1868 yılında Amerikalı yazar Louisa May Alcott tarafından tamamlanmış olan Little Women romanı, birbirinden özel yeteneklere sahip olan, dönemin verdiği zor koşullar altında ezilmeden ayakta durmaya çalışan güçlü kadınların bir (oto)biyografisini sunar nitelikte. Daha önce mini dizi de dahil olmak üzere birçok kez sinemaya da uyarlanan bu eserin en bilindik uyarlaması Gillian Armstrong’un 1994 yılında çektiği aynı isimli filmidir. Aradan yıllar geçmesine rağmen bugün hala nesilden nesle aktarılan Little Women’ı 21. yüzyılda Greta Gerwig’in yönetmenliğinde izliyoruz.

Bugüne kadar hem erkek hem de kadın yönetmenler tarafından defalarca kez ele alınan Little Women, hikayesinde birbirinden farklı hayat görüşü olan kadınların yaşadıklarını gözler önüne sermesiyle hem zamanında (ve hala bugün) birçok kişinin gönlünü fethetmiş hem de hangi yüzyılda olunursa olunsun hikayesini deneyimleyenleri derinden sarsmıştır. Özellikle son beş seneye baktığımızda Little Women uyarlamalarının fazlalığı göz kamaştırıyor. 2017 yılında başrollerinde Maya Hawke, Kathryn Newton ve Willa Fitzgerald gibi isimlerin yer aldığı mini dizi ve 2018 yılında Clare Niederpruem’un yönetmenliğindeki aynı adlı uzun metraj film de dahil olmak üzere bugün Greta Gerwig’in yönetmenliğindeki Little Women’a gelene kadar Amerikan İç Savaşı’ndaki bu dört genç kadını birçok defa farklı yönetmenlerin aktardıklarından tanımaya çalıştık.

Godot’yu Beklerken
İç Savaş’ta doktor olan babalarını (Bob Odenkirk) bekleyen dört kız kardeşin her ne kadar birbirleriyle herhangi bir benzer özelliği olmasa da her biri, birbirlerine karşı besledikleri sevgi ile herkesin imreneceği türden sıcak bir aile tablosu çiziyor. Kadın olmanın zorluğu üzerine her dönem hemen her sanat alanında eserler verilse de bu zorluklar belki de savaş döneminde çekilen zorluklar kadar çok ciddiye alınmamıştır.

Gerwig’in uyarlamasında Amerikan İç Savaşı’na dair herhangi bir iz görmeyiz ancak biliriz ki ailenin babası o esnada savaştadır. Her ne kadar aile, babaları savaştayken maddi ve manevi olarak belli sıkıntılar çekse de film boyunca çok ciddi savaş dönemi sıkıntılarının yansımalarını görmeyiz. Hatta yönetmenin aktardıkları aracılığıyla karakterlerin iç dünyasına indiğimizde bile ne babalarının hayatta olmasıyla ilgili ne de tam olarak maddi ve buna bağlı olarak duygusal yıpranmalara dair izlere tanık oluruz.

Gerwig, film boyunca karakterlerin varoluşsal buhranlarına iner. Film bu açıdan öznel yapıda ilerleyen bir karakter filminin yansıtması gereken temel özelliklere sahiptir. Yönetmen karakterlerin iç dünyasını çok şeffaf bir şekilde yansıtma yoluna gitmiş. Başrollerinde Saoirse Ronan, Emma Watson, Florence Pugh, Laura Dern ve Timothée Chalamet gibi isimlere Louis Garrel ve Meryl Streep eşlik ediyor. Filmin kadrosu çoğunlukla son dönemin öne çıkan isimlerinden oluşmakta. Oyuncu kadrosunun iskeletini bu şekilde oluşturmasıyla bile ilgiyi hak eden Gerwig, bu sefer de farklı kamera ve kurgu teknikleriyle dikkatimizi ayakta tutmaya devam ediyor.

Peki Şimdi Hangi Zamandayız?
İki saati aşkın süresiyle görsel, duyusal ve duyumsal şölen Little Women’da flashback ve flashforward sorunsalı en çok dikkat isteyen unsurların başında geliyor. Filmin bazı sekanslarında bir olay üzerinden birden kendinizi geçmişte bulabilirken sonra hemen yakın geleceğe dahil olabiliyorsunuz. Zaman geçişlerini izleyiciye aktarma konusunda yönetmenin oldukça bilindik ama takip etmesi eğlenceli taktiği uyguladığını söyleyebiliriz: Saçlar.

Filmde, anlatının ilerisinde veyahut gerisinde olduğunuzu anlayabilmek için karakterlerin saçlarına pür dikkat kesilmeniz oldukça önemli. Özellikle Florence Pugh’un canlandırdığı Amy March karakteri üzerinden bunu rahatlıkla görebilirsiniz.

Saç modellerinin yanı sıra anlatıdaki zamansal değişimleri karakterlerin kıyafetlerinden de anlayabilmek mümkün. Mekana ve gerçekleşen etkinliklere göre değişim gösteren kıyafetler aynı zamanda karakterlerin büyüyüp olgunlaşmasıyla da ilgili görsel ve zamansal ipuçları veriyor. Gerwig film boyunca anlatıdaki zaman düzlemini doğrudan vermek yerine bir anda sekansları bölerek filmlerde zaman kavramını yansıtmak adına yeni bir tartışma konusu açmış diyebiliriz. Bu unsur kimileri için filmin en zayıf halkası olabilme ihtimaline sahipken kimileri için de filmin en temel, taçlandırılabilir unsuru olduğu şüphe götürmez.

Karakterler Döneminin Temsili mi?
Her dönemin, genelleme yaparsak karakteristik bir insan tipolojisine sahip olduğu söylenebilir. İç Savaş’ın yaşandığı dönemde geçen Little Women’daki karakterlerin herhangi birisi için doğrudan dönemin temsilidir diyebilmek güç. Özellikle filmde en kendinden emin, ayaklarının yere sağlam bastığı izlenimini veren, Saoirse Ronan’ın canlandırdığı Jo March karakteri (bu karakterin romanın bizzat yazarının kendisi olduğu düşünülüyor) bile kendini kaybetme durumlarına yaklaşmışken Little Women’daki tüm kadın karakterler için eşdeğerde bir saptama yapmak zor. Belki dönemin bir nevi savaş dalgasında kulaç atanları diyebiliriz onlar için; dalgalar boyut değiştirdikçe karakterlerin de dışavurumu ona göre şekillenebiliyor. Ancak burada tek fark savaş mevzusunun ikinci planda bile olmaması. Bu durum belki de uyarlanan eserin başlangıçta sadece çocuklar için yazılmış olmasına bağlanabilir.

Sekanslarda Renk Geçişleri ve Müzik Kullanımı
Birbirini takip eden hızlı flashback ve flashforward sorunsalını takiben filmin en yenilikçi yanlarından biri de karakterlerin ruh hallerine göre sekanslarda renk değişimlerinin bulunması. Hatta bu renk geçişlerini yılın dört mevsimi şeklinde de yorumlayabilmek mümkün. Bu doğrultuda sonbahar renklerinin hâkim olduğu sekanslar hüzün, ilkbahar renklerinin yoğunlaştığı sekanslar neşe, kış renklerinin baskın geldiği sekanslar ciddiyet, yaz renklerinin gün yüzüne çıktığı sekanslar da mutluluk hallerinin dışavurumu olarak yorumlanabilir. Her ne kadar bu renk geçişleriyle ruh hallerini belirtme durumu sinema dünyasında daha önce işlenilmiş bir teknik detay olsa da Greta Gerwig’in yorumuyla tekrar deneyimlemek çok değerli. Yönetmenin 2017 yapımı Lady Bird filminden sonra kamera kullanımını ne kadar değiştirdiğini görmek de cabası.

Fransız besteci Alexandre Desplat’nın elinden çıkan filmin müzikleri de tıpkı sekanslar arası renk değişimleri gibi dikkate değer nitelikte. Özellikle dönem ve klasik müzik tınılarına ağırlık veren Desplat’nın filmografisinde The Grand Budapest Hotel, The King’s Speech, The French Dispatch ve J’accuse gibi ağır toplar bulunmakta.

Greta Gerwig’in elinden çıkan Little Women’ı izlemek için birçok sebep var; öncelikle Lady Bird’den sonra yönetmenliğinin çok daha güçlü bir yapıya oturduğunu teslim etmek gerekiyor. Bunun dışında kullanılan teknik ve kurgunun önceki hatta yakın geçmişteki Little Women uyarlamalarından daha farklı bir yapıya sahip olması da küçümsenmeyecek bir ayrıntı. Filmin anlatısı her ne kadar bilindik bir hikâyeyi gözler önüne serse de beyazperdede her bir kadının farklı ruhsal durumuna rahatlıkla girebiliyoruz. Tüm bunlar ışığında dönemsel, nostaljik bir sinema deneyimine davet ediyor sizi Little Women.