Ödüllü Film SUÇLULAR’ın Yönetmeni SERHAT KARAASLAN ile Konuştuk!

Serhat Karaaslan’ın, prömiyerini Sundance’te yapan ve oradan Jüri Özel Ödülü ile dönen dördüncü kısa metraj filmi Les Criminels / Suçlular’ı izledikten sonra Dial M for Movie olarak “bu film üzerine yazmamız şart çünkü söylenmesi gereken çok şey var” dedik kendi kendimize ve Berfin Tutucu arkadaşımız da “ben yazmaya başladım bile” şeklinde bizden bir adım önde olduğunu gösterince, artık kelebek etkisinin önüne geçmek imkansızdı. Berfin’in Suçlular: Aşkın Taşlandığı Bir Coğrafyada Beraber Olmak başlıklı yazısını takiben röportaj talebimizi sayın Serhat Karaaslan’a ilettik ve kendisi de bizi kırmayıp kabul edince, ortaya aşağıda transkripsiyonunu okuyabileceğiniz, yaparken çok keyif aldığımız bir Zoom röportajı çıktı.

Suçlular, ödülle döndüğü Sundance sonrasında birçok önemli festivalde gösterildi ve gösterilmeye de devam ediyor (ABD’de South by Southwest ve San Diego festivalleri, Avusturya’da Viyana Kısa Film Festivali, ayrıca Japonya Kısa Film Festivali gibi). Birçok festivalde ödül alan Suçlular, 40. İstanbul Film Festivali’nde de gösterildi ve IKSV tarafından “En İyi Kısa Film” ödülüne layık görüldü. Bu röportajı mümkün kılan sayın Serhat Karaaslan’a çok teşekkür ediyor, uzun yıllar sürmesini temenni ettiğimiz sinema kariyerinde başarılar diliyoruz. Son bir not olarak arkadaşımız Berfin Tutucu’ya da bir anlamda bu röportajın kapısını açan eleştiri yazısı için tekrar teşekkür ederiz, son beş soru dışındaki tüm sorular Berfin‘e ait. Keyifli okumalar!

Öncelikle böylesine yetkin bir filmi izleme şansını bizlere verdiğiniz için tüm izleyicileriniz adına size teşekkür etmek isterim. Aynı zamanda Sundance Film Festivali’ndeki başarınızdan dolayı da sizi kutlarım. Sizden direkt olarak yeni kısa filminizden bahsetmenizi istemeyeceğim. Merak ettiğim şey, bu kısa filminizi çekerken aklınızdaki ve ruhunuzdaki motivasyon neydi?

Görülmüştür’den sonra ikinci bir uzun metraj filmi hemen yapamayacağımı fark ettim. Yıllarca bir finansman arayışına gireceğimi ve sonunun belirsiz olacağını gördüm. Türkiye’deki tek sinema fonu olan Kültür Bakanlığı Fonu’ndan destek alamadığım için işler katbekat zorlaşıyordu. Sanki benim için neredeyse film yapmanın bütün yolları kapanmış gibi hissediyordum. Suçlular’ın fikri uzun zamandır aklımdaydı, kısa film formatına uygun bir hikayeydi. O yüzden kısa bir sürede hızlıca yapabileceğimi düşünerek bu hikayeyi çalışmaya karar verdim. Biraz da o dönemdeki ruh halimle ilgiliydi. Yazanların, film yapanların söylediği bir şey var; her zaman kafada bir sürü fikir oluyor, aralarından bir tanesinin zamanı geliyor ve o fikir öne çıkıyor. Bu hikayenin de zamanı gelmişti. Suçlular’ı son zamanlarda yaşadıklarımızın hissiyatı ile yaptım. Her yerden gelen, ağırlığını üzerimizde hissettiğimiz baskının bu fikri öne çıkarmada etkisinin olduğunu da düşünüyorum.

Bir on yıl öncesi gibi değil Türkiye. Hiçbirimiz öyle hissetmiyoruz. Bunun da etkisi var. Bir diğer nedeni de; Görülmüştür’ün (Passed by Censor) ardından önceki filmlere benzer temalarda bir şey yapmak istemedim, daha farklı bir şey denemek istedim. Bu hikayede farklı bir şey deneme potansiyeli vardı. Önceki filmlerde daha sosyal gerçekçi konular öne çıkıyordu, bu filmde de bu tarafı yine olsa da bir yandan da janr filmleri gibi bir havası da vardı. Bu da beni heyecanlandırıyordu. Sadece bir korku filmi yapmaktan ibaret olsaydı yine beni bu kadar heyecanlandırmayacaktı. Türkiye’ye dair, günümüze dair bir şeyler söyleyen bir hikaye olduğuna inanıyorum… Bugünlerde gençler Türkiye’de nasıl yaşıyor, nasıl hissediyor? Genel anlamda ailenin, toplumun, devletin vb. baskısı, her taraftan kuşatılmanın verdiği hissiyat ve buna gençlerin verdikleri reaksiyon nasıl oluyor hissiyatından doğmuş bir film diyeyim kısaca.

