THE THIRD DAY – Bölüm 4: Ataerkinin Sonu

Toplamda altı bölümlük bir mini dizi olarak tasarlanan The Third Day’in dördüncü bölümünde artık yaz sezonunu geride bırakıp kış sezonuna adım atmayı beklerken bu bölüm beklentilerimizi boşa çıkarmışa benziyor. Kış gelmesine geliyor ancak, tamamen yeni bir kurgu bizi karşılamıyor. Dördüncü bölümde anlatıya katılacak yeni karakterlerle birlikte yeni bir hikaye bağlamını görmeyi ümit ederken senaryonun tüm 6 bölümünün de birbiriyle bağlantılı olduğu bilgisi bu bölümle birlikte izleyiciyle paylaşılmış oldu. Daha önceki yazılarımızda da bahsettiğimiz gibi dizi, Yaz (ilk üç bölüm) ve Kış (son üç bölüm) şeklinde iki parçaya ayrılmıştı; mevsimlerin bu ayrımını 4. bölümle birlikte çok sert bir şekilde hissediyoruz.

Gökyüzünde parlayan güneşten yoksun, tamamen sisin altında kalmış bir Osea adası, içinde ikamet edenlerin kat kat giyinmiş olmalarıyla birlikte izleyiciye yansıtılmaya çalışılan mevsimsel değişiklik ön planda. Burada en önemli soru ise yaz mevsiminde yapılması planlanan festivalin Osea’yi kurtarmaya yetip yetmediği. Adanın “babası”, gerçekten adayı tüm sıkıntılarından arındıracak mıydı? Bildiğiniz üzere eğer ada tüm sıkıntılarından, dertlerinden arınmayı başarabilirse o zaman tüm dünya da onunla birlikte huzura erecekti. Bu anlamda şu an içinde bulunduğumuz pandemi dönemine de göndermede bulunan The Third Day, 4. bölümüyle birlikte Osea’nin sıkıntılarından hala kopamadığının işaretlerini veriyor. 

Başlığı “Monday – The Mother” olan dördüncü bölüm, bu adlandırmasıyla bize en başından birçok ipucu verirken, sürekli olarak annelik kavramına ve bir anlamda Amazon kadınlarına da göndermelerde bulunuyor. İlk üç bölümünde erişilemeyen ve bir anlamda tamamen tüm oyunun dışında bırakılan Baba figürü artık bu bölümle biraz daha silikleşiyor ve yerini Anne diye adlandırılabilecek kişiye bırakıyor. Ancak bu bölümle birlikte, tabiri caizse anlatıdaki annelerin sayısı artıyor. Kış sezonunun bir nevi kahramanı sayılan Helen (Naomie Harris) ve çocukları Ellie (Nico Parker) ile Talulah (Charlotte Gairdner-Mihell) bölümün hemen açılışında karşımıza çıkıyor. Dizinin sinopsisini okuduktan sonra ise onlarla karşılaşmak bizi hiç şaşırtmıyor. Uzun bir yol sahnesine sahip olan bölümün girişinde hemen bu üç yeni karakteri tanımaya başlıyoruz; hangi kardeşin daha baskın, hangisinin daha bilinçli karaktere sahip olduğunu görüyoruz. 

Anne ise bir muğlaklık içinde, Osea’ye doğru yol aldığı arabasıyla birlikte kendi içinde sakladığı bir sırla sanki bu seyahati tek başına yapıyor gibi gözüküyor. Helen sayesinde Osea’ye giden yolu daha detaylı bir şekilde görebiliyoruz ve bu anlamda aslında doğa görselleriyle ve doğanın kendisiyle daha haşır neşir oluyoruz. Bu da bölümün daha başlar başlamaz “Osea’ye Hoş Geldiniz!” ifadesi oluyor. İlk üç bölümün görselliğine göre daha karanlık ve canlı olmayan renkler bizi karşılıyor. Bu da yine mevsimsel değişimin işaretleri olarak yansıyor. Bu noktada ister hikâye gereği isterse çekim ekibindeki değişikliklerden kaynaklanmış olsun, bölümün açılışıyla birlikte sinematografinin yükselen kalitesini hissettiğimizi de ekleyelim. Ayrıca ilk üç bölümde sıklıkla karşılaştığımız yakın çekimlere bu bölüm itibariyle ara verildiğini görüyoruz. Bu bölümde toplamda 10 dakika süren Osea yolculuğuyla adaya vardığımızda ise adayı önceki bölümlerde bıraktığımız gibi bulamıyoruz. 

Dizinin ilk üç bölümüyle akıllıca bağlanmış olduğu hissiyatını veren bu bölümle birlikte, adanın ve ada halkının geneline yayılmış olan gizem unsurunun hala aktif olduğunu görüyoruz. Anlatıya yeni karakterlerin katılımıyla birlikte aslında Osea hakkında ilk üç bölüm boyunca keşfedemediklerimizi bu bölümde Helen ile birlikte keşfediyoruz. Adaya gidiyoruz, adada herkes bizden kaçıyor. Airbnb üzerinden bir ev kiralamışız, şansımız çok yerindeymiş gibi bu evin kapıları yüzümüze kapanıyor ve hiçbir yerde istenmiyoruz. Oysa ilk üç bölümde Sam (Jude Law) ile birlikte adada ne de hoş karşılanmıştık. Bu bölümde tam olarak istenmediğimizi görüyoruz. Bu da Osea’yi anlamak ve buranın nasıl bir yer olduğunu çözmek için iyi bir fırsat. Bir anlatıda yeni karakterler demek 1000 kez gördüğümüz masayı 1001. kez gördüğümüzde ona yine farklı bir gözle bakmak demektir. Bu bölümdeki bazı karakterler ve nesneler için tam anlamıyla böyle bir ifade kullanmak yerinde olacaktır. 

Anakarayı Keşfetme Yolunda Yeni Ritüeller

Helen ile birlikte Osea’nin daha önce görmediğimiz bölgelerini ilk defa ziyaret ederken, ada halkının başka ritüellerine de şahit oluruz. İlginçtir ki dizinin anlatısında başlangıçtan itibaren canlı canlı bir ritüel gerçekleşmemiş olsa da her zaman etrafa bırakılan tuhaf nesneler, hayvanların iç organlarının dizilimi ve mekânın içine sızan ayin dışavurumlarıyla her zaman bir ritüelin söz konusu olduğunu hissederiz. Bu anlamda belki Osea’de gözle görülebilir bir ritüel henüz açık edilmemişken, daha önce yapılmış olması muhtemel birçok ritüeli hayal edebiliriz. Kendimizi Helen ile birlikte tüm bu ayrıntıları keşfederken, Helen’den çok daha fazlasını bilip onun önünde olduğumuzu düşünürüz ancak 4. bölüm bu konuda da yanıldığımızı gösterecektir.

Herkesin Kendi İçin Hazırladığı Bir Son Var

Dizinin bu bölümünde başlangıçtan beri Helen’in neden Osea’ya geldiğini merak ederiz. Bölüm sonunda her ne kadar birçok şey su yüzüne usulca çıkmış olsa da adadaki herkese baktığımızda her karakterin kendi için arzuladığı, yanıp tutuştuğu bir son olduğunu fark ederiz. Dizinin 3. bölümünü Osea için başlangıçtan beri umut olarak sayılabilecek bir durumun kapanışıyla bitirmiştik. Bu noktada yeni bölümlerin başka umutlar yaratması da olasılıklar arasındaydı. Bölümün adı vesilesiyle bir doğumun gerçekleşeceği iması, ada için aynı zamanda yeniden doğuşun da habercisiydi. Ancak The Third Day, “doğum”, “annelik” kavramları altında her zaman sahip olduğumuz bakış açısını kolaylıkla ve hiç çekinmeden yıktı. Sam ile birlikte bir dönem kapanmış, Baba’nın huzuru sağladığıtüm muhtemel gelecekler tükenmişti. Böyle bir durumda gözler doğal olarak yeni bir Baba arayışına yönelmişken dizi, izleyicileri şaşırtarak odağını Anne’ye doğrulttu. 

Marc Munden’ın Bakış Açısından Philippa Lowthorpe’un Bakış Açısına

Adada her çaldığı kapıdan bir bir kovulan Helen bize 2000’lerin artık klişeleşmiş korku filmleri sayılan The Hills Have Eyes (2006) ve Wrong Turn (2003) filmlerini hatırlatıyor. Ana karakter varacağı noktaya ulaşana kadar, bulunduğu noktayı terk etmesi üzerine birçok ısrarla karşılaşıyor ancak bir yerden sonra ısrarlar yerini sessizliğe bırakınca ana karakterin kendi kendine çizdiği hikaye akışı da yolunu bir şekilde buluyor. Dizinin ilk üç bölümü daha önce Utopia (2013-2014), National Treasure (2016) gibi yapımlarda yer alan yönetmen Marc Munden’ın kamerasından çıkmıştı.

Onunla beraber adayla ilgili gördüğümüz her şeye çok daha yakından bakıp dizideki her bir sekansın canlılığını ve hatta bir nevi kartpostal ya da bilgisayarlarda kullanılan duvar kağıtlarına benzer manzaraları deneyimlemiştik. Öyle ki çoğu zaman dizide “Hepimiz bir hayal dünyasında mı yaşıyoruz?” sorusu aklımızı çelmişti. Dizinin son üç bölümünde yönetmen koltuğundaki değişim ise (Philippa Lowthorpe) dizinin bu aşamasından sonraki kısımlara kadın gözü ile bakmamıza olanak sağlar. Bu iki farklı yapıyı görmemiz açısından, iki mevsimin birbirinden farklı iki yönetmen tarafından yönetilmiş olması The Third Day’i daha iyi bir şekilde yorumlama konusunda seyirciye yardımcı oluyor. 

Dizinin son üç bölümü, The Crown (2016), Three Girls (2017) gibi yapımlarda yer alan Philippa Lowthorpe tarafından yönetiliyor. Dizinin bu bölümü boyunca her iki yönetmen arasındaki fark çok rahat anlaşılabilir düzeyde. Bölümün adı her ne kadar yine kurtuluşa yönelik bir atıfta bulunsa da bölüm sonuna göre ada halkının kurtulma ya da arınmasına yönelik bir durumla karşılaşmayız. Bu da Anne kavramının her zaman yeniden doğma, kurtulma, yenilenme gibi akla ilk gelen alt anlamlarını yıkma ihtimalini barındırıyor. Bunun yanı sıra Helen’ın, adaya ayağını basar basmaz “