CHERNOBYL: HBO’dan Nükleer Tehdit Hatırlatması

Gerçekten hatırlatılması gereken bir konu mu? Akla ilk gelen soru bu belki de. Nükleer tehditten, atom bombalarından, Dünya üzerinde bugün 500’e yakın nükleer santral bulunduğu gerçeğinden bahsetmek, insanları boş yere korkutmaktan mı ibaret? Türkiye ve birçok ülkede 1980-1985 civarında doğan çoğu insanın çocukluk anıları arasında “annemler radyoaktif olmayan, patlama öncesi paketlenmiş çay ve bebek maması ararmış” gibi tuhaf bir anı yer almasaydı, evet bu korku temelsiz olabilirdi. Ama ne yazık ki 2016 itibariyle ABD’de 99, Fransa’da 58, Japonya’da 43, Rusya ve Çin’de 36’şar, Kuzey Kore’de 25, Hindistan’da 22 adet aktif nükleer santral bulunurken, (kaynak: European Nuclear Society) nükleer enerji hakkında biraz daha bilgi sahibi olmamız şart.

Radyoaktivite konulu giriş kısmını atlamak isterseniz aşağıdaki “CHERNOBYL / Pelinotu” başlığına geçebilirsiniz.

Nükleer santraller elbette ucuz elektrik üretmek için inşa ediliyorlar ancak Çernobil ve Fukuşima örneklerinde gördüğümüz gibi, bir nükleer santrali “iptal etmek” veya “yok etmek”, bir şeker fabrikasını yıkıp içindeki makineleri bir başka yere taşımak kadar kolay değil. Hatta pek mümkün de değil. 

Adı üzerinde (nükleer – nucleus: çekirdek) atom çekirdeğine, nötronlara ve protonlara müdahale ederek, maddenin en küçük, en temel, bölünemez olan yapıtaşını, yani atomu bölerek, ortaya bir enerji (ve tabii ki radyasyon) çıkartıyorsunuz ve bu şekilde yıllarca, güvenli bir şekilde işleyen fabrikaların var olduğu bilgisiyle her gece rahat bir uyku çekmemiz bekleniyor. İşin garibi, rahatça uyuyoruz da! Bu elbette bilgisizlikten değil, belki de Amerikalıların kullandığı “wishful thinking” deyimine bağlı bir durum. Yani umuyoruz ki santraller teknolojik açıdan kusursuz ve güvenlidir, umuyoruz ki santrallerde hep aklı başında insanlar çalışıyordur. Ve böylece kendimizi rahatlatıyoruz.

NÜKLEER CEHALET

Ancak bu rahatlığın ne yazık ki inanılmaz bir bilgisizliğe dayandığı yıllar, pardon; on yıllar da yaşanmış. Örneğin 1951 yılına ait, TV’lerde yayınlanan şu dikkat programına bir bakar mısınız? Atom bombası patladığında yapılacakların anlatıldığı videoya göre, mutlaka ve mutlaka eğilip, kendimizi küçük hale getirip üzerimizi perde, kıyafet, gazete, yakınımızda ne varsa bir maddeyle örtmeliymişiz! Yani “duck and cover!” Bunu neye karşı yapıyoruz? Göremediğimiz ve ancak 6 metre kalınlığında, kurşun alaşımlı betonarme bir duvarın bizi koruyabileceği radyasyona karşı. 

Bu bilgisizlik ortamını ve o dönemde devletin vatandaşlara sağladığı eksik ve yanlış bilgilere güvenmek zorunda kalan insanların trajedisini çok dokunaklı bir şekilde beyazperdeye yansıtan 1986 tarihli When The Wind Blows’u da kesinlikle izlemenizi öneririz. Yönetmen Jimmy Murakami harika bir iş çıkartmış. Bu animasyonda da nükleer patlamayla mücadele adına yapılan öneriler arasında evden çıkmamak, perdeleri örtmek (!) ve evin dışını beyaza boyamak (!) gibi akıl almaz yöntemler bulunuyor. 

Bugün daha bilinçliyiz ancak büyük bir nükleer patlama yaşandığında aslında “patlamadan yarım dünya kadar uzakta olmaktan” başka yapabileceğimiz pek de bir şey olmadığını bilmek daha mı iyi yoksa daha mı kötü kestiremiyorum. Ki zamanla radyoaktif bulutlar tüm gezegeni kaplayacağı için, “dünyanın öbür ucunda” olmak bile tam bir kurtuluş sağlamıyor. Bu açıdan “cehalet mutluluktur” deyişini hatırlamamak elde değil. Tabii sahte bir mutluluk… 

Evet kendimize metrelerce kalınlıkta, radyasyonun nüfuz etmekte en çok zorlandığı madde olan kurşun alaşımlı duvarlarla kaplı bir sığınak yaptırabiliriz, ama bir felaket yaşandığında dışarı ne zaman çıkacağız? 5 yıl sonra mı? 10 yıl? Daha da önemlisi, Dünya nüfusunun büyük bir bölümü yaşamını yitirmişken, dışarı çıkmanın ne anlamı var? Bu ahlaki ikilemle, “ben neden hayattayım?” lanetiyle yaşamak ne kadar anlamlı? Bu bakımdan sizi şu tuhaf videonun tuhaf dünyasına alalım: Kıyamet sonrasında bir sığınakta insanların yaşamlarını sürdürdüğü ve nedense herkesin mutlu olduğu, banaysa herkesin her an Jack Torrance’a dönüşebilecği izlenimi verdiği bir dikkat programı bu da, yine 1950’lerden, yine ABD kaynaklı.

Öte yandan, Dünya genelinin radyoaktivite konusunda çok daha bilinçli olması, her evde iyot tabletleri ve Geiger sayacı bulunması çok daha sağlıklı olurdu. Kendimizden biliyoruz, bu seviyede bir bilince sahip değiliz. En basitinden bu yazıyı kaleme almak için bile normalden çok daha fazla araştırma yapmam gerekti. Youtube’a “radioactive” yazmaya başladığımda aşağıdaki muhteşem görüntü ortaya çıkıyor, dolayısıyla Chernobyl hakkındaki görüşlerimizi paylaşmadan önce, kısaca bilgilenelim. 

MARIE SKLODOWSKA CURIE

Radyoaktivite’nin varlığını ilk kanıtlayan bilim insanı Henry Becquerel’dir (1852-1908) ve radyoaktivite ölçüm birimi olarak becquerel (Bq) kullanılması da yine bu bilim insanının soyadına dayanır. Becquerel’i, birlikte Nobel ödülü kazandığı çalışma arkadaşlarını saydığımızda hafızanızda çok daha iyi bir yere oturtacaksınız eminiz: Marie Curie ve eşi Pierre Curie. “Maddenin bölünemeyen yapıtaşı atomun bölünmesi” gerçekten de insanlık tarihinde inanılmaz bir başarı ve bunu da Marie Sklodowska Curie’den başkasına borçlu değiliz elbette. 

Hem fizik hem de kimya olmak üzere iki farklı bilim dalında iki Nobel kazanan tek insan olan Marie Curie, hayatını radyoaktif olgulara ve elementlere ayırmış, bilimde çığır açmıştır. 

Sonrasında ise Curie, laboratuarında geçirdiği yıllar boyunca sağlıklı olmayan miktarlarda radyasyona maruz kalması sonucu yaşamını yitirdikten sonra tüm bu faydalı bilgiler, İkinci Dünya Savaşı döneminde nükleer fizikçi Robert Oppenheimer tarafından geliştirilerek Manhattan Projesi’nde, atom bombası yapmak için kullanıldı ve ne yazık ki amaca da ulaşıldı. Bu noktada İkinci Dünya Savaşı sonlandıktan sonra 1950’lerde 2000’in üzerinde atom bombası denemesi daha yapıldığını da unutmayalım. Bu konuyla ilgili, söz konusu denemeleri yapan ve hayatta kalan az sayıdaki askerle yapılan röportajlardan oluşan, son derece önemli bilgiler içeren videoya şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Bu sembol, yani radyasyon sembolü, aslında özellikle “iyonlaşma radyasyonu” için kullanılıyor. Yani en tehlikeli radyasyon türü. İyonlaştırma ise, elektronları atomlardan veya moleküllerden ayırmak veya birden fazla elektron yitirmiş veya kazanmış atomlar yaratmak anlamına geliyor. Dolayısıyla dengesiz hale gelmiş, ortalıkta başıboş dolaşarak karşısına çıkan her maddenin ve canlının temel yapıtaşlarını değiştirecek güce sahip radyoaktif parçacıklardan bahsediyoruz. Bu gerçekten de göremediğimiz, insanın duyularıyla algılayamadığı en büyük tehlike.

“CRUEL BOMBS”

Yoğun miktarda “ionising radiation”a maruz kalanlar, doza göre anında, 48 saat içinde veya haftalar, aylar, yıllar sonra hayatını kaybedebiliyor, hayatta kaldıkları sürede çocuk sahibi olanların bebekleri deforme olarak doğabiliyor, yaşarlarsa kemik gelişiminde vahim sorunlar yaşanabiliyor, daha önce insanlık tarihinde hiç görülmemiş cilt, kas, mide, akciğer rahatsızlıklarına ve anomalilerine tanık olunabiliyor, açıkçası bahsederken bile insanın tüyleri diken diken oluyor. Bu konuda Japon İmparatoru’nun Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar sonrasında teslim olma kararını açıklarken yaptığı açıklamadaki bir ayrıntıya kulak verilebilir: 

“Teslim oluyoruz çünkü düşman ilk defa, zalim bombalar kullandı.” 

Elbette bütün bombalar, bütün ölümcül araçlar kötüdür, mükemmel bir dünyada var olmamalıdırlar bile, ama bu tabir gerçekten de düşündürücü, çünkü atom bombası veya radyoaktif bir kaza sadece patlama anında değil, on yıllar, bazı durumlarda yüzyıllar boyunca etkisini sürdürerek insanoğlunun daha önce hiç tanık olmadığı rahatsızlıkları deneyimlemesine yol açıyor. Bu tür bir felaket sonrası hayatta kalanların ifadeleri de kesinlikle “dünya dışı” bir olaya maruz kaldıkları yönünde. Yani gerçekten de bunlar, zalim bombalar.

CHERNOBYL / Pelinotu

GENEL BAKIŞ

Evet HBO’nun Çernobil felaketini anlatan ve geçtiğimiz günlerde, 3 Haziran’da sonlanan 5 bölümlük çarpıcı dizisi, bizi radyoaktivite hakkında bilgilenmeye, bu konuya daha çok eğilmeye itti. Yaşım nedeniyle patlama dönemini de az çok hatırladığım için dizi hemen radarıma girmişti ama açıkçası bu kadar güzel bir anlatımla karşılaşacağımı ummuyordum. Çünkü SSCB’de (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) yaşanan herhangi bir olayı ABD veya Hollywood ekrana taşıdığında, genelde politik bir propaganda tablosu ortaya çıkar. İşte yanıldığım ve beni memnun eden ilk nokta da bu oldu: HBO’nun dizisinde böyle bir tutum görmedim. 

Dizide politik kimliklere değil, insana odaklanılmış. Ki olması gereken de bu çünkü propaganda yapmak için film çekmek, bugüne kadar hiçbir “taraf” için iyi sonuçlar vermedi. Chernobyl’de yer yer politik saptamalar var ve bunlar cesurca, son derece tutarlı bir şekilde yansıtılmış ekrana. İlk bölümde yaşlı devlet adamı Zharkov’un (Donald Sumpter) yaptığı kan dondurucu (ama gerçekçi) konuşma veya son bölümde mahkemedeki yargıcın, Parti üyesi olan savcıdan izin alması, onun da yargıca dönüp hafifçe başını sallayarak onay vermesi gibi. Bunlar dışında da elbette birçok siyasi gönderme bulunmakta, ancak genel yapı içinde çok göze batmıyorlar. 