Kısa filmleri daha yaratıcı olmayı gerektiren işler olarak görüyorsunuz. Kısa ve öz olmak son derece zordur fakat siz bu kısa ve öz olma durumunu kısa ve tezat olmaktan geçiriyor gibisiniz. Kısa filminizin ismini ironik olarak tanımlıyorsunuz ve konu itibariyle de oldukça kendi diyalektiklerini kendi dinamiğinde oluşturan bir film. Peki bu kısa filmdeki diyalektiği karakterler hikaye yoluyla mı oluşturuyor yoksa hikaye mi karakterlere yön veriyor?

Kısa filmle ilgili söyledikleriniz çok güzel tespitler. Kısa filmin daha özgür ve daha bağımsız bir alan olduğunu düşünüyorum. Bizim bağımsız film, bağımsız sinema dediğimiz sinema çok da bağımsız değil aslında. Yani Amerikan bağımsız sinemasının ortaya çıkardığı bir sinema türü veya ismi diyelim. Avrupa’da, Türkiye’nin de dahil olduğu sistemde bizim bağımsız dediğimiz sinema stüdyolara bağlı değil ama belli bir bağımlılığı var. Fonlara bağlı, özellikle devlet fonlarına bağlı ve yine yapımcı olmadan yapılamayan bir sinema. Ama kısa film daha özgür ve daha bağımsız. Bu yüzden bence bizi daha yenilikçi, daha sade, daha basit olmaya da zorluyor. Mesela uzun filmde daha büyük beklentilerle daha iddialı bir iş yapmaya zorlanıyorsun. Böyle bir baskı hissedebiliyorsun üzerinde. Bu nedenle yeni bir şey yapmak istediğin zaman bazen çok basit şeylerin anlatılmaya değer ve etkili olmayacağını düşünebiliyoruz. Kısa filmde öyle olmayabiliyor. Bence bu yönüyle ben yaptığım kısa filmlerde daha çok yapmak istediklerimi yaptığımı hissediyordum. Bir tane uzun filmim var ama orada dışarıdan bir tür baskı ve beklentinin de etkisi vardı üzerimde. Bunu üstünden zaman geçince daha iyi anladım. Bu yüzden her şeyiyle tam benim istediğim, tahayyül ettiğim gibi bir film oldu diyemiyorum.

Filmleri tasarlarken bir sürü şey bir araya geliyor. Bazen bir andan yola çıkıyorsun bazen de bir karakterden ya da hikayeden. “Görülmüştür” karakterden yola çıktığım bir filmdi, hikayesi sonradan oluştu. ‘Suçlular’ da ise hikâye vardı, karakterleri sonra oluşturdum. Hikâye de gerçek bir olaya dayanıyor. Ama hikâye “gerçek bir hikaye” deyince insanların aklına sanki baştan sona böyle filmde olduğu gibi yaşanmış gibi bir şey gelebiliyor veya böyle algılanabiliyor ama öyle değil. Sadece kaba hatlarıyla böyle gerçek bir hikâye var ve yaşandı. Bu olaydan yola çıktım ve yazarken daha çok karakterlere yoğunlaştım. Elimizde böyle güçlü bir hikâye olduğu zaman karakterleri ihmal edip, özellikle kısa film olduğu zaman, daha çok tiplemeler üzerinden bir film yapma riski de olabiliyor. Bu nedenle yazarken daha çok karakterlere ve aralarındaki ilişkilere yoğunlaştım. Belki Görülmüştür’deki deneyimimden de kaynaklı. Çok az görünen karakterlere dahi karakter özellikleri kazandırmak için onlara hikâyeler, detaylar yazdım. Onların ilişkileri, aralarındaki hiyerarşi vs. karakter özellikleri kazandırdı yine. Bütün bunlar bence detaylarla, nasıl konuştuklarıyla, tepkileriyle vs. oluşturuluyor. Bunlar karakterleri inandırıcı ve gerçek kılmış oldu. Eğer bir etkisi varsa, izleyiciye gerçek görünüyorsa, birtakım duygular geçiriyorsa bunun sebebi bu karakterlerin gerçek olmasından ve yine izleyiciye tanıdık görünmesinden dolayı bana göre. Hem durumun hem de karakterlerin. Otelci karakteri direkt olarak kötü, gaddar, sert olarak çizilebilirdi ama tam tersi dediğiniz gibi o tezat durumunu önemsedim. Daha babacan, sanki gençlere şefkatle yaklaşıyor, yardımcı oluyor, öğrenci oldukları için kendi çocukları gibi görüyor hatta bir bağ kuruyor gibi de görünüyor ama daha sonrasında birden gaddarlaşıyor. Aile içinde de böyle olabiliyor.

Yapımınızın bir kritiğini yaptığım yazımda hatırlarsanız filminizdeki ahlaklı ve ahlakçı insan ayrımından bahsetmiştim. Bu ayrım doğal olarak mı oluştu yoksa sizin de karakter yaratımında amacınız bu ayrımı göz önüne sermek miydi?

