38. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterime giren Peterloo, İngiliz yönetmen Mike Leigh’in en yeni çalışması. Genellikle “All or Nothing”, “Secrets and Lies” veya olduğundan çok daha fazla göz önünde bulunması gereken “Life is Sweet” gibi dramlarla, yani karakter ve olay sayısının minimumda seyrettiği filmlerle karşımıza çıkan yönetmen, bu sefer büyük bir prodüksiyona imza atıyor ve 1819 İngiltere’sinde (Manchester) yaşanan büyük bir trajediyi, birçok kişinin hayatını kaybettiği Peterloo katliamını beyazperdeye taşıyor.

Yönetmenin kariyerinde son derece yoğun ve karmaşık insani ilişkileri tüm açıklığıyla gözler önüne seren, oyuncu yönetiminin çok üst düzeyde seyrettiği, gündelik hayatın şiirsel bir boyut kazandığı filmler yer aldığı için, Peterloo da bizi heyecanlandırdı. Mike Leigh sırf sinemaseverlere efsanevi oyuncu Timothy Spall’u hediye ettiği için bile her filmine ilgi gösterilmesini hak ediyor kanımca. 62 yaşındaki oyuncu bu son filmde oynamıyor ama izlerken her an bir sahnede karşımıza çıkacakmış umuduyla izledim, sanırım bu da Sinema-Leigh-Spall düzleminde deneyimlediğim bir Stendhal sendromu.

Filmde öncelikle yüz ifadelerinden bahsetmek zorundayım. Zorunluluk kavramını kullanıyorum çünkü oyuncuların yüz ifadeleri, filmde son derece önemli bir rol üstlenerek izleyiciye hangi olayın veya konuşmanın, hangi karakterde hangi duyguları uyandırdığını göstermekte çok başarılı. Bu başarıyı elbette Mike Leigh oyuncularla paylaşıyor, çünkü Esquire dergisinde çıkan haber sayesinde, 2017 yılında yönetmenin İngiltere’de, ilginç bir yüz yapısına sahip, hatta genel hatlarıyla hüzünlü ve dramatik bir yüz ifadesi bulunan kuzeyliler aradığını biliyoruz. Bu yüz yapıları en başta oyunculuk veya Leigh’in oyuncu yönetimi, ardından da makyaj ve çekim açılarıyla birleştiğinde ortaya çok zengin bir ifade panoraması çıkıyor.

Filmin açılış sahnesinde bile yönetmen Waterloo Savaşı’nın (1815) insanda yaratabileceği dehşeti ve korkuyu betimlemek için kamerasını savaş alanına değil, Joseph karakterinin yüzüne yöneltiyor. Buradaki yakın çekim sayesinde, insanın maruz kalabileceği kafa karışıklığını, korkuyu, dehşeti, olan biteni anlamlandıramayışını yine Joseph’in yüz ifadesinden öğreniyoruz. Filmin büyük bir bölümünü kaplayan politik tartışmalar ve diyaloglar, söylevler vs. sırasında da kamera daha çok konuşan kişiye değil, dinleyici rolündeki aktörlerin suratlarına yönelmiş durumda. Ve söylediğimiz gibi yüz ifadeleri, surat yapıları ve oyunculuklar çok iyi olunca, bu yakın plan çekimler de izleyenleri sıkmak şöyle dursun, son derece ilginç bir hal alıyor.

Söylevler, karakterlerin ve 1800’ler gündelik hayatının tanıtılması çerçevesinde film başarılı bir şekilde dehşetli ve kanlı zirvesine doğru emin adımlarla yol alıp en sonunda az çok yarattığı beklentiyi de karşılamış ve sonlara doğru kraliyet üyelerinin ne kadar gülünç ve gerçeklikten uzak bir dünyada yaşadığını vurgulamış olsa da, Peterloo’nun geleneksel anlamda bir sona sahip olmaması üzerine konuşmak gerek.
Filmler ve sonları üzerine ayrı bir yazı bile yazılabilir elbette. Örneğin Truffaut’nun, kanımca “başka türlü bitmesi düşünülemeyecek” 400 Darbe’sinin havada kalan sonu, konuyla ve filmin genel gidişatıyla son derece uyumludur ve zaten başroldeki çocuğun, Antoine Doinel’in hayatı da sallantıda, sonuçsuz ve belirsizdir. Bu açıdan son’un da belirsiz olması bizi rahatsız etme eğilimi göstermez. Veya genel olarak klişe yüklü korku filmlerine baktığımızda, herkes öldükten veya kötü karakterin “tam olarak” yok olmadığı, devam filminde hortlayacağı belirtildikten sonra, film pat diye biter. Bu da bizi rahatsız etmez çünkü artık filmin söyleyeceği bir şey kalmamıştır.

Peterloo’ya geldiğimizde ise, yukarıda örneklediğim her iki duruma da uymayan bir son yoksunluğuyla karşılaşıyoruz. 1819 Manchester’ında gerçekleşen, sadece barışçıl bir yürüyüş yaparak isteklerini belirtmek isteyen bir kalabalığın bir araya gelmesini takiben kraliyet ve ona bağlı savcılardan oluşan cahil yöneticiler aracılığıyla onlarca kişinin öldürüldüğü, yüzlerce kişinin de yaralandığı bu akıllara durgunluk veren olaydan sonra, Mike Leigh’in eminiz ki söyleyeceği çok şey olmalı. O nedenle “söyleyeceği şey kalmadı” veya “film başka türlü bitemezdi” seçenekleri devre dışı kalıyor naçizane fikrime göre.
Gerçekten de inanılmaz derecede acı ve infial yaratan bu olayın çok gerçekçi bir şekilde betimlenmesinin ardından, seyirci olarak kafamızda bir sürü soru işaretiyle ayrılıyoruz salondan: Katliamdan sonra o yürüyüşe katılan insanlar, hayatta kalanlar neler yaptı, hayatlarına nasıl devam ettiler? Bu olayları yazacaklarını söyleyen gazeteciler sözlerinde durdu mu? Veya kraliyet herhangi bir farklı adım attı mı, vs. vs.

Dediğimiz gibi “The End” konusu son derece geniş bir konu, kimisi “yönetmen seyirciye bir son sağlamak zorunda değil” diyebilir. Bir başkası da “yönetmen filmi nasıl bitireceğini seyirciye mi soracak?” diyebilir. Bunlar hep mantıklı ve haklı sorular. Yine de, özellikle de var olan (açık)sonu yorumladığımızda karşımıza “Krala karşı gelinmez, daha iyi bir yaşam seviyesi talep edenlerin de her zaman başı ezilir” gibi absürd ve Leigh’den bekleyemeyeceğimiz bir görüş çıkma ihtimali varsa, bu filmden bir son bekleme isteğimiz daha da iyi anlaşılacaktır.

Bu yazının da artık son bulması gerek diyerek toparlayalım. Genel bir değerlendirmeyle elbette iyi bir Mike Leigh filmi Peterloo, yine de bir Secrets and Lies veya bir Topsy-Turvy seviyesinde olmadığını naçizane belirtelim. Filmleri sonlarıyla, sonunda filmden çıkarttığınız mesajla hatırlamıyor, aksine onları “sinema bir yolculuktur” düsturuyla izliyor ve sizde bıraktığı genel izlenime göre değerlendiriyorsanız, Peterloo’dan alacağınız keyif oldukça yüksek.