GAREZ: Eskilerden Gelen Kötü Ruhlar ve Yeni İşbirlikçileri

Ünlü korku serisi Ju-On (The Grudge)’ın hikayesinden adapte edilmiş olan Garez -The Grudge (2020), 21 Şubat itibariyle Türkiye’de vizyona girdi. Japon yönetmenler tarafından çekilmiş orijinal seri filmlerinin aksine bu film Amerikalı Nicolas Pesce tarafından yazılıp yönetilmiş. İlk dakikasından itibaren film klişe bir Amerikan gişe filmi olarak kendini gösteriyor. Alışıldık ilişkileri ve beylik replikleriyle daha önce defalarca izlediğimiz bir şablon sunuyor bize. Hikâye, ana karakterin kasabaya taşınmasıyla başlıyor: Genç ve dul bir anne olan Detektif Muldoon (Andrea Riseborough), oğluyla beraber kasabaya taşınır. Detektif Muldoon daha ilk vakasında, kötü ruhlar tarafından işgal edildiğine inanıldığı için herkesin korktuğu bir eve girer.

Evde ruhların etkisi altındaki Faith Matheson ile karşılaştığında kadının hasta olduğunu düşünür. Çıkışta çürük bir insan vücuduyla karşılaştığında doğal olarak bir şeylerin ters olduğunu anlar, ama bu tuhaflıkların mantıklı hatta bilimsel bir sebebi olması gerektiğine inanır. Korkması gerektiğinde korkmaz, çünkü henüz ana karakterimiz modern düşüncenin etkisi altındadır. Kötü ruhlar, şeytanlar, cinler; batıl inançların, eski düşüncelerin parçasıdır, modern düşüncenin alaya aldığı şeylerdir bunlar. Bu yönüyle bu gibi doğaüstü filmlerde yalnızca ana karakterin ‘düşman’la çatışmasını izlemeyiz, eski ve yeni dünya görüşlerinin, modernle gelenekselin, pozitivizmle batıl inançların birbiriyle çatışmasını izleriz.

*** SPOILER BAŞLANGICI ***

Muldoon’un eve girmesiyle beraber, Muldoon’un çatışma içinde olacağı karakter, yani hikâyenin antagonisti evin kendisi olarak tanıtılır izleyiciye. Eve daha önce ayak basmış ve gitgide akli dengesini yitirmiş olan eski detektif Wilson da asıl düşmanın ev olduğunu düşünür, Muldoon’a evi yakıncaya kadar ruhların peşinde dolanacağını söyler. Muldoon’un evi yaktığı filmin doruk sahnesine kadar hikâye bize asıl düşmanın ev olduğunu vurgular. Öte yandan filmin başında, Fiona Landers’ın Japonya’dan gelinceye kadar evin tehlikeli bir yanı olmadığını gözden kaçırmayalım: Kötü ruhları Fiona eve Japonya’dan taşımıştır, yani asıl düşman ev değil Fiona’nin taşıdığı ruhlardır.

Muldoon evi yaktıktan sonraki sahnelerde, ana karakterimiz temel düşmanını yenmiş gibi olumlu bir atmosfer filme hâkim olur; neşeli bir müzikle aydınlık sahneler izleriz. Fakat hala bir tedirginlik vardır: Aydınlık uzun sürmez. Aniden görüntü grileşir ve Muldoon ruhlarla yüz yüze gelir. Film Muldoon’un, kötü ruhların ölmediğini, kendisiyle beraber yaşamaya devam ettiklerini anlamasıyla sonlanır. Anlarız ki asıl düşman hiçbir zaman ev değildir. Asıl düşman, karakterin bu kötü ruhları taşımasına sebep olan içindeki düşmandır. Fiona’nın, Faith’in, Peter’ın ve detektif Muldoon’un içindeki şeytandır ana düşman. Doğaüstü güçlerin hüküm sürdüğü korku filmlerinin temelindeki eski düşünceyle yeni düşünce arasındaki çatışmadan sonraki ikinci temel çatışma çoğunlukla budur zaten: karakterlerin kendi içindeki şeytanlarla olan çatışması. 

*** SPOILER SONU ***

Doğaüstü güçlerin hüküm sürdüğü korku filmlerinin temelindeki eski düşünceyle yeni düşünce arasındaki çatışmadan sonraki ikinci temel çatışma çoğunlukla budur zaten: karakterlerin kendi içindeki şeytanlarla olan çatışması. 

Filmdeki karakterler ve oyuncu kadrosu izlemeye alışkın olduğumuz Hollywood klişelerinin üzerine yeni bir şey eklemiyor. Son yıllarda Hollywood’da ve Oscar’larda ırkçılığa yöneltilen tepkiler bu filmde de etkisini göstermiş gibi görünüyor. Kadrodaki William Matheson karakterini canlandıran siyahi oyuncu Frankie Faison ve Peter’ı canlandıran Asya kökenli John Cho hikâyeye filmin ırkçılık yapmadığını kanıtlama çabasının bir parçası olarak eklenmiş gibi görünüyor. Bu çabaya rağmen eski stereotiplerde çok da bir değişme yok. Başka filmlerde de sıkça gördüğümüz gibi doğaüstü güçleri açıklayan karakter yine William, yani filmdeki tek siyahi karakter. William bakıcı Lorna Moody’ye evdeki ruhları şöyle anlatıyor: Bu ev bu dünyayı diğer dünyaya bağlıyor, bu da bana bütün bunlar bittiğinde Faith’in yeniden kendisi olabileceği umudunu veriyor.

Doğaüstü güçleri anlayan ve anlatan kişinin filmdeki tek siyahi karakter olması yeni bir şey değil. The Shining / Cinnet’te doğaüstü güçlerini çocuğa açıklayan karakter filmdeki tek siyahi karakter olan Hallorann’dı (Scatman Crothars). Farklı kökenlerden insanları farklı bir dünyadanmış gibi doğaüstü bağlantılara sahip olarak resmetmek onları egzotik görmenin, ötekileştirmenin bir ürünü. Filmlerde sürekli kullanılan stereotipiler bu ötekileştirmeleri somutlaştırır; birçok korku filminde aptal ve histerik kadınların resmedilmesinin de cinsiyetçiliğin bir örneği olması gibi. Bu filmde detektif Muldoon özellikle bunun tam tersi bir karakter olarak yaratılmaya çalışılmış; izlemeye alıştığımız kadın karakterlerden daha maskülen, daha korkusuz bir kadın gibi resmedilmiş. Kulaklarının üstündeki saçları tıraşlanmış, kıyafetleri bol ve erkeksi, tavırları atak. Hikâyeyi dikkatli incelediğimizdeyse Muldoon’a erkeksi bir imaj verilirken motivasyonlarının yine de çok feminen bir yerden, ‘annelik içgüdüsü’ üzerinden kurulmuş olduğunu görüyoruz. Temel motivasyonu oğlunu korumak. Buna rağmen kötü ruhlar ona galip geliyor.

Doğaüstü güçlerin temel çatışma unsuru olduğu filmlerde kadınların kötü ruhlarla iş birliği yapmasının, kadınların zayıf olduğu varsayımından ileri geldiğini gösteriyor bize tarih. Kadınların ve küçük kızların şeytanla iş birliği yaptığı hikayeler yüzyıllardır var. Korku filmlerindeki, kötü ruhların etkisinde kalan ve kendisi de kötü ruhlara dönüşen kadınları cadıların modern dünyadaki uyarlaması olarak görebiliriz. Bu kötü ruhlar zaman zaman erkek karakterleri de etkileri altına almalarına rağmen, kötülüğün kaynağı çoğu zaman bir kadın karakterdir. Bu korku filmlerindeki kadınlar bir çeşit cadıdır. Bunu görmek için hikâyenin üstünden geçmemiz yeterli.

Japonya’dan Amerika’daki evine dönen Fiona yanında kötü ruhları getirir, böylece filmde şeytanla iş birliği yapan birinci kadın olur. Fiona’nın ailesini katletmesinden sonra kızı Melinda şeytanın vücut bulmuş hali olur. Neden Fiona’nın katlettiği kocası değil de kızı bu kadar önemli rol oynuyor peki? Bunun iki sebebi var. Çocukların saf ve temiz sayılması insanları onlara karşı daha korunmasız kılar, bu yüzden çocukların vücutları kötü ruhlar için avantajlı bir araçtır; ve kız çocukları böyle korku hikayelerinde karşımıza kötü ruh olarak sıkça çıkar. Fiona’nın cinnetinden sonra Peter’ın Melinda’nın etkisine kapılıp karısını ve kendisini öldürmesiyle devam eder garez.

Peter, hikâyede kötü ruhların etkisi altında başkalarına zarar veren tek erkek karakterdir. Detektif Wilson da ruhlardan etkilenir fakat o başkalarına değil kendisine zarar verir. Faith ve William’ın ikisi de ruhları görmesine rağmen onlarla iş birliği yapan William değil Faith olur. Filmdeki kadınların oynadığı rol hep bu garezi yaymakla veya annelikle ilişkiliyken, filmdeki erkekler çok çeşitli roller oynuyorlar. Detektif Goodman soğukkanlılığı ve temkinli olmayı temsil ediyor; detektif Wilson ise iradeyi. Peter kötülüğe yenik düşmeyi temsil ederken William inancı ve bilgeliği temsil ediyor. Filmdeki üç yetişkin kadın da annelikle ilişkilendirilen tek bir karakterken erkekler birbirinden farklılar, bireyler.

Filmin sinematik başarıları yok diyemeyiz. Özellikle aklımda kalan sahne, Muldoon’un polis merkezinde tuvaletten çıktığında ruh tarafından takip edildiğini düşündüğü sahne örneğin. Takip edildiğini düşünen Muldoon, güvenlik kamerası görüntülerini izler ve bu görüntülerde kendini takip eden ruhu görür. Ruhu takip eder, ışıklar söner, ruhu yeniden görür, silahını çeker ve birden ışıklar yanar, namlusunun ucunda kimse yoktur. Bu sekansın ritmi görsel ve duygusal olarak oldukça tatmin ediciydi, seçilen kamera açıları ve planların kesildiği noktaların hassas dengesi güzel bir dans koreografisi izliyormuş hissi yaşattı bana. Muldoon’un yanına gelen diğer polisin yüz ifadesinden kadının diğerlerinin gözünde artık delirmeye başladığını anladık. Başkaları gibi düşünmeyen, başkaları gibi rasyonel davranmayan insanlara deli denir modern toplumda; Muldoon da ölmüş insanların ruhlarını gördüğü için, yani doğaüstü güçlere inanmaya başladığı için deli sayılıyordu artık.

Biraz da filmin müziklerine değinecek olursak, girişteki birkaç sahnede yersiz ve hatta gereksizdiler: Önemli bir olay yokken yükselen bir gerilim müziğiyle, ailenin dramından bahsedilirken durumun dramatikliğini zorla kabul ettirmeye çalışan bir hüzün müziğiyle karşılaştık. Replikler de müzikler gibi havada kalıyordu filmin ilk dakikalarında. Olaylar daha sürükleyici bir hal aldıkça müzikler orijinalleşti. Özellikle detektifin evi yaktığı sahnede müzik hem güçlü hem de eğlenceli bir hal aldı. Yine de filmin başından sonuna kadar, hikâye gibi müzikler de, izlemeye alıştığımız Amerikan filmlerinden farklı bir şey sunmuyordu bize.

Garez, sürükleyici anlatısıyla sıkılmadan izlenen fakat türünün başka örneklerinden herhangi bir şekilde ayrılmayan bir film. Korkmak isteyen izleyicinin seçmesi gereken film bu değil, fakat keyifli zaman geçirmek ve düşüncelerinden arınmak isteyen izleyici için bu film doğru bir tercih olabilir. Film dikkat dağıtmadan baştan sona kadar izleyiciyi hikâyede tutmayı başarıyor, bunu dramatik yapının gerektirdiği kritik noktaların tamı tamına uygulanmasındaki başarısına bağlayabiliriz. Bunun yanı sıra Japon yönetmenlerin ürünü olan orijinal serinin atmosferini bu filmde de bulmayı bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaktır, şayet film başından sonuna kadar tipik bir Amerikan filmi.

Eda Bebek

Bir Cevap Yazın