Bir film yaptığımız zaman her şey yüzde yüz kontrolümüzde olmuyor ne yazık ki ama birçok şeyi de sezgisel yapabiliyoruz tabii ki. Bu filmi yaparken, özellikle bir ülkede yaşarken idari açıdan hissedilebilen baskı ve kontrolü hareket noktası olarak seçtim. Ama bunu doğrudan göstermek yerine daha çok sıradan insanın bunu nasıl kullandığını göstermeyi tercih ettim. Bu sıradan bir otelci, bir güvenlik görevlisi ya da bir temizlikçi olabilir. Onlar bu durumlarda nasıl reaksiyon gösteriyor ve birbirlerini nasıl cezalandırıyorlar. Bu yüzden yazıda da en sevdiğim şeylerden birisi  “ahlakçı” kavramı üzerinden tartışmanız oldu ve onların ikiyüzlülüğüne dikkat çekmeniz. Mesela sizin yazınızda da çok güzel bir şekilde yorumladığınız gibi, onların eline o güç geçtiği zaman tahayyüllerinde diğerlerini nasıl gördüklerini daha iyi görebiliyoruz. O gücü kullanmaktan hiç geri durmuyorlar. Bir yandan namus bekçiliği yapıyor, yapılanı bir suç gibi, büyük bir ahlaksızlık olarak görüyor ve bunun cezalandırılması gerektiğini düşünüyorlar, bir yandan da ellerine fırsat geçtiği anda bundan yararlanmaya çalışıyorlar. Güvenlik görevlisi odaya girdiği ilk anda kadınla birlikte olmaya çalışıyor ve onun bakış açısıyla “bir kadın evlenmeden biriyle birlikte olduysa onunla da olabilir”. Onun için o kadın “fahişe” çünkü evlenmeden birisiyle beraber oldu. Ahlak da çok tartışmalı bir şey ama sizin de dediğiniz gibi “ahlakçı” denildiği zaman onu daha da ikiyüzlü yapıyor. Ahlak adı altında belli şeyleri kendi istediği gibi kullanıyor ve kendi istediği gibi görebiliyorlar. Güvenlik görevlisi veya otelci mesela, insan kendinden bilir kötü şeyleri derler ya, o kadar kirli bir zihinleri var ki bu durumu şöyle yorumluyorlar; “bunlar evlenmeden otele gelip kalıyorlarsa erkek kadına para ödeyip onunla birlikte oluyordur”. Kafalarında böyle bir şablon var, başka bir türlü görmeleri mümkün değil. Onu öyle görüyor, görmek istiyorlar daha doğrusu.  

Açıkçası filmi izlerken asla düşmeyen bir tansiyon durumunu görüyor ve hissediyoruz. Sinematografik açıdan bu gerilimli atmosferi yaratırken ilham aldığınız yönetmenler var mı yoksa kendi sinematik üslubunuzu yaratma amacı içinde misiniz?

İlham aldığım yönetmenler tabii ki var. Gerilim ve tansiyon için bu filmle ilgili özellikle tek bir yönetmen ya da film aklıma gelmiyor ama mutlaka sevdiğim yönetmenlerin etkileri vardır. Bong Joon-Ho’yu çok severim. Onun filmlerinde türleri karıştırmasını çok seviyorum. Ne anlatırsa anlatsın mizahi bir yanının olmasını da. Onun etkisi var mı bilmiyorum. Dışarıdan daha kolay görülebilir belki. Yakın zamanda yurtdışında birkaç festivalde filmle ilgili yaptığımız konuşmalarda Hitchcock’dan bahsedenler, ondan ilham aldım mı diye soranlar oldu. Hitchcock’u çok severim, onun sinemasından etkileniyorum ama doğrusu bu filmi yaparken Hitchcock’un filmlerine hiç bakmadım. Öte yandan daha çok mekân tasarımı için baktığım filmler oldu. Mesela Paul Thomas Anderson’ın ilk filminin (Hard Eight) büyük bir kısmı bir otel odasında geçiyor ve mekân tasarımı için sanat yönetmeniyle (Meral Aktan) konuşurken bu filmi referans filmlerden biri olarak gösterdim. Yine Jim Jarmusch’un Mystery Train filmini de. Çok farklı filmler olsa da mekân tasarımları için referanslarımızdı. Hatta Mystery Train’deki resepsiyona benzer bir resepsiyonu bir süre aradım ancak bulamadım. Barton Fink’e de baktım. Türkiye yapımlarından da otelde geçen bazı filmlere tekrar baktım. Masumiyet ve Anayurt Oteli de yine baktıklarım arasındaydı. Elbette bütün bunlar birbirinden çok farklı filmler ancak mekân konusunda farklı örnekler görmek kendi otelimizi tasarlarken önemliydi.

