırda ABD, Rusya, Fransa ve Çin gibi (sırasıyla ilk dört nükleer güç) ülkelerde bekletiliyor, düzenli bakımları, kontrolleri yapılıyor. Yani evet, bir atom savaşı tam anlamıyla Dünya’nın sonunu getirebileceği ve ABD ile Fransa başta olmak üzere birçok ülkede neredeyse her yıl yeni nükleer santraller kurulduğu halde, atomdan ve radyasyondan pek konuşmuyor, sanki onu yok sayıyoruz. Örneğin her evde taşınabilir bir Geiger cihazı (radyasyon ölçer) ve tedbir amaçlı potasyum iyodür hapı bulunması gerekirken biz neredeyse cep telefonlarımızı yastığımızın altına koyup uyuyoruz.

Japonya için ise, doğal olarak aynı şey geçerli değil. Japonya için 6 ve 9 Ağustos 1945’teki patlamalar sadece “tarihlerinin bir parçası” değil, ister istemez içselleştirdikleri, dünyaya ve hayata bakışlarını şekillendiren, kültürlerine derinden kazınan bir olgu. Bir ada olarak Japonya’nın önceki yüzyıllarda yaşadığı coğrafi felaketler de elbette Japonların hayata bakışlarında var olan bu tür bir kıyamet / “uzaktan gelen felaket” altyapısını destekler nitelikte. Tüm bunlar ışığında, kariyerinde müzikal dahil birçok türde film çekmiş olmasına rağmen en çok Godzilla serisi ile tanınan yönetmen Ishiro Honda’nın, The H-Man (1958) filmini kesinlikle bir süper kahraman filmi olarak ele almadığının / sunmadığının altını çizmek gerek. Zaten filmin Japonca orijinal adını olduğu gibi çevirirsek “Güzellik ve Sıvı İnsanlar” (美女と液体人間 – Bijo to Ekitai-ningen) karşılığına ulaşıyoruz. The H-Man (Hidrojen Adam), filmin uluslararası markette kullanılan yaygın adı.

Film kısaca, bazı insanların gizemli bir şekilde ortadan kaybolmalarını araştıran Tokyo polisinin, bilim insanlarının da yardımıyla söz konusu kişilerin açık denizde patlatılan bir hidrojen bombasına maruz kalmaları sonrasında sıvı hale dönüştüklerini keşfetmesi üzerine kurulu. Uzaktan bakıldığında bu sinopsis gerçeğe hiç uygun değilmiş gibi görünse de, Hiroşima ve Nagazaki’de patlama noktalarının yakınında bulunan insanların siluetlerinin duvar veya cadde gibi satıhlara yansıdığı düşünülünce, senaryonun gerçeğe değil, daha çok bizlerin nükleer enerjiye olan uzaklığımız söz konusu gibi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, edebiyat ve daha çok da sinemada, nükleer enerji veya radyasyon konusu genellikle “eğlenceli” bir konu olarak ele alınıyor. Spider-Man radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılır, Bruce Banner bir insanın güvenli bir seviyede alabileceğinden binlerce kat fazla radyasyona maruz kalır ve The Hulk’a dönüşür, vs. Sinemada çoğunlukla bu şekilde betimlenmesine rağmen, hastaneye gittiğimizde röntgen odasının önünden geçerken bile o sarı-siyah radyoaktivite işaretlerinden ödümüz kopar, oradan hemen ayrılmak isteriz. Tabii ters bir durum olarak Çernobil, Fukuşima gibi bölgeleri, hatta atom bombası denemeleri yapılan çölleri ziyaret etmek için sıraya giren, yasaları çiğneyen insanlar da mevcut.

The H-Man macera filmi gibi başlasa da, Ishiro Honda kısa sürede bilim insanlarını devreye sokarak anlatısını bilim kurgu türüne iyice yaklaştırıyor. İnsanların su benzeri akışkan bir maddeye dönüşmeleri gibi kolayca hafife alınabilecek bir konuyu işlerken, kurduğu ciddiyetin bozulmasına hiçbir şekilde izin vermeyen yönetmen, seyircinin ilgisini de sonuna dek ayakta tutmayı başarıyor. Hidrojen bombasına maruz kalan insanların dönüşüm geçirdiğine ilişkin bir veri elimizde yok elbette ancak su elementinin (H2O) de yardımıyla, bilim kurgu türüne son derece uygun bir anlatı ortaya çıkıyor. Filmin bir “sinema şaheseri” olmadığını söylememize gerek yok sanırız, ne var ki filmdeki bu amatör yapı, yaşanan olayları biraz daha gerçeklik aurasına yaklaştırıyor. Herşeyin doğaüstü olduğu bir dünya değil, tamamen “gerçek dünyadaki” insanların çözmeye uğraştığı tek bir doğaüstü olay söz konusu.

Bu “dönüşen insanlar” teması altında, mecazi bir gönderge de var aslında. İngiliz ev sineması şirketi Eureka Video’nun geçtiğimiz aylarda çıkarttığı harika bluray edisyonunda yazar ve sinemacı Christopher Stewardson’ın dediği gibi, bu dönüşümü yönetmen Honda biraz da dünyamızın ve insanların dönüşümü şeklinde sunuyor. Radyoaktif çağın neler getireceği, Marie Curie’nin (Maria Salomea Sklodowska) çığır açan çalışmaları sayesinde atomun parçalanmasının ardından Oppenheimer ve ekibi tarafından kitle imha silahına dönüştürülmesinin geri döndürülemez sonuçları, tüm bunlar yönetmenin kafasını kurcalayan olgular arasında. Ve tüm bu sorunsallara, insanlığın da artık geri dönülemez şekilde değişip değişmeyeceği gibi sorulara dikkat çekmek amacıyla böyle bir film çeker Ishiro Honda.

Düşündüğümüzde 1930’lardan bu yana içinde bulunduğumuz dönemi Radyoaktif Çağ olarak adlandırmak son derece mantıklı. Uzayda her zaman radyoaktif nesneler vardı, Dünya üzerinde de bazı durumlarda ortaya çıkan bir fenomendi radyoaktivite (örneğin muz, içerdiği Potasyum-40 nedeniyle oldukça radyoaktif bir meyve), ancak yaklaşık 2 milyon yıllık insanlık tarihinde, hiçbir dönemde 1930’lar sonrasında olduğu kadar radyoaktif bir Dünya var olmadı. Örneğin Marie Curie’nin not defterlerini, en çok başvurduğu kitapları, hatta yemek kitaplarını bile karıştırmak, okumak istiyorsanız, profesyonel koruyucu giysi ve ekipmanla donatılmış olmanız gerekiyor, çünkü radyum şişelerini ceplerinde taşıyan sevgili Marie Curie’nin not defterleri, kitaplığındaki kitaplar, hatta 1934’teki radyasyon kaynaklı ölümünden 61 yıl sonra, 1995’te Panthéon’a defnedilen bedeni bile, yüksek derecede radyasyon içeriyor. Tüm bunlar halen radyoaktif mi diye soruyorsanız, şu şekilde cevaplayalım: Curie’nin elyazmaları ve gündelik eşyaları, 3500 yılına kadar radyoaktif kalmaya devam edecek, çünkü kendi keşfi olan radyum 226’nın yarı ömrü yaklaşık 1600 yıl.

Dolayısıyla radyasyon çağına bir kez girdikten sonra, gerçekten de geri dönüş pek mümkün değil. Korkunç atom patlamaları sırasında 34 yaşında olan Honda, bu çağın gerçekten de hem yakın hem de uzun süreçte herşeyi değiştirecek bir yapısı olduğunun fazlasıyla bilincinde. Honda’nın en meşhur film serisinde (1954-1964) arz-ı endam eden Godzilla’nın da radyoaktif bir yaratık olduğunu ve bir anlamda Dünya’yı radyasyonla kirleten insanlığı cezalandırmak için ortaya çıktığını da hatırlatalım. Honda’nın ilk Godzilla’dan (1954) dört yıl sonra çektiği The H-Man’i özellikle klasik bilim kurgu severlere öneririz, sinema sanatının üstün bir örneği olmasa da, sırf radyoaktivite konusuna getirdiği farkındalık nedeniyle bile izlenmeli.

H. Necmi Öztürk

Radyasyon konusunda biraz daha ayrıntılı bilgi için HBO’da yayınlanan CHERNOBYL dizisi üzerine kaleme aldığımız yazıya bakılabilir.

Bu yazının kapak görseli Eureka Video’nun #241-242 no’lu Bluray edisyonundan alıntıdır.

Cover photo by Eureka Video – Masters of Cinema (spine #241-242).

Bir Cevap Yazın