Elia Suleiman’ın 2019 yapımı filmi Burası Cennet Olmalı (It Must Be Heaven) Dünya prömiyerini yaptığı 72. Cannes Film Festivali’nde 2 ödül birden kazandı. Bundan önceki filmlerinde Filistin’i Dünya’nın bir mikrokozmosu olarak gördüğünü söyleyen Suleiman, Burası Cennet Olmalı içinse tam tersini dikte ediyor: Bu sefer Dünya Filistin’in bir mikrokozmosu olarak kendini gösteriyor. Varılan her yeni şehir bir cennet arayışında olan kahramana yepyeni bir yuva olacağına, Filistin’in içsel kaosunu, huzursuzluğunu ve düzen bozukluğunu devam ettiriyor ve kahramanı bünyesinden dışarı atıyor. Bu şehirler Filistin’deki ırkçılığın, polis zorbalığının ve silah sevdasının yansımalarını göstermeye devam ederken, izleyicisine adeta bir distopya sunuyor.

Polis gibi, normal şartlarda bizi koruyor ve düzeni sağlıyor olması gereken güçlerin işlevsizliği ve daha birçok siyasal, sosyopolitik unsurun eleştirisini yapan film için, absürt bir komedi niteliği taşıyor diyebiliriz. Ana karakteri yönetmenin kendisinin canlandırıyor olması bile filmde önemli bir ayrıntı olarak öne çıkıyor. Bu durum filme ve aşılanmak istenen fikre öznel bir anlam katarak, yönetmenin izleyicisine yansıtmak istediği fikri, nispeten daha aracısız bir şekilde iletmesine olanak sağlıyor. Önemli ayrıntılardan bir diğeri ise bu paralel evrendeki karakter ES’in (Elia Suleiman) film boyunca başına ne gelirse gelsin asla konuşmuyor olması. Ancak tek bir sahnede, taksideyken şoför tarafından nereden geldiği sorulduğunda verdiği “Filistin” cevabıyla sesini çıkardığını görüyoruz. Bu taksi sahnesi aynı zamanda popüler kültürün diğer kültürleri metalaştırma ve bir reklam nesnesi haline getirme sorununu da incelemeye fırsat tanıyor. Filistin’in Nazire bölgesinden gelen birinin varlığı taksici için bir “reklam” niteliği taşırken, ES ilk ve son defa bu sahnede konuştuğunda, yurdu Filistin’in önemi gözler önüne seriliyor.

Yuva Bulunan Bir Şey midir Yoksa İnsan Onu Hep Kendisiyle mi Taşır?
Filmin diğer ayrıntılarına geçmeden önce genel sinematografik davranış biçimine bakmak yerinde olacaktır. Filmde daimi bir simetrinin bulunduğunu görüyoruz. Filmin biçimsel düzeninin önemini ve çoğu zaman bir anlam ihtiva ettiğini, üstelik bu anlamı aramak gerektiğini biliyoruz. Dolayısıyla, filmde üst üste ve ısrarla uygulanan bir durum rastlantı olmaktan çıkıyor ve altta yatan bir sebebin varlığına işaret ediyor. Peki, simetri Burası Cennet Olmalı’da bize ne ifade ediyor veya etmeli?

Filmlerindeki simetri varlığıyla adından söz ettiren Wes Anderson düşünüldüğünde onun eserlerinde simetri unsurunun nostaljiyi, bir özlemi çağrıştırdığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz; zamanda kaybolup gitmiş, yalnızca insanların belleklerinde yer alan, geri dönmeyecek bir güzellik ve huzur zamanını konu alan bir özlem. Burası Cennet Olmalı’da ise simetri hem bir güldürü ögesi yaratıyor hem de zihinlerdeki eski güzel ve özgür Filistin fikrini canlandırıyor. Aynı zamanda burada simetriyi içinde yaşanılabilecek bir başka yuva arayışına rağmen, yerine terk edilen vatandaki sorunlarla karşılaşmaya devam etme ve hep asıl yuvadan izler bulma olarak anlamlandırabiliriz. Tek bir şeyi yansıttığını söylemek güç, zira bu filmdeki birçok ögenin pek çok farklı okuması yapılabilmekte.

Filmi anlamlandırırken öncelikle Elia Suleiman’ın kendisini ve genel tarzını incelemek gerekiyor. Filmde her şeye gündelik hayatın akışında tanık oluyoruz. Bir anormallik veya bir görkem olmadığını görüyoruz. Dışarıda bir kahve içmek, şarabını yudumlarken etrafı seyretmek, sokaktan geçenleri izlemek, komşuyla muhabbet etmek, bahçedeki limon ağacının bir komşu tarafından talan edilmesini izlemek… Bunların hepsi çok sıradan, “büyük olay”lardan ve savaş filmlerinin görkeminden arındırılmış sade bir yapıt sunuyor. Elia Suleiman bu gündelik hayatın acelesizliğini ve burada yatan anlatım gücünü arkasına alarak, bundan kuvvet alarak yapıyor eleştirisini. Etrafındaki her şeyin gözetleyicisi, her şeyin tanığı, ancak harekete geçmeyeni yine o. Bu hareketsizliğinin altında bile bir eleştiri yatıyor. Filistin’in başına gelenlere rağmen, tüm dünyanın bu konuda tepkisiz kalmasını bu şekilde eleştiriyor Elia Suleiman. Bir anlamsızlık silsilesine bir başka anlamsızlıkla, absürtlüğüyle yanıt veriyor.

Savaşın ve Şiddetin Anlamsızlığına Karşı Bir Protesto Ögesi Olarak İfadesizlik
Elia Suleiman dikenli mizah anlayışı açısından Buster Keaton‘a pek çok kez benzetilmiş bir yönetmen. Suleiman’ın her nereye gitse kendisiyle götürdüğü dünyası olan Nasıra’da işler ne kadar karışsa da, o bu kaotik dünyada mimiksiz ve ifadesiz, hareketsiz kalmaya devam ediyor. Bu açıdan da bu iki yönetmen birbirine pek çok kez benzetilmiş, iki yönetmenin de duygusuz ve hatta somurtkan bir yüz ifadesiyle olaylara karşı koyduğu söylenmiştir[1]. İkisinin de ortak özelliği olan bu soğuk tavır, olaylara objektif bir biçimde belli bir uzaklıktan bakıyor hissi veriyor. Elia Suleiman Buster Keaton’la aynı zamanda ana karakter olarak kendisini kullanma biçimiyle de benzeşiyor.

ES, limonları çalınsa da, kendisine ilginç bir hikâye anlatılsa da, karşısında eli sopalı ve kendisine doğru koşan birçok insan görüyor olsa da hep aynı ifadeye ve durağanlığa sahip. Kaçmıyor, karşı koymuyor ve tepki de vermiyor. Karşılaştığı şey her ne olursa olsun, yanından süzülüp gitmesine izin veriyor. Karşısına ne gelirse onu yaşıyor ve yoluna devam ediyor. Bu tepkisizlik seviyesi filmin güldürü ögesini beslerken, Suleiman’ın vermek istediği anlamsızlık fikrini de pekiştiriyor.

Filmin Filistin’in başına gelenlerle alakalı bir tepki ögesi taşıdığı aşikâr. Lakin Suleiman bunu herhangi bir propaganda aracı kullanmadan yapıyor. Spesifik bir şeyi dikte etmek yerine, anlamı ve hareketi izleyicisine bırakıyor. Rutinliği devamlı olarak yüzümüze çarparken, bilgisayarın üzerine ısrarla çıkmak isteyen bir kuşu ve ES’in onu eliyle nazikçe uzaklaştırışını tekrar tekrar gösteriyor usanmadan. Kendi yöntemiyle ileri geri gidip su taşımaya çalışan bir kadını hem ES hem de kamera takip ediyor. Bu sayede izleyici tıpkı ES gibi olayların bir tanığı olma kimliğini ediniyor. Filmdeki anlamsız ögelerin birleşimi ve harmonisi bir anlam yaratıyor.

Filmdeki müzik kullanımı öyle vurucu ve anlamlı bir seviyede ki filmle ilgili bahsedilmesi elzem olan unsurlardan biri olarak yer alıyor. Suleiman bir filmin klasik denilebilecek müzikleri dışında kendi kültürünün etnik müziklerini dikkatle seçerek, uygun yerlerde kullanmış. Bu sayede seyirci bu kültürü çok iyi tanımasa bile istemsiz bir yakınlık, bir sempati hissediyor.
Gerçek Yuvadan Kaçış Yok
Her şeyi alaycı bir tavırla ele alan Elia Suleiman, aslında bu tavrının altında çok önemli soruları sorduruyor izleyicisine: Gerçekten ev diye nereye denir? Ev neresidir? Nereden gelindiği bilgisi, gidilen her yere taşınır mı? Bu soruların cevapları filmin kendisinde bulunuyor. ES gittiği her yere Filistin’i de götürüyor. Tanklar, savaş uçakları, ırkçılık, ayrımcılık, silahlanma ve sosyal huzursuzluk her yerde. Havaalanlarında ve rutin kontrollerde bile bir dışlayıcılık, bir ayrımcılık var.

ES kendi yurdundaki bu rahatsızlıktan kaçmaya çalışırken, uğradığı her yerde bu ögelerden esintiler görüyor. Kaçış uğruna gittiği her yere, yüreğindeki hasta Filistin’i götürüyor. Bunları alaycı bir tavırla yapıyor olsa da Elia Suleiman, kavramların ve yuva arayışının altını çok somut bir biçimde çizebiliyor. Gidilen her şehir, distopik bir ögeye dönüşüyor. Sokaklarından savaş malzemelerinin geçtiği kentler, yer yer birçok insana ev sahipliği yapıyor, yer yer hayalet şehirlere dönüşüyor. Bomboş sokaklarında yalnızca ES’in kaldığı sokaklar, gidilen hiçbir yerde huzur olmayacağını hatırlatıyor. Bu da geride bırakılan, Hasta Ev’i hatırlatıyor.

*** SPOILER BAŞLANGICI ***
Filmin sonu, Elia Suleiman’ın yansıtmak istediği ideolojisi adına konuşulacak olursa, yönetmenin en açık olduğu noktalardan bir tanesi. Bundan önceki kısımlarda daha kapalı ve alt anlamlı olarak gördüğümüz Burası Cennet Olmalı, süresinin sonuna yaklaşırken kapanışı çok daha açık ve göze sokar bir biçimde yapıyor. ES Central Park’ta gezerken, alışkın olduğumuz üzere dünya tanıklığına devam ediyor. O sırada melek kanatlı bir kadın görüyor. Daha sonra bu melek kanatlı kadını polis kuvvetlerinin alt etmeye çalıştığını görüyoruz çünkü üzerinde bir kıyafet olmamak suretiyle, bedenin üst kısmını Filistin renklerine boyamış. Her yerde şiddet, kaos ve sorunlar kol gezerken, birçok polisin yalnızca tek bir kadını yakalamak için bu kadar efor sarf etmesi yine izleyiciyi düşündürüyor. Çünkü filmin başında gördüğümüz polisler, akıl almaz bir körlükle gözlerinin önünde gerçekleşen vandallığı görmüyor, bu konuda hiçbir şey yapmıyordu.

Akabinde melek kanatlı kadını yakalamayı başaran polisler, onun bu çıplaklığını kapatacak biçimde onu zapt edebilmek için üzerine atlıyorlar. Örtüyü kaldırdıklarında ise kadının yani Filistin’in gitmiş olduğunu, yerine kanatların kaldığını görüyoruz. Bu sahne aklımıza ES’in tarot falı baktırdığı sahneyi getiriyor. Falda kendisiyle alakalı bir şeyler duymayı beklerken, aslında ES’in Filistin için tarot falı baktırdığını öğreniyoruz. Bu da “Bir ülkenin geleceğine tarot falları mı karar verecek?” sorusunu sorduruyor ve bir başka absürt komedi ögesine dönüşüyor.
*** SPOILER SONU ***

Burası Cennet Olmalı tüm süresi boyunca bir şekilde izleyicisini güldürüyor. Düşündürse veya hüzünlendirecek olsa bile bunu zihni veya ruhu yoran bir biçimde yapmıyor. Film, görüntüleri ve Elia Suleiman’ın oyunculuğu sebebiyle daha çok komedi gibi görünse de, asıl işini süresi bittikten sonra yapıyor. Zihne yavaş yavaş damlayıp bir birikinti oluşan su damlaları gibi, üzerinden zaman geçtikçe ve güldürü ögeleri etkisini yitirdikçe daha ciddi ve insanı düşündürücü bir anlam kazanıyor. O zaman tüm bu anlamsızlığın ve tuhaf hareketsizliğin altında yatanlar izleyici tarafından gerçek anlamda kavranmaya başlıyor.
[1] The Story of Film: An Odyssey (2011) belgeselinde bu konuya kısaca değinilmiştir.