Çok net olarak Masumiyet ya da Anayurt Oteli’ndeki gibi oteller olmasını istemiyordum. Normalde Türkiye sinemasında üçüncü sınıf ucuz oteller daha çıplak olur, odada en fazla tüplü bir televizyon, bir tane de yatak olur. O tarz bir otel olmasını istemedim ve bu filme ait, bu filme özel bir otel olmasını istedim. Sanat yönetmenimiz Meral Aktan’la bu konuda hemfikirdik ve beni bu konuda cesaretlendirdi. Beraber böyle bir tasarım yaptık. Desenli duvar kağıtları, renkler, odadaki eşyalar vs. bu nedenle yapılan tercihler oldu… Mekanların dokusu, rengi böyle bir atmosferi kurmak için önemliydi. Görüntü yönetmenimiz (Tudor Mircea) Romanya’dan geldiği zaman bütün mekanlar hazırdı, sanat yönetmeniyle bütün kararları vermiştik. Tudor’un ilk tepkisi “ben hiç böyle hayal etmemiştim. Amerikan filmlerindeki oteller gibi görünüyor” oldu. Bu nasıl görünecek ekranda diye emin olamadı ilk başta. Özellikle Türkiye sinemasındaki ucuz oteller gibi görünmesini istemediğimizi ve bu tercihlerde bulunduğumuzu söyledim. İlla çıplak ve hiçbir şeyin olmadığı ucuz bir otel olmak zorunda değildi. Bu tercih mekan arayışında da işimizi çok zorlaştırmıştı. Çok aramamıza rağmen istediğimiz gibi bir otel bulamadık. Mekancılar onlarca otel sundu ama hiçbiri istediğim gibi olmadığı için kabul etmedim. En son şu otelin resepsiyonu, şunun koridorları iyi gibi bir şeyler söyledim. Sonunda tek bir otelde tüm istediklerimizi bulamayacağımızı anlayınca bir otelin resepsiyonunu, başka bir otelin koridorlarını kullandık. Odaları da stüdyoda kendimiz yaptık.

Kumkapı’da bir otel bulduk, odaları hiç olacak gibi değildi. Resepsiyon da uygun değildi. Kimin girdiği çıktığı belli olmayan bir oteldi. Ama otelin koridorları çok iyiydi. Israrla orayı istedim. Çok tehlikeli, çekim yapamayız, yarıda kalır dediler ama vazgeçmedim ve sonunda koridorları orada çektik.  Doğru mekanı bulunca içeri girer girmez bir şeyleriyle yakalıyor seni. Resepsiyonun olduğu otelden de vazgeçmek istemedim. O yüzden sırf resepsiyon için başka bir şehre gittik. O otelde de karar kılmamızın nedeni resepsiyonun sokakla olan ilişkisiydi. Kamerayı içeriye koyduğumuz zaman hem otelin atmosferini hissettirebiliyorduk hem de sokağın. Üç ayrı oteli bir araya getirerek bir otel gibi gösterdiğimiz için kaygılıydım. Bir yerde açık verecek miyiz gibi bir korkum vardı ancak Meral çok iyi bir iş çıkardı.

Sizce filminizi bu kadar başarılı yapan neydi? Kurgu mu, oyuncular mı yoksa hikâye mi diye sormak yanlış olur diye düşünüyorum çünkü bir masanın bir ayağını kesmek gibi bir durum olur bu. O yüzden sizce başarınızın özsel kaynağı nedir?

İzleyicilerin yorumlarından anladığım kadarıyla, böyle bir konuyu işleyip meseleyi tamamen politik bir söyleme indirgememek sanırım. Hem böyle sosyal gerçekçi bir film hem de türleri karıştıran bir film olması. Böyle bir meseleyi türleri karıştırarak anlatması kısaca. Aynı zamanda oyunculuklara dair de çok güzel şeyler duyuyoruz. Dünya sinemasında çok iyi ve profesyonel kısa filmler var, usta yönetmenler de kısa film yapıyor ama bizde kısa filmin belli bir standardı var. Biz kısa filmlerin amatör olmasına çok alışkınız. Kısa film öğrenci filmleri, amatör filmler olarak görülüyor. Sanki oyunculuklar kötü olmak zorunda, prodüksiyon ve filmin görünüşü kötü olmak zorunda, belli bir düzeyin altında olmak zorunda gibi. Belki sizin bu soruya daha iyi bir cevabınız vardır.

Siz filminizde konu ettiğiniz hikâyenin kaynağı hakkında neler düşünüyorsunuz? Masum olan insanların konu ne olursa olsun “Suçlular” olarak görüldüğü suni ahlak kanunları hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Masum derken bu gençler de pirüpak değiller tabii, sonuçta insanlar. İnsanın iyi yönleri de kötü yönleri de var, karanlık tarafları da var. Ben de konuşurken bu gençler için masum diyorum ama masum dememin sebebi cinselliği yeni keşfeden iki genç olmalarından dolayı. Yetişkinlerin, zorbaların dünyasını henüz yeterince tanıyamamış olmalarından dolayı. Filmdeki gecede yaşadıkları macerayla namus bekçilerinin dünyasına giriyorlar. Yani bu gerçekle karşılaşıyorlar, o duvarla daha yeni tanışıyorlar ve o duvara çarpıyorlar. O gerçekliği bilseler de yeni görüyorlar. Bence bu hikâyenin sonunda da olgunlaşıyorlar. Olgunlaşmak dediğim de ülkenin bu durumunu sert bir şekilde görüyorlar. Yoksa masum derken melek gibi naif bir şekilde masum demek istemiyorum. Mesela onlar da usulsüzlük yapıyorlar ama daha çocukça bir yerden, kimseye zarar vermeden, çocuk yaramazlığı gibi. Nazlı annesine bir sürü yalan söylüyor telefonda, birtakım numaralar yaparak otelciyi kandırarak içeriye giriyorlar. Usulsüzlük yaparak o otelin ‘kurallarını’ atlayıp bir şey elde etmeye çalışıyorlar. Bu gençler birbirlerini seviyorlar, birbirlerini önemsiyorlar, normalde birlikte olmaları, sevişmeleri için önlerinde başka hiçbir engelin olmaması gerekiyor. Ama başkaları engel; mesela aileleri engel, toplum, devlet, din veya adı konulmamış yasalar engel buna. Masumlukları bence böyle bir yerden geliyor. Bu dünyayı henüz tanımamış olmaları ve ancak bu gecenin sonunda bunu kötü bir şekilde yaşayarak deneyimlemiş olmaları. O yüzden mesela film bittiğinde de birbirlerine daha çok dikkat ederek bakıyorlar, birbirlerinin ellerini tutmaları bile onlar için büyük bir şeye dönüşüyor artık. Büyük bir travmaya döndü demek istemiyorum ama bu anlamda ‘masumluklarını’ kaybediyorlar. Travma demek istemememin nedeni, bana göre küçük de olsa bir zafer duygusuyla o otelden ayrılıyor olmaları.

Filmin genelinde ayrıca bir “misafirpervermezlik” kavramı var Derrida’nın söylemi ile söylemem gerekirse. Karakterlerin bu derece misafirpervermezlik kavramının içinde oluşları neden? Demek istediğim karakterlerin arkaplanları neler?

Bu soruyu tam anladım mı emin olamadım ama misafirpervermezlik güzel bir kavram oldu (güler). Bu bizim insanımıza dair söylenirse, “Anadolu insanı her şeyi kabul eder, hoşgörülüdür” vesaire gibi klişe bir söz var. Doğu toplumları için de söylenen bir laf. Mesela İran için de öyle denir. Anadolu insanı misafirperverdir, evimizi herkese açarız deriz. Filmde ise Anadolu insanının başka bir yönünü görüyoruz. Bir acımasızlık ve sertlik var. Güzellemeler yapılan Anadolu insanının böyle bir yönü de var aslında, biz bunu görmüş oluyoruz. Burada da yine hepsi dönüp dolaşıp ahlak ve onların deyimiyle ahlaksızlığın yaygınlaşma korkusuna geliyor. Toplumun da bir bilinçaltı var, yüzyıllardır biriktirdiği şeyler var ve en büyük korkulardan biri de insanların evlenmeden sevişmesi. O yüzden mesela evli olmayıp beraber yaşayan insanlarla aynı apartmanda yaşayınca insanlar genelde rahatsız olur. Bu sadece dindar olan kesimde olan bir algı değil. Aile kurumunu toplumun her kesimi kutsal görüyor ve bu kutsalı korumakla görevli, sorumlu hissediyor kendisini. Sanki evlenmeden birlikte olmak bulaşıcı bir şey, bizim de çocuklarımız böyle olur gibi bir düşünce var altında herhalde. Galiba biraz da buralardan o rahatsızlık geliyor. O yüzden küçük şehirlerde bazı otellerin üzerinde “Aile Oteli” yazar. Çünkü onların bakışıyla otel ahlaksızlığın yapıldığı bir yerdir. Bu nedenle belki toplumun belli bir kesimi otelde bile kalmıyor olabilir. Otelde kalırsa, onların bakış açısıyla, orası fuhuş yapılan yer ve onlara bir şey bulaşacak gibi düşünüyorlar herhalde. Sizin yazınızda da bahsettiğiniz gibi normalde devlet resmi olarak bu evlilik cüzdanını isteyin demiyor. Daha çok küçük şehirlerde yapılan bir uygulama sanıyorduk. Mekan ararken otellere sorduğumuzda İstanbul’da bile belli otellerin evlilik cüzdanı istediklerini gördük. Bu durum otellerin inisiyatifine kalmış bir şey haline gelmiş.

Otelci bir yandan sadece işini yapıyor gibi görünüyor, bir yandan da toplumu, ‘aile kurumunu’ korumakla görevli gibi. Yazılı olmayan yasaların bekçisi. Hikâyeyi biraz buradan kurdum; otelcinin kızı üniversitede okuyor, hemen oradan bir bağ kuruyor “Aa benim kızım da uzakta okuyor.” diye. Bence bu da onu bir karakter olarak daha inandırıcı kılıyor ve tanıdığımız bir insan yapıyor. Bizim bir çoğumuzun karşılaştığı bir adam bu mesela. Birileriyle öğrenciyken karşılaştığımızda, öğrenci dediğimiz anda hemen sonraki soru “Ne okuyorsun? Benim de çocuğum şurada okuyor.” Bu ortaklık üzerinden bir bağ kuruyor ve gençlere hesap sormayı kendine neredeyse hak görüyor. Gençleri yakaladığı anda belki otelcinin tek düşündüğü o anda direkt adını koymuyor olsa da onu da rahatsız eden şey “Benim kızım da böyle bir şey yapıyor mu acaba? Başka bir şehirde okuyor.” veya “Bu yaygınlaşabilir bir şey mi?” düşüncesi. Buna izin verdiği zaman bunun toplumda da yaygınlaşacağını düşünüyor. Bilinçaltında olan böyle bir düşünce var. Otelci karakterini yazarken ve oyuncuyla çalışırken biraz “sanki baba kendi kızını yakalamış gibi” bir cezalandırma ve tezatlık kurmaya çalıştım. Bence buradaki o sertlik böyle bir yerden geliyor.

Oyuncu seçimleri göz ve gönül dolduran nitelikte. Ercan Kesal’ın oyunculuğu hakkında söylenecek elbette pek bir şey yok fakat özellikle Lorin Merhart ve Deniz Altan’ın seçimlerinde etkili olan ne oldu sizin için?

Oyuncu seçimi bir kısa film için oldukça uzun bir zaman aldı. Bunun sebeplerinden biri de filmde sevişme sahnelerinin olması. Türkiye’de öpüşme ve sevişme sahnelerine yönelik birtakım çekinceler her zaman var. Senaryoyu okuyup kabul ettiği halde çekimlerde işi zora sokan, “soyunmam, öpüşmem” diyen oyuncuların olduğunu duymuştum. O yüzden nasıl olsa çekimde iyice kırpılacak diye filmin ihtiyacı olandan daha da açık ve fazla fazla yazmıştım sevişme sahnelerini. Filmdeki sahnenin günümüz Türkiye koşullarına göre cesur olduğunu düşünüyorum. Oyuncu seçimleri esnasında pazarlık eden oyuncular oldu. Filmde ne kadar çıplaklık olacağını veyahut nasıl çekeceğimi anlatmamı isteyenler oldu. Özellikle kadın oyunculara bu sahneleri nasıl çekeceğimi birçok defa anlattım ve bu filmin çok erken aşamasıydı. Aslında kafamda henüz o sahneleri nasıl çekeceğimi bile kurmamıştım. Ancak yine de kabaca fikir olması açısından aday oyunculara seçim esnasında anlatmaya çalışıyor, örnekler gösteriyordum. Bu da garip hissettiriyordu. Bir yandan da korkutuyordu çünkü daha oyuncu seçim aşamasında adaylar tarafından bunlar yapılıyorsa, muhtemelen çekimde her şey daha da zor olacaktı. Oyunculardan en çok duyduğum şey, “Sevişme sahnelerinde oynamakla ilgili bir sorunum yok ancak böyle bir sahnede oynarsam bir daha televizyonda iş gelmez bana” yargısı. Bu da Türkiye’nin son zamanlarda ne kadar muhafazakarlaştığının göstergelerinden biri. Deniz Altan karşımıza çıktığında performansı hemen fark ettirdi. Hem diğer adaylardan çok daha farklıydı hem de çok gerçekti oyunu. Çok heyecanlandık ve “Nazlı karakterini bulduk” dedik. Aramızda en ufak bir tartışma bile olmadı. Deniz ile anlaştıktan sonra onun karşısında oynayacak erkek oyuncu arayışına devam ettik. Hem onunla çift gibi gözükecek hem de kafamdaki Emre’ye uyacak birini bulmak kolay olmadı. Çok fazla oyuncu denemesi yaptık. Ercan Kesal ile daha önce zaten çalışmıştık. Otelci için aklımdaydı. Erdem Şenocak, senaryoyu yazarken aklımdaydı. Rolü ona yazmıştım.

Son olarak ileriki projelerinizin içinde yine kısa filmler var mı yoksa uzun metrajlı yapımlar mı yaratmak istiyorsunuz? En çok keyif aldığınız ve kendinizi tam anlamıyla içinde hissettiğiniz tür hangisi genel olarak?

Başında da dediğim gibi kısa film yapmak daha özgür ve bağımsız hissettiriyor. Böylelikle bu durum bana yapmak istediğim filmleri yapma imkânı veriyor ve daha özgür olduğu için de çeşitli riskler alıyor ve denemeler yapabiliyoruz. Yeni şeyler deneyebiliyoruz ve bu da insanı taze tutuyor. Uzun metraj film yapma durumu finansmana, ayrıca endüstri içindeki beklentilere çok bağlı. Daha güvenli bir yerde kalabiliyor ve fazla risk almıyoruz bu nedenle. O yüzden kısa filme göre daha hesaplı bir sinema oluyor bana göre. Elbette ikisini de yapmak isterim ancak o sırada yapmak istediğim, beni heyecanlandıran fikrin, hikayenin hangi formata uyduğuna da bağlı. Film yapma imkanlarına da. Şimdiden çok net bir şey söyleyemem ancak her iki formatta da hikayeler anlatmaya devam etmek isterim.

Bazı oyunculara televizyonda sırf bu tip sahnelerde oynadığı için rol gelmeme durumu aslında filminizin konusunun ne kadar güncel ve ne kadar gerçekçi olduğunu da göstermiş oluyor.

Bu da bir nevi filmde yaşanan durumu gösteriyor aslında. Oyuncu, bir oyuncu olarak ben her sahnede oynarım diyebiliyor ancak bunun karşılığında böyle bir sorun var. Muhtemelen menajerler de oyuncuları bu şekilde yönlendiriyordur. Ayrıca oyuncuların bazılarından, “Filmde oynadığımda sevişme sahnelerini kesip YouTube’a koyabilirler ve benim hayatım kararır” lafını da çok duydum. Bu da çok üzücü. Mesela bu filmin yapımının bir tarafı da Fransa, onlara bu konuyu açtığımda anlamıyorlar çünkü Fransız Sineması’nda böyle bir sahne muhtemelen onlar için hiçbir şeydir. Onlar için çok kolay ve rahat çekilebilecek bir sahne iken bizde çok büyük bir sorun haline gelebiliyor.

Filmin Fransa ile olan tarafı nasıl gelişti? Bize biraz bundan bahsedebilir misiniz?

Görülmüştür filmini bitirdikten sonra bir süre Fransa’daydım. Orada daha önce tanıdığım bir yapımcı “Üzerinde çalıştığın yeni bir şeyler var mı?” diye sordu. O sıralar kafamda yazmak istediğim birkaç fikir vardı. Biri de bu hikayeydi. Bu hikâyeyi anlattım. Bitince de bunun gerçek bir hikâye olduğunu ekleyince yapımcı daha da çok etkilendi. Ondan sonra bu filmi beraber yapalım mı diye teklif etti. Ben de başlangıçta pozitif baksam da böyle şeyler hep konuşulur ama devamı gelmez ve ertesi gün unutulur diye çok dikkate almadım. Sonra ertesi gün yapımcı bana altı aylık bir programla geldi. Hangi tarihlerde nereye başvurulacağı, bu fon olmazsa alternatif olarak nereye gidileceği vs. Bu program benim çalışmam için de bir hedef olmuş oldu. Hemen sonrasında senaryoyu yazmaya başladım. Senaryo bittikten sonra CNC’ye (Centre national du cinéma et de l’image animée) başvurduk. CNC desteğini aldıktan hemen sonra Arte televizyonu da dahil oldu. Bu destekler sayesinde Türkiye koşullarına göre çok iyi şartlarda filmi yapma şansımız oldu. Diğer türlü bu filmi bu şekilde yapmak çok zordu. Kısa film için oldukça büyük bir ekiple, ön hazırlık ve çekim takvimiyle çalıştık. Dediğim gibi mekanların hepsi tasarlandı ve bu kısım çok maliyetliydi. Fransa tarafı olmasa bunları yapamazdık. Muhtemelen bir otel bulup, ekibi ve mekanları çok daha fazla küçültüp, tüm çekim planını şartlara göre uyarlayarak çekmek zorunda kalacaktım. O da özellikle filmin prodüksiyon kalitesinden kaybettirebilirdi.

Kısa filmin algılanışından da biraz bahsettiniz. Onunla ilgili Avrupa ve Türkiye arasında bir fark var mı? Çünkü dediğiniz gibi belli önyargılar var.

