Bazı filmlerden bahsederken, kişisel beğeninin de katkısıyla, “şiir” tabiri oldukça sık kullanılır. Bu benzetmenin birçok film için yapılması da, metaforu klişe sularına yaklaştırıyor haliyle. Ne var ki Michael Sarnoski’nin yönettiği, senaryosunu Vanessa Block ile beraber yazdığı, başrolünde de Nicolas Cage’in bulunduğu 2021 yapımı Pig (Domuz), beni herşeye rağmen bu klişe kavramı kullanmaya itti, çünkü gerçekten de hem biçim hem de içerik açısından izleyiciye aktarılan duygu ve mesajlarda film, sadece bir aracı gibi duruyor, yüzümüze çarpan şiirsel hayat felsefesi ise anlatının esas kahramanı. Kapanış jeneriği akarken de çocukluğunuza dönüp en sevdiğiniz şiiri tekrar okumuş ve bu zaman yolculuğunun etkisinden çıkamayacak gibi hissediyorsunuz, film izlemiş gibi değil.

Filmin müziklerinin de iki başarılı ismin, Alexis Grapsas ile Philip Klein’ın zihinlerinin ürünü olduğunu hemen hatırlatalım, zira filmin başarısı bu dört kol üzerinden ilerliyor: Senaryo, yönetim, oyunculuklar ve müzik. Her film dört koldan yürümez mi derseniz, müzik kullanılmayan yapımlar bir yana, şöyle açıklayalım: Her film bu dört öğeyi çok sağlam bir şekilde oturtmaya çalışır ancak çok azı başarır. Pig’de bu aşamaların hiçbirinde, yan rollerde dahi herhangi bir aksama gözümüze çarpmadı. Yine de altını çizmemiz gereken konu, filmin kahramanının senaryo olduğu gerçeği. İçerik ve biçim kavramları üzerinden senaryoya daha ayrıntılı değineceğiz ancak öncesinde “odadaki filden” yani Pig’de hayli önemli rol oynayan trüf mantarından (truffle) kısaca bahsedelim.

Trüf Mantarı
Bir röportajda yönetmen Sarnoski “trüf mantarı pazarının rekabet dolu dünyası çok ilgimi çekti” dediğinde, açıkçası filmi izlemiş olmama rağmen biraz şaşırdım. Elbette filmde bu konu işleniyor ancak fazla ayrıntıya girilmiyor, ki zaten filmi belgesele dönüştürmemek açısından da yerinde bir eksiltme (ellipse) olmuş. Biraz araştırınca gördüm ki gerçekten de özellikle filmde en çok gördüğümüz ve zor bulunması nedeniyle “kara elmas” olarak adlandırılan siyah trüf mantarı, birçok ülkede on binlerce insanın geçim kaynağını oluşturuyor ve son derece rekabet dolu bir pazar. Truffle.farm sitesinin verilerine göre siyah mantarın kilosu yaklaşık 750 ABD doları, daha az bulunan beyaz mantarın kilosu ise yaklaşık olarak 3500 ABD doları üzerinden alıcı buluyor. Bu rakamlara mevsimlik yükselişleri ve sadece büyüklüğü nedeniyle bir tek mantarın kilosu bir milyon ABD dolarından satıldığı açık artırmaları da eklersek tablo daha belirginleşiyor. Patates gibi toprağın altında yetişen trüf mantarı Türkçe’de daha çok “yer mantarı”, “domalan” veya “keme” olarak geçmekte, “trüf” sözcüğü henüz TDK sözlüklerine girmiş değil.

Senaryo: İçerik ve Biçim
2020’nin Mayıs ayında kaleme aldığım Sinema ve Dil Sorunsalı başlıklı yazıda da belirttiğim gibi, “sinema dili” veya Eisenstein’ın deyimiyle “film duyumu” söz konusu olduğunda görsellik ön planda olsa da, bazı filmlerde aksine senaryo öne çıkarak kendini hissettirir. Pig de bu ikinci kategoriye dahil olan bir yapım, hem de fazlasıyla. Ormandaki kulübesinde, trüf mantarı bulma konusunda becerikli domuzuyla beraber yaşayan ve topladığı trüf mantarlarını satarak yaşamını idame ettiren Robin (Nicolas Cage), bir gün domuzunun çalınmasıyla bütün huzurundan ve sakin yaşamından olur. Zira domuzunu geri almak için şehrin hareketli sokaklarına, böylelikle de kendi geçmişine doğru bir yolculuğa çıkacaktır. Filmi izlerken Cage’in persona’sının da yardımıyla “kaybedilen hayvan” konsepti üzerinden bir John Wick titreşimi alıyoruz, ancak işlerin hayli farklı bir yol izleyeceğini anlamamız pek uzun sürmüyor.

Senaryo da burada kendini göstermeye başlıyor zaten. Basit gibi görünen ancak dikkat edildiğinde oldukça derinlikli birkaç sahne veya plan-sekans sayesinde, kişinin varoluşunu kendi bedeni üzerinden Johnny Cash’in Hurt parçasını hatırlatır şekilde kanıtlaması, aile yapısının kişinin karakterini belirlemesi, yaşanan kayıpların geride kalanları veya sonraki nesilleri nasıl etkilediği ve çoktan unutulmuş olan insan sıcaklığının değeri gibi konular deşiliyor. Az önce saydıklarımızın her biri tek başına birer film konusu olabilecek nitelikte olsalar da, Pig’e çok güzel bir şekilde, hiç göze batmadan yerleştirilmiş.

İçerik ve biçim kavramları da bu noktada hemen aklıma geliyor çünkü Pig için rahatlıkla “son zamanlarda izlediğim hiçbir şeye benzemiyor” diyebilirim, neredeyse 30 yıldır sinemayla içli dışlı olan bir sinefile bu duyguyu yaşattıkları için de Sarnoski ile Vanessa Block’a sonsuz teşekkürler, özellikle 2010’dan sonra çekilen filmlerde hasret kaldığım bir duyguydu, “çok farklı bir film izledim” hissi. İçerik / biçim konusu biraz daha ilginç bir hal alıyor, çünkü filmde biçimsel olarak herhangi bir yenilik yok. Hikaye düz bir şekilde ilerliyor, kamerayı fincanın kulpunun içinden geçirmeler, filme sondan başlamalar, bütün filmi tek sekansta çekme çabaları, bazı sahneleri siyah beyaz çekmek vs. bunların hiçbirine başvurulmamış. Ne var ki senaryo düz bir çizgide ilerlese de o kadar beklenmedik anlar barındırıyor ve o kadar inişli çıkışlı bir şekilde açımlanıyor ki, heyecan ve merak bir an bile dinmiyor ve isteseniz de istemeseniz de sizi hayat, ilişkiler ve güç dengeleri hakkında uzun uzun düşündürüyor. İşte bütün bu yenilik duygusunu yaşattıranın biçim değil de içerik olması, eğer ilkinden bahsedilecekse yine içerik sayesinde biçimin fark edilir olması kesinlikle takdire şayan bir başarı.

Filmdeki Kadın Aurası
Bir diğer önemli nokta da, yine senaryo temelindeki eliptik / boşluklu anlatımla betimlenen kadın karakterler. Film boyunca sevdikleri kadınları kaybetmiş erkekleri izliyoruz ve ön planda görünen kadın karakter sayısı, yok denecek kadar az. Ne var ki hayatlarını sonlandırmış olan bu kadınlar birer efsane misali, fiziksel olarak hiç görünmeseler de eksiklikleriyle, çekip gitmiş olmalarının geride bıraktığı yıkımla filme her şekilde nüfuz ediyor, adeta mecazi bir gövde gösterisi yapıyorlar. Aklımıza James Brown’ın Betty Jean Newsome ile birlikte yazdığı It’s a Man’s Man’s Man’s World parçası geliyor elbette, şarkının sözlerini hatırlayanlar bana hak verecektir. Dolayısıyla burada da yine içeriğin biçimi dikte ettiği bir yenilik söz konusu: İsimleri dışında hiçbir şekilde varlık göstermeyen kadın karakterleri, sadece erkek karakterler üzerinden betimlemek ve bunu yaparken de bir cinsiyeti diğerinin önüne koymamayı, eşitlikçi bakış açısını kurmayı başarmak. Hollywood’un son yıllardaki “şimdi aynı filmi, bu sefer kadın karakterlerle tekrar çekelim” girişimlerinden onlarca yıl ileride olan bir tutum.

Son olarak oyunculuklardan bahsetmeye gerek var mı emin değilim zira Nicolas Cage harika bir performans sergilemiş, hatta Guillermo Del Toro da 23 Temmuz’da bununla ilgili bir tweet atmıştı. 1982’den bu yana yüzün üzerinde filmde oynayan 57 yaşındaki Cage, bu role gerçekten de tüm ağırlığını vererek takdiri sonuna dek hak ediyor. Yardımcı rollerdeki Alex Wolff ile Adam Arkin de Cage’in yükseğe koyduğu çıtaya yaklaşabilen performanslara sahipler. Kısacası senaryo, yönetim, oyunculuk ve müzik ayaklarında çok sağlam bir şekilde yükselen, özgün içeriğiyle göz dolduran bir yapım söz konusu. Bu ilk uzun metrajıyla dikkatleri üzerine çeken Michael Sarnoski’nin gelecekteki projelerini takibe almak şart. Şimdiden iyi seyirler!
