OPPENHEIMER ya da Tarihe Tek Taraftan Bakmanın Dayanılmaz Hafifliği

Bu yılın (en azından şimdilik) Barbie (Gerwig) ile birlikte en çok konuşulan iki filminden biri, elbette Nolan’ın henüz çekim aşamasındayken bile “muhteşem bir film oldu” diyerek oldukça direkt bir şekilde reklamını yapmaya başladığı Oppenheimer (2023). Söz konusu yönetmen Christopher Nolan olunca, beklentiler oldukça yükseldi ve yönetmenin en az 5-6 filmini en ince ayrıntısına kadar bilen sinemaseverler, hayal kırıklığına uğradı. Beğeniler doğaları gereği nesnel olamazlar, bir filmi izledikten 30 saniye sonra zihnimizden silmeye başlamamız da, bir başkasını izledikten sonra hayatımızın sonuna dek her fırsatta onu arkadaşlarımıza övmemiz de öznel hareketlerdir malum. Ancak Oppenheimer söz konusu olduğunda, işin içine beğeninin yanında, atom bombasının icadı ve Hiroşima ile Nagazaki’de yaklaşık yarım milyon insanın öldürülmesi konularındaki duruşumuz da denkleme katılıyor. Christopher Nolan filminin merkezine Julius Robert Oppenheimer’ı almış ve sadece onu anlatmış, ne var ki bazı sinefiller gibi “eh, ne de olsa filmin adı Oppenheimer” diyerek kenara çekilemeyiz.

Benny Safdie (Edward Teller) ve Cillian Murphy (J. Robert Oppenheimer)

Ahlaki duruşun yanında, tarihsel olarak bile bu olaya bu şekilde bakma lüksümüz var mı? Mesela Zyklon B gazının bulunması sürecini merkezine alan bir film çekilse ve Yahudi Soykırımı’ndan hiç bahsedilmese “garip” olmaz mı? Ya da pozitif örnek verelim, Alexander Fleming adlı bir film çekilse ve sadece penisilinin keşfedilme sürecine ve akademik çekişmelere odaklanarak, yüzbinlerce insanın hayatının kurtarıldığı tarihsel gerçeğine hiç değinilmese? Uzun lafın kısası filmin odağı Oppenheimer olduğuna göre, atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki’ye atılması sürecinin de filmin önemli bir kısmına yayılması gerekirdi, üstelik böylece Robert Oppenheimer’ın bizzat yaşadığı öne sürülen ahlaki ikileme, seyirci de ortak olabilirdi. Dolayısıyla kendini gösteren tarihsel soru şu: Oppenheimer veya Manhattan Projesi dendiğinde akıllara Los Alamos’ta gerçekleşen ilk atom bombası denemesi mi geliyor, yoksa Hiroşima ve Nagazaki bombalamaları sonrasında tüm dünyanın nükleer tehlikeyle tanışmış olması mı? Cevap “her ikisi de” olsa bile, filmin Japonya ayağı eksik. Ve bu ne yazık ki basit değil, vahim bir eksiklik.

Robert Downey Jr (Lewis Strauss)

Kaynak Metin

Yukarıdaki eleştirilerimi doğrudan filme yönelttim zira filme konu olan Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Zaferi ve Trajedisi başlıklı kitap, tarihsel verileri işleyerek konuyu her açıdan ele alan, Oppenheimer’ın suçluluk duygusunu satır aralarına daha başarıyla yediren bir yapıt. Toplamda kırk bölümden oluşan kitabın iki bölümünün adı, Oppenheimer’ın şu cümlesini içeriyor: “Elimin kana bulanmış olduğunu hissediyorum”. Bu cümle filmde bir sahnede, o da çok zayıf bir bağlam içinde geçiyor. Ayrıca kitapta yine Japonya’ya atılan bombalar sonrasında ortaya çıkan politik atmosfer de uzunca ele alınıyor. Kitabın her iki yazarı da, hem Martin J. Sherwin hem de Kai Bird, daha önce nükleer tehlike ve Hiroşima felaketi üzerine yazmış, nükleer enerji konusunda fazlasıyla bilinçli insanlar. Filmde yine eksik olan bir başka nokta, atom bombasının yeryüzündeki en korkunç silah oluşuna değil, daha çok “yeni, muhteşem bir buluş” oluşuna vurgu yapılması.

“Artık hepimiz o….. çocuklarıyız.” – Kenneth T. Bainbridge

Yukarıdaki başlık, filme kaynaklık eden kitaptaki 22. bölümün adı, aynı zamanda elbette Manhattan Projesi’nin en meşhur cümlesi. Nolan bu cümleyi filme dahil etmemiş, üstelik cümleyi söyleyen kişinin filmde rolü bile var: Trinity deneyinin başındaki isim olan ABD’li fizikçi Kenneth Tompkins Bainbridge’i, filmde kısa bir rolde Josh Peck canlandırıyor. Trinity deneyinin hemen sonrasında Bainbridge, Oppenheimer’a dönerek başlıktaki meşhur cümleyi söyler (Now we are all sons of bitches). Daha sonra Trinity deneyini Bainbridge, “iğrenç ve korkunç bir gösteriydi” şeklinde tanımlayacak, hayatı boyunca da nükleer testlerin sona erdirilmesi için çalışacaktır. Bu meşhur cümlenin filme dahil edilmemesi, Christopher Nolan’ın, daha da önemlisi filmin atom bombasına bakışını oldukça net ifade ediyor: “Muhteşem bir icat”. Atom veya hidrojen bombasının, “uygarlığın gelişmesinde önemli bir köşe taşı” olarak sunulup pazarlanması, akıllara ister istemez 18. yüzyılda, giyotinin güzelliğine ve nasıl daha iyi çalışabileceğine kendini kaptırmış olan Kral 16. Louis’nin, aynı giyotinle idam edilişini getiriyor.

Rami Malek (David Hill)

Nükleer Enerji Karşıtı Fragman, Oppenheimer’ı Tanrılaştıran Film

Christopher Nolan’ın neredeyse tüm filmlerini (özellikle The Dark Knight, Interstellar ve Inception) çok severek defalarca izlediğim için, Oppenheimer’ın fragmanını bir kere izlemiş, üzerinde fazla durmamıştım. Bu yazıyı kaleme almadan önce fragmanları dikkatle izlediğimde ise hayrete düştüm çünkü hem iki dakikalık hem de üç dakikalık fragman, Oppenheimer’ı yaptığı buluştan ötürü son derece üzgün, hatta pişman göstermekte. Yapılan alıntı dahi pişmanlık taşıyor: “Ondan [bombadan] uzak durmak için, önce ne yapabileceğini anlamalılar. Anlamak için de, onu kullanmak zorundalar”. Oppenheimer yarattığı bombadan ötürü pişman, insanlığı büyük bir hataya düşmekten kurtarmaya çalışan bir bilim insanı rolünde. Gerçekte belki de son derece pişmandır, bunu kesin olarak bilemeyiz ancak filmde böyle bir tutum dillendirilmiyor. Sadece 1 (bir) sahnede, o da bir konferans salonunda bombayı kutlarken (!) Oppenheimer’ın ayağının, nükleer patlama nedeniyle kömüre dönmüş bir bedene takıldığını görüyoruz, anlık olarak. Patlamalar sırasında yaklaşık 250.000, sonraki yıllar ve on yıllar boyunca da bir o kadar insanın daha hastalanarak öldüğü Japon halkının yaşadığı felaketin filmdeki temsili, 1,5 saniye.

Matt Damon (Leslie Groves) ve Cillian Murphy

Nolan’ın, Bainbridge’in meşhur cümlesini filmine dahil etmediğini söyledik, filmde karşımıza birkaç defa çıkan cümle hangisi? Hemen söyleyelim: “Ben Ölüm’ün kendisiyim, dünyaların yok edicisi”. Mahabharata Destanı’nın bir parçası olan, kutsal Hindu metni Bhagavad Gita’dan alınmış bu cümle, zaten Oppenheimer’ı kelimenin tam anlamıyla tanrılaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bhagavad Gita’da “aşağı insan hali” (Atman) ile “yüce Tanrısal hal” (Brahman) gibi bir ayrıma gidildiği için, Oppenheimer için de Tanrı yakıştırması filmde birkaç defa yapılmış oluyor. Kaynak kitabın adı da “Prometheus” örneğin, yani “Ateş Tanrısı Oppenheimer”. Bu arada kitaba bu ismi sadece editörün uygun gördüğünü de ekleyelim, yoksa yazarlar Sherwin ile Bird, Oppenheimer’ı bu şekilde tanrılaştırma taraftarı değildiler; onların önerdiği başlık “Oppie” imiş ancak editörden veto yemiş. “Dünyaların yok edicisi” veya “Ateş Tanrısı” unvanlarıyla bir insanın övülmesindeki sorunlara hiç girmiyorum.

Emily Blunt (Kitty Oppenheimer) ve Cillian Murphy

Senaryo

Oppenheimer’ın varlık nedeni, Manhattan Projesi’nin de kuruluş amacı olan, Japonya’ya atılan bombaların temsilini filmde göremedik, nükleer enerjinin ne kadar tehlikeli bir “buluş” olduğu ve tüm Dünya’da kullanımının durdurulması gerektiği konusunda, kapanıştaki muallak Einstein sahnesi dışında bir uyarı da göremedik, Nolan’ın post prodüksiyon sırasında “filmden çıkanlar şok içinde kalıyorlar” dediği sahneleri de göremedik, en azından senaryo iyidir diye düşünmüştüm. Senaryodaki en büyük sıkıntı, filmi Trinity Deneyi ile bitirip, hemen ardından tekrar başlatması. Oppenheimer ne yazık ki bir uzun bir de orta metrajlı iki filmin montajlanmasıyla ortaya çıkmış gibi duruyor. İlk film Manhattan Projesi’ne ve Trinity Deneyi’ne odaklanırken, ikinci film ise ABD’nin meşhur McCarthy döneminin (Cadı Avı) Oppenheimer’a nasıl davrandığını gözler önüne seriyor. Bu ikinci kısmı beğendiyseniz 12 Öfkeli Adam (Lumet, 1957) filmi önerilir. Senatör Joseph McCarthy’nin, ABD’nin kendine düşman arayışı sürecinde “bulduğu” komünizm tehlikesi çerçevesinde ülke genelinde başlattığı “komünist avı” ABD tarihinde önemli bir yere sahip elbette, ancak filmin son bir saatinin bu konuya ayrılmış olması, filmde hiç resmedilmeyen bariz konu düşünüldüğünde, en hafif tabirle ilginç bir tercih.

Oppenheimer Japonya’da Gösterime Girecek mi?

Yapım şirketlerinin temsilcilerinden çelişkili açıklamalar gelse de, Oppenheimer’ın Japonya’da genel gösterime sokulması düşüncesi bile abes gibi görünüyor. Nazi Almanyası’nı konu edinen “tarafsız” (!) bir filmin Polonya’da veya İsrail’de gösterime sokulmaya çalışılması gibi bir girişim olacaktır. Bu yazının yayınlandığı tarihte filmin Japonya gösterim tarihi hala belli değil, en iyi ihtimalle birkaç salonda gösterime girer ve Los Alamos patlaması sonrasında herkesin Oppenheimer’ı alkışa tutarak tezahüratlarla tebrik ettiği sahnede seyircilerin büyük çoğunluğu salonu terk eder. Yazıyı bitirirken filmin geniş hatta rüya takımı niteliğindeki oyuncu kadrosunu tenzih etmek gerek, oyunculuklar tartışmasız çok iyi, büyük isimlerin (Gary Oldman veya Kenneth Branagh gibi) kilit sahnelerde kısa rollerde karşımıza çıkması çok hoş bir durum, Cillian Murphy ise her zamanki gibi harika bir performans sergilemiş, Nolan’ın dediği gibi, o rolde başka bir oyuncuyu hayal etmek neredeyse imkansız. Robert Downey Jr. ve “her filmde kendini oynuyor” suçlamalarından benim şahsen sıkıldığım Matt Damon yine çok iyi birer iş çıkartmışlar.

Sonuç

Kapanışı kısa bir anekdotla yapalım; usta yönetmen Werner Herzog bir davette Christopher Nolan ile karşılaşır ve sohbet sırasında söz The Dark Knight filmine geldiğinde, Herzog filme olan hayranlığını dile getirince, Nolan kendisine şaka yapıldığını sanır. Herzog tamamen ciddidir ancak buradaki kilit nokta, Nolan’ın kendi ustalığının ne derece farkında olduğu (ya da olmadığı?). Zira kendisine “en iyi filminiz hangisi” diye sorulduğunda, Nolan hemen “Oppenheimer” diye cevap veriyor. Cevap yanlış, ancak bu cevabın altında yatan neden çok açık, zira her sanat eseri, sanatçının bütün hayatının birikimini taşır, dolayısıyla 53 yaşındaki bir Nolan’ın çektiği film, onun “en iyi filmi” olacaktır mantıken. Tıpkı 85 yaşındaki usta yönetmen Andrei Konchalovsky’nin, “bu filmi kaç yılda çektiniz?” sorusuna yaşıyla cevap vermesi gibi. İşte bu noktada bir filmin yönetmene değil, o filmi izleyenlere ait olduğu konusu ortaya çıkıyor.

Cillian Murphy, Olli Haaskivi (Edward Condon), Matt Damon ve Dane Dehaan (Kenneth Nichols)

Nolan büyük ihtimalle bugün dahi, Herzog’un The Dark Knight filmini kendisine nezaketen övdüğünü düşünüyor olabilir. Ne de olsa kendisi filmi bitirip rafa kaldırmıştır ve kendi öz filmini, “çizgi roman filmi” şeklinde yaftalamış bile olabilir. Evet The Dark Knight’ta “sırıtan” birkaç nokta olabilir, ancak filmin sinematografisi daha ilk saniyesinden itibaren incelendiğinde, ortada çok değerli bir çalışma bulunduğunu görmemek çok zor. Filmin her saniyesine, Eisenstein’ın terimiyle “film duyumu” hakim. Buna oyunculukları ve senaryonun saat gibi işlemesini de eklediğimizde ortaya ömrümüzün sonuna dek insanlara bazı sahnelerini anlatmaya devam edeceğimiz bir film çıkıyor. Daha fazla uzatmayalım, kanımca Oppenheimer, Christopher Nolan’ın en iyi beş çalışması içinde yer almıyor, bu elbette hem benim öznel fikrim, hem de dediğim gibi bu kanıya varmama neden olan sinema-dışı birçok etmen söz konusu. Öte yandan her Nolan filmi gibi, Oppenheimer da izlenmeyi hak ediyor. Bol filmli günler.

H. Necmi Öztürk

İlgili Dial M for Movie yazıları

Bir Cevap Yazın