26 Nisan 1986’da, günümüzden tam 33 yıl önce, aslında sözcük olarak “pelinotu” anlamına gelen ama günümüzde bu şekilde hatırlanması neredeyse imkansız olan Çernobil Nükleer Santrali’nin 4 numaralı reaktörünün, sürdürülen hatalı bir test sonucu patlamasını, nedenleri ve sonuçlarıyla resmeden Chernobyl, oyunculukları, ışık ve renk kullanımı ve senaryosuyla, yönetmenliğiyle göz dolduruyor.

OYUNCULUK

Dizide üç önemli karakter bulunmakta:

  • Jared Harris tarafından hayat verilen Valery Legasov (nükleer fizikçi)
  • Stellan Skargård tarafından canlandırılan Boris Shcherbina (soruşturma görevlisi)
  • Emily Watson tarafından canlandırılan Ulana Khomyuk (nükleer fizikçi).

Ancak bu sayı oldukça önemli olan yan karakterlerle pekâlâ 12’ye çıkartılabilir: Madencilerin şefi rolünde Alex Ferns, evcil hayvan imha ekibine yeni katılan Barry Keoghan, itfaiyeci eşini hastanede yalnız bırakmayan Jessie Buckley, reaktörün resmen patlamasına ön ayak olan Paul Ritter ve General rolünde Ralph Ineson (The Witch) gibi. 

Oyunculuklar kesinlikle abartılı değil, senaryoda da neyse ki olayın vahametiyle çelişecek yersiz espriler bulunmamakta. 1980’lerin ve SSCB’nin politik altyapısı gereği bakışlar, minimal hareketler ve küçük jestlerle ilerlemesi gereken oyunculuklar, işinin ehli aktör ve aktrislere teslim edilmiş.

Emily Watson’ın canlandırdığı Ulana Khomyuk karakteri aslında o dönemde Legasov’a yardım eden ve doğruları açıkça söylemesi için onu teşvik eden onlarca aydınlık bilim insanını temsilen yaratılmış bir karakter. Diğer karakterler ise dizinin sonunda gördük ki çoğunlukla gerçek hayattaki görünümlerine fiziksel olarak inanılmaz derecede benziyorlar. 

ATMOSFER ve ATMOSFER

Bir nükleer santralin reaktörü patlıyor, anında onlarca insan, haftalar içindeyse binlerce insan ölüyor, politik manevralar, halkın ve yöneticilerin bilgisizliği, bazı politikacıların umursamazlığı, tüm bu olayları anlatırken elbette son derece ciddi bir atmosfer yaratmanız gerekiyor. Chernobyl bunu öne çıkmamayı tercih eden müziği, çekimlerinin ağırlığı, oyunculukların minimalist dışavurumu, renklerin gri tonu ve tarihsel tutarlılık sayesinde son derece iyi bir şekilde başarıyor, sizi etkisi altına alıyor.

İtalik olarak yazdığımız atmosfere geldiğimizdeyse, elbette görünmez olan radyoaktivite gibi, yine görünmez olan havadan, atmosferimizden bahsediyoruz. Bu açıdan da yönetmen Johan Renck’i ve senarist Craig Mazin’i tebrik etmek gerekiyor, çünkü kelimenin tam anlamıyla, görünmez olanı resmetmeyi başarmışlar. Bugün “Ölüm Köprüsü” olarak anılan, Pripyat’taki halkın patlama sonrası ne olup bittiğini anlama / görme umuduyla üzerine çıkarak parıltılar saçan havayı (havanın parlaması aşırı radyasyon yüklü olduğu anlamına geliyor) neşeyle içlerine çektikleri, anında oradan uzaklaşmaları gerekirken tüm radyasyonu bünyelerine aldıkları sahneyi nasıl unutabiliriz… 

Bunun dışında patlamayı takip eden tüm dakikalar, tüm bölümler boyunca, her saniye havanın zehirli olduğu, radyasyon yüklü olduğu seyircilere ustalıkla aktarılabilmiş. Bölgeye çağrılan bir memurun görevi kabul etmeden önce birkaç saniye duraklaması, bölgede uzun süre çalışanların artık işe yaramayacağını bildikleri için bir noktadan sonra koruyucu maske takmayı bırakması, bazı askerlere doğrudan doğruya “ölecekleri” uyarısıyla bölgeye gitme emri verilmesi; tüm bunlar diziyi izlerken soluduğumuz havayı sorgulamamıza yol açıyor. 

SONUÇ

Sinema tarihinde insanlık suçları, büyük felaketlere yol açan eylemler, akıldışılıkla işlenen vahim cinayetler, birçok ağır konu beyazperdeye taşınmış, bazısı kısa sürede unutulmuş, bazılarıysa başyapıt olarak nitelendirilmişlerdir. Bu büyük yapıtlar arasında 12 Angry Men (1957), Judgment at Nuremberg (1961) ve To Kill A Mockingbird (1962) sayılabilir. Hatta başyapıt olmasa da, listeye konusu itibariyle American History X (1998) de eklenebilir. 

Chernobyl, yukarıda saydığımız bu filmlerin ağırlığını, ciddiyetini yakalamayı başarmış ve birçok sahnede, yarattığı gerginlik sayesinde izleyiciyi ağzı açık bıraktırabiliyor. Ve bu, gerçekten de pek kolay değil. Evet Çernobil felaketi kendi başına vahim bir konu ama izleyicinin diken üstünde bir sonraki sahnede neler olacağını beklemesi için, işlenen konu yeterli değil elbette. Konunun nasıl işlendiği asıl belirleyici olan ve yönetmen Johan Renck ile senarist Craig Mazin bu noktada harika bir iş çıkarmışlar.

Herşey bir yana, “radyoaktif” dendiğinde artık birçoğumuzun aklına Imagine Dragons grubunun gelmeyecek olması bile son derece önemli. “Radyasyona maruz kalan The Hulk” veya “radyoaktif örümceğin ısırdığı Peter Parker” tüm bunlar güzel elbette ama, gördüğümüz kadarıyla bugüne kadar radyasyonun tehlikeleri konusunda farkındalık yaratmak bir yana, onu oldukça romantik bir şekilde algılamamıza neden olmuşlar. 

Dolayısıyla Chernobyl sırf yarattığı bu farkındalık nedeniyle bile harika bir iş çıkartıyor ortaya. Kaldı ki son derece kaliteli oyunculukları, yetkin bir yönetmenlik ve başarılı bir şekilde yaratılmış atmosferiyle Chernobyl, hakkındaki tüm övgü dolu sözleri sonuna kadar hak ediyor.

Radyasyon konusunda daha ayrıntılı bilgi için aşağıdaki bağlantıları dikkatinize sunarız (ne yazık ki bu konuda karşımıza çıkan Türkçe kaynaklar çok az).

Yazılı kaynaklar:

Wikipedia maddeleri:

  • Ionizing radiation 
  • Manhattan Project 
  • Trinity (nuclear test) 
  • Caesium-137 
  • Radioactive  

Konuyla ilgili önemli bulduğumuz YouTube videoları:

Konuyla ilgili kitap önerilerimiz:

  • Kıyamet Makinesi (M. Cohen, A. Mckillop) – İletişim Yayınları
  • Hiroshima Nagasaki (Paul Ham) – Picador Publishing
  • The Meaning of it All (Richard P. Feynman) – Basic Books
  • Command and Control (Eric Schlosser) – Penguin Books

Geiger Sayacı / Radyasyon Ölçer satın almak isterseniz:

Radyasyonsuz günler, iyi seyirler.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın