GODLAND – Hlynur Palmason’dan Bir İzlanda Şiiri

Filmekimi’nde izlediğimiz ilk yapımlardan biri, İzlandalı yönetmen Hlynur Pálmason’un üçüncü uzun metrajı Godland (Vanskabte Land, 2022) oldu. Genel hatlarıyla Danimarkalı bir rahibin, misyonerlik çalışmaları kapsamında kilise inşa etmek için İzlanda’ya yaptığı seyahati temel alan filmde, Rahip Lucas’ın (Elliott Crosset Hove) deyişiyle “korkunç derecede güzel” İzlanda coğrafyası ve iklimi kesinlikle başrolde. Neyse ki yönetmen filmi bir “İzlanda reklamı” haline getirmekten uzak durarak içeriğe odaklanmış, zira yapım hem insanın doğayla mücadelesi, hem de İzlanda ile Danimarka’nın bin yıllık geçmişleri üzerinden okunabilecek denli geniş bir kültürel bagaja sahip.

Rahip Lucas (Elliott Crosset Hove)

İnsanla doğanın anlamsız (ne de olsa doğanın umurunda bile olmayan ve hep kazandığı bir savaş söz konusu) mücadelesini konu edinen filmler arasında, coğrafi açıdan imkansız bir bölgede inşa edilmek istenen, “uygarlığı temsil eden” yapılar alt kategorisinde, aklımıza gelen ilk yapım elbette bir sinema başyapıtı; Fitzcarraldo (W. Herzog, 1982). Balta girmemiş bir ormanın göbeğine kocaman bir Opera Binası inşa etmek isteyen Fitzcarraldo’nun kulvarına, misyonerlik konusunda söyleyecek çok sözü olan iki önemli filmi daha ekleyebiliriz: Başrollerinde Robert De Niro ile Jeremy Irons’ın bulunduğu, Roland Joffé’nin 1986 yapımı The Mission’ı ve yine Werner Herzog’un Aguirre, Tanrının Gazabı (1972) adlı şaheseri. Son olarak tamamen camdan bir kilise inşa edilmesini konu edinen aykırı yapım Oscar and Lucinda’yı da (Gillian Armstrong, 1997) anmadan geçmeyelim.

Godland, yukarıda saydığımız filmlerle birlikte anılmayı fazlasıyla hak ediyor, dediğimiz gibi İzlanda coğrafyasının soğuk ve acımasız iklimini betimleme ustalığı sayesinde film, sinematografik olarak da özel bir noktada. Filmin başında İzlanda’da, ahşap bir kutuda bulunan bazı fotoğraflardan, bunların Doğu Yakası’nı resmeden ilk fotoğraflar olduğundan bahsediliyor ve filmin esin kaynağının da bu fotoğraflar olduğu bilgisi seyirciyle paylaşılıyor. Büyük ihtimalle bu yüzden de bütün yapımı baştan sona 16 mm’ye yakın bir film formatında, neredeyse “kare” denebilecek bir boyutta izliyoruz. Böylelikle hem 1800’lü yılların ortalarında kullanılan dagerotip (gümüş nitrat aracılığıyla fotografik görüntü elde etme, kimyager Louis Daguerre’in icadı) yöntemine, genel anlamda da fotoğrafın ilk yıllarına göndermede bulunulmuş, hem de daha gerçekçi, belgeseli andıran bir atmosfer yaratılmış oluyor. Yine de bazı sahnelerde İzlanda’nın ve meşhur yanardağ patlamalarının görkemine geniş ekranda tanık olmayı istememek hayli zor.

Rahip Lucas (Elliott Crosset Hove)

İzlanda – Vanskabte Land

Filmin kullanılan yaygın adı Godland, belki dilimize “Tanrının Ülkesi” şeklinde çevrilebilir, ancak filmin orijinal adı olan Vanskabte Land, İzlanda dilinde ve bazı nüanslarla Danca ve Norveççe’de de “bozulmuş, biçimsiz, kötü biçimlendirilmiş kara parçası” anlamlarına geliyor. Yönetmen Pálmason bunu hem tabiatın en ücra köşesine getirilmeye çalışılan medeniyet kırıntılarının o bölgeyi bozmasına, hem de İzlanda’nın volkanlarla olan bitmek bilmeyen “mücadelesine” gönderme olarak kullanmış olabilir. Filmekimi’nde Godland’i “Tanrının Unuttuğu Yer” başlığıyla izledik, her ne kadar “ücra bir kara parçası” bağlamında mantıklı olsa da, biraz yönlendirici, hatta spoiler içeren bir çeviri olmuş, zira yaygın başlıkta (Tanrının Ülkesi) bir ironi, bir alay söz konusu, orijinal başlıktaysa İzlanda’nın volkanlarıyla olan bitmek bilmez imtihanına göndermede bulunuluyor, sonuç olarak “Tanrının unuttuğu yer” kavramı hiçbir versiyonda pek ön planda değil.

Ragnar (Ingvar Sigurdsson)

İzlanda’da yüzlerce volkan, otuzun üzerinde de aktif volkan bulunuyor ve altı milyar yaşındaki Dünyamızın en genç oluşumlarından biri olan İzlanda’nın (sadece 18 milyon yıl önce ortaya çıkan volkanik bir ada) volkanik patlamalarla olan ilişkisi doğal olarak hiçbir zaman insanların lehine gelişmemiş. En büyük trajedilerden biri 1783 yılında Laki volkanının patlamasını takip eden yıllarda gerçekleşmiş; patlamayla açığa çıkan 8 milyon ton florin nedeniyle ada halkının sahip olduğu hayvanların neredeyse tamamı (%80’i) telef olur ve nüfusun dörtte biri (yaklaşık 9000 kişi) açlıktan hayatını kaybeder. Volkanik hareketlilik her zaman olduğu gibi bugün de İzlanda için büyük bir endişe kaynağı, o nedenle de İzlanda topraklarına atfedilen “Vanskabte Land” kavramı İzlandalılar için sadece bir sıfat değil, tüm yaşamlarını biçimlendiren bir gerçek.