Avrupa’da kısa film bir endüstri. O bakımdan orada bizde olduğu gibi bir algılanış söz konusu değil. Kısa film bir tür olarak görülüyor, sinemalarda, televizyonlarda ve dijital platformlarda gösteriliyor. Mesela Fransa’da Arte, Canal plus gibi birçok televizyon kısa film gösteriyor. Kısa filmin bir izleyici kitlesi var. Bizde kısa filmler küçümsenebiliyor. Amatör olarak veyahut öğrenci işi olarak görülüyor. Yönetmen audition’ı olarak bile görülebiliyor. Biri film yapmak istiyorsa önce kısa film yaparak kendini göstermek, yapabildiğini kanıtlamak zorunda gibi. İşin bu kısmı bir yanıyla doğru olabilir. Kısa film, uzun metraja başlamak için en uygun, ulaşılabilir yol olabilir. İyi bir fikrimiz varsa, telefonumuzla bile çekip onu insanlara göstererek fikirlerini alabiliriz. Ancak kısa filmi bununla sınırlamamak gerekir bence, sadece bundan ibaret değil. Kısa film, sinemayı geliştiren bir format. Bizdeki kısa filmlerin %90’dan fazlası sinema öğrencilerinin yaptığı bitirme projeleri herhalde. Öğrenci olmadığı halde kısa film yapan ve bunu devam ettiren çok az kişi var. Sinema tarihinde çok iyi kısa filmlerin olduğunu biliyoruz. Bu yüzden bu tip bakış açısı bana çok yanlış geliyor. Chris Marker’in La jetée adlı kısa filmi gibi bir başyapıt var. Ya da Safdie Kardeşler’i örnek verebiliriz. Halen neredeyse her sene kısa film çekiyorlar. Yaptıkları uzun metraj filmlerde bu kısa filmlerden beslendiklerine inanıyorum. Bunun gibi sinema tarihinde yenilikçi, çok iyi kısa film örneklerinden çok var. Bizde bunun tam aksi yönde bir algının olması en başta sinemacıların, eleştirmenlerin kısa filme bakışından kaynaklı bana göre.  Bizde kısa filmler daha çok festivallerle sınırlı kalıyor. Bunun dışında kısa filmlerin pek bir gösterim alanı yok. Bütün bunlar bu algı yapısını etkiliyor. Bugün insanlara kısa filmle ilgili fikirleri sorulduğunda bunun hakkında çok da fikirlerinin olmadığını görebiliriz. Avrupa’da durum bu şekilde değil, kısa filmler büyük kitlelere ulaşabiliyor, üzerine yazılıyor, konuşuluyor.

Film yurt dışı ayağında festivallerde gösterilmeye devam edecek mi?

‘Suçlular’ bu konuda şanslı oldu. Yolculuğu iyi gidiyor. Şimdiden dünyanın birçok yerinde gösterildi. Covid dolayısıyla bazı festivaller iptal oldu ya da çoğunlukla online yapılıyor ancak buna rağmen dünyanın birçok yerindeki festivalleri dolaşıyor. Sundance Film Festivali’nin Sundance Tour diye bir programı var. Yıl içinde festivalde gösterilen filmlerden bir seçki oluşturuyorlar ve bu seçki sinemalarda, müzelerde gösteriliyor. Film şu anda New York, Londra ve Berlin gibi birçok şehrin sinema salonlarında da gösteriliyor.

Filmi yurt dışında çekme anlamında size herhangi bir fırsat sunuldu mu? Film için mekân ayarlama konusunda filmin birtakım aşamalardan geçtiğini söylemiştiniz. Belki yurt dışında aklınızdaki mekânı daha kolay bulabilirdiniz. Filmi, Türkiye’de çekmek sizin özel tercihiniz miydi?

Bu konuyu kendi aramızda konuşmuştuk, hatta bir ara ciddi ciddi düşündük. Özellikle oyuncu ararken sevişme sahnesinden dolayı oyuncuların oldukça temkinli olduğunu görünce. Türkiye’de çekmek çok mu zor olur diye konuşmaya başladık. Çünkü bu durum, “çekim için izin konusunda sorun yaşar mıyız” gibi bir soru işareti de oluşturdu. Ya da mekan bulma konusunda zorluk çıkar mı, gibi. Yapımcı Marsilya’da ya da güney bölgelerde Türkiye otellerine benzeyen oteller bulabiliriz diye bir öneride bulundu. Ancak meselenin sadece bir otel olmadığını biliyordum. Konu sadece otel ve odalardan ibaret değildi. Dışarıda geçen tek bir plan bile olsa farklı olurdu. Ayrıca Marsilya’nın mimarisi, dokusu oldukça farklı sonuçta. Elbette bu öneri hiç olmayacak bir şey değildi. Ancak bu sefer başka komplikasyonları olacaktı, bütçe de daha çok artardı. Oyuncular için vize alma işlemlerinde bile sorun yaşanabilirdi. Bütün bu risklerin, bizim çalışmamızı daha da zora sokup aksatabileceğini tahmin etmek zor değildi. Bu filmde mekan en çok zorlayan şey oldu ancak aynı zamanda en çok önemsediğim şey de mekândı. Oyuncular da keza. ‘Görülmüştür’de de en zor kısımlardan biri mekandı. Hapishane bulmak ya da tasarlamak otele göre çok daha zordu. İçime sinmeyen mekanları kabul etmek durumunda kalmıştım. Bu filmde aynı şeyin olmasını istemedim. Çünkü otel hikayede bir karakter gibi olmalıydı. Doğru mekânı bulmadıkça filmi çekmenin de bir anlamı yok diye düşünüyordum. Oyuncu seçimi için de aynısı geçerli. Sırf işler yürüsün, bitsin diye bir oyuncu ya da mekân seçmek zorunda kalmak kesinlikle istemediğim bir şeydi. Bu önceki filmde yaptığım hatalardan çıkardığım en önemli dersti.

Sorular ve röportaj: Berfin Tutucu, Burcu Meltem Tohum

Berfin Tutucu’nun SUÇLULAR hakkındaki yazısını okumak için tıklayın.

Bir Cevap Yazın