Gaston Bachelard’a göre varlık, uyanık haldeyken imgelerin saldırısına uğrarken uykudayken eksik görsellerin, hareket halinde olan şekillerin deforme halini deneyimleyen bir oluş. Bu bağlamda insan varlığını tam olarak tanımlayabilmek için onu bu düş ile düşünce arasındaki sıkışmışlık halinden çıkarmak gerekiyor (19 Ocak 1954, Paris Inter Radyosu’ndaki Dormeurs éveillés serisine ait röportaj). Danny ve Michael Philippou ikilisinin bu yıl dikkat çeken gerilim filmleri arasında yer alan Talk to Me (2022) filmiyle varlığın bir kutuptan diğerine giden dinamizmlerinin izlerine tanık oluyoruz. Her bir karakterin birbirlerinin içinde kaybettikleri kayıpları ortak paylaşım alanlarına çevirmeleri “insanlaşma”nın ihlal edici duvarlarını oluşturuyor. Kariyerlerine YouTube platformunda kısa filmler yayınlayarak başlayan Philippou kardeşler, Talk to Me ile türe yeni bir tansiyon getirirken hikâyesiyle varlığın sonsuz eksikliğine ve tamamlanamayışına dikkat çekiyor. Korku filmlerinin en çok işlenen yapısı haline gelen “ruh çağırma” etkinliğini bir sonraki seviyeye taşıyan Talk to Me doğaüstü söylencesini, feda edilmek üzere hazırlanan bir arzu haline getiriyor.

Özgürlüğün Sıfır Seviyesi
Ölüme bağımlılığın bir diğer ifadesi olan Talk to Me; beden, bilinç ve düşün öz sorumluluğundan tamamen sıyrılmaya iyi bir örnek. Çarpık ölüm hikâyelerinin tanımadığımız kimselerce aktarılması insan öznesini kendi kimliğine musallat hale getiriyor. Açılış sahnesiyle film, tüm klişe anahtarlarını kullanıyor. Bunu yaparken anlatı içinde anlatı kuralından da şaşmıyor. Özellikle açılış sekansını takiben filmin ana fikir kompozisyonunu başka bir ekran (telefon) ile yansıtan Philippou kardeşler, anlatıda bütünün yeniden üretimine örnek oluşturuyor. Karakterleri dışarıdan etkileyen algıların ve nesnelerin içselleştirilmesi karakterleri ve onların görünümlerini maskeleriyle birlikte sanal bir topluluk haline getiriyor. Bu da her zaman alışık olduğumuz görsel anlatım biçiminde anlatı kompozisyonunun bir sekanstan diğerine aktarılması aşamasında sahte karakterler aracılığıyla ana karakterlerin belirlenmesine yardımcı oluyor. Nicholas D. Johnson ve Will Merrick’in Missing (2023) adlı filminde tüm anlatımının ekranlar aracılığıyla gerçekleştiğine ve filmin izleyiciyi sadece ekran konumuna yerleştirmiş olduğunu görmüştük. Talk to Me ise karakterlerini ekranın objesi haline getiriyor ve bu objeyi aldanmanın kendisi olarak gerilim pazarına çıkarıyor.

Seramikten Yapılmış Bedenler
Anlatım gücünü seramikten yapılmış bir elden alan Talk to Me, tinsel olanı tamamıyla biçime bahşediyor. Bu şekilde yorumlandığı maddeyi aynı anda hem temsil etme hem de onu sunma gücünü elinde tutuyor. Bedensel olarak kendini ifade etme sürecini dışsallaştırıp iletişim halinde olduğu karakterlerle İç Benlik’i dönüşümlü biçimde, üstelik daîmi olarak yaratıyor. Her defasında tasarlanmış olan Benlik durumu ise şeffaf bir şekilde aynalaştırıldığı halde, yavaşça bulanıklığa gömülüyor. Bu anlamda Talk to Me, bir maskenin ardına gizlediği korku öğesini silikleştirene kadar onu benliğinden alıkoyuyor. Filmin yazar koltuğunda birden fazla kişinin yer alması ise filmin kompozisyonundaki anlatım dağınıklığını açıklar nitelikte. Aynı temanın etrafında dönen eylem silsilesinin birbirini takibi bir nevi özne tasarımını ortaya çıkarırken ideal olan “insan bedeni” ilhamını nesneleştiriyor. Karakterlerin kendilerinin Ouija tahtası üzerindeki harflerin şekillerine bürünmeleri filmin kompozisyonunda varoluşsal bir gönderge oluşturuyor. Philippou ikilisinin geçmişi dikkate alınacak olursa filmin anlatı iskeletine yedirilmiş olan 90 saniyelik meydan okuma hikâyeleri günümüz sosyal medya düzenine de öykünen bir duruma işaret ediyor. Bu da filmde nesne haline gelen Talk to Me deyişini (Konuş Benimle) fiziki, indirilmesi mümkün olmayan yeni dünyanın sosyal medyası haline getiriyor. Öte yandan meydan okuma sahnelerinin cep telefonları aracılığıyla paylaşım haline bürünmesi de bu fiziki yeni sosyal medya düzenini zincirleme bir paylaşım ağına dönüştürüyor.

Dışarıda Olmanın Tadı
Filmin ana karakterleri arasında yer alan Mia’nın (Sophie Wilde) Riley (Joe Bird) üzerinden 90 saniye sınırındaki meydan okumayı uzatması ise nesneleşmiş olan sanal niteliği bir anda kişinin bireysel tuzağı haline dönüştürüyor. Somut bir evrensellik kazanan Talk to Me nesnesi, film boyunca fantazmagorik öğelerin etrafında dolaşıyor. Varoluşsal endişenin de bir başka boyutu olan “el” nesnesi, ideaların maddi kopyalarına birer örnek haline gelirken nesneye dayalı bireyin arzu ve eksikliği negatif olarak tasarlanmış bir hiçliğin akışı niteliğinde kalıyor. Jade’in (Alexandra Jensen) pasifliği Mia’da mutlak farkı yaratırken Riley’nin sadece araç olarak yer alması el nesnesine hayat kazandırıyor. Film boyunca sadece bir tek karaktere oyunun iki tarafında olma hakkının tanınmış olması ise filme özne ve hiçlik bakımından açıklık getiren önemli bir nokta. Varoluşun korkudan daha çok deneysel olan ile imtihanı günlük hayatın sıradan, isimsiz dehşeti iken Talk to Me filminde nesneleşmesi, göreli bir sınır ve engel yaratmakta. Bu engelin bir parçası olan kişisel korkunun ise kişi tarafından davet edilmedikçe kendisini göstermiyor olması klasik vampir anlatısını akıllara getiriyor. Bu şekilde bir kez kırmızı çizgi geçildikten sonra kişi, ötekinin öznesi haline gelmek üzere onun aynası oluyor. Bu da filmin anlatısının iki katmanlı olarak ilerlemesine olanak sağlıyor. Nesne ve gerçek olan’ın aşkın (transcendental) ve erişilemez hali, tek taraflı bakış açısıyla birçok karakterin nefes almasını sağlıyor. Korkunun mikro dozu olarak düşünebileceğimiz Talk to Me, korku-gerilim türüne yeni bir sosyal medya gerçekliği kazandırıyor.