Anna (Vic Carmen Sonne)

İzlanda – Danimarka Tarihi

Filmde Danimarkalı rahip Lucas (Elliott Crosset Hove) ile, ona yardımcı olmakla görevlendirilen İzlandalı Ragnar (Ingvar Sigurdsson) arasındaki gerginlik, “geçmişte Danimarka ile İzlanda arasında bir husumet mi yaşandı acaba?” demenize yol açabilecek düzeyde. Bu varsayımsal sorunun cevabı elbette koca bir evet, İzlanda yüzyıllar boyunca, en hafif tabiriyle Danimarka’nın kılıcını hep tepesinde hissetmiş bir ülke. Ülkeler arasında yaşanan düşmanlığın bireylere de doğrudan yansıyıp yansımayacağı tamamen ayrı bir tartışma konusu elbette, ancak filmdeki karakterler, “yansıdığı” düşünülerek betimlenmiş.

İskandinav tarihine hakim okurlarımız konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgiye sahiptirler ancak kabaca özetlersek İzlanda Ortaçağ’da Norveç’in, ardından da Norveç ve Danimarka’nın ortak kontrolünde kalmış, daha sonraları da (15. ve 16. yüzyıllar) yine Danimarka ile Norveç’in boyunduruğundan kurtulamamıştır. 1600-1814 arasında ise Danimarka’nın uyguladığı, son derece sert ekonomik ve toplumsal yaptırımlara maruz kalınmış. 1814’ten itibaren de İzlanda’nın Danimarka boyunduruğundan kurtulma ve bağımsızlığını ilan etme süreci başlayacaktır, ne var ki 1850’lere kadar yine Danimarka’ya bağlı olarak varlığını sürdüren İzlanda, gerçek anlamda bağımsızlığını ancak 17 Haziran 1944’te elde edecektir.

Anna (Vic Carmen Sonne) ve Ida (Ida Mekkin Hlynsdottir)

Dolayısıyla filmde Lucas ile Ragnar’ın yakınlaşabilmesi, her ikisinin de dünyaya bakışları ve içinde bulundukları konumların da katkısıyla, neredeyse imkansızdır. Ragnar’ın Danca bilmesine rağmen Lucas ile hep İzlandaca konuşmayı tercih etmesi ve bunu her yaptığında Lucas’ın Danca “seni anlamıyorum” şeklinde cevap vermesi, iki toplum arasındaki neredeyse bin yıllık düşmanlığa yapılan birçok göndermeden biri. Aynı şekilde Ida ile Anna’nın babaları olan İzlandalı Carl’ın (Jacob Lohmann) Danimarkalı Lucas için “onun gibi adamlara burada ihtiyacımız yok” demesi, hatta hemen ardından da “burada kimseye ihtiyacımız yok” demesi 1800’lerin sonlarına doğru son derece alevli olan iki toplum arasındaki ilişkilere bariz bir gönderme. Lucas ile önce Carl’ın, ardından da Ragnar’ın gösteri için de olsa gergin geçen dövüşleri, ayrıca Ragnar’ın çocukluğundan bahsederken “Pazar günleri sadece Danca konuşurduk” demesi gibi ayrıntılar filmin alt metnini oldukça zenginleştiriyor. Elbette filmin kapanış jeneriği boyunca Danimarka Milli Marşı veya benzer bir kahramanlık şarkısının çalıyor olması da manidar.

Hilmar Gudjonsson

İzlanda Coğrafyası ile Mücadele

Çok ön planda olduğu için sona sakladığımız “insanın doğa ile mücadelesi” konusuna değinerek yazımızı sonlandıralım. Başta bahsettiğimiz benzer konulu filmlerde olduğu gibi, zorlu coğrafyaların en ücra köşelerine “medeniyet temsilcisi” binalar dikmeye çalışmak yüce bir girişim gibi görünse de, aslında insanın doğaya, dahası Dünya’ya karşı sorunlu bakışının açık bir göstergesi. Balta girmemiş bir ormanın ortasına veya volkanik yapısı nedeniyle gerçek anlamda hiçbir bitkinin yetişmediği İzlanda’nın neredeyse düşman habitatının göbeğine yüzlerce kilometre öteden getirilen sütunların, tonozların, kalasların veya kemerlerin dikilmeye çalışılması, o coğrafyayı “bozmaktan” (vanskabt) başka bir işe yaramayacak, dahası sonu gelmeyen tabiatın büyüklüğü karşısında önemsiz gibi görünecektir. Film insanın tabiatla olan bu amansız (ve anlamsız) mücadelesini İzlanda’nın benzersiz coğrafyasını kullanarak harika bir şekilde yansıtıyor.

Son bir not, filmin ortalarındaki muhteşem akordeon sahnesini tekrar tekrar izlemek için sabırsızlanmamak elde değil. Bir kır düğününün ortasında, güzel bir İzlanda atmosferi altında Ragnar eline aldığı akordeonla bir ezgi çalmaya başlar ve kamera Ragnar’ı kerteriz alarak, sağa doğru dönmeye başlar ve tek çekim sonunda tam bir daire halinde tekrar Ragnar’da durduğunda, seyirci bambaşka yerlerdedir artık, düşünce evreninin uzak diyarlarından dönmeye vakit bulamamıştır bile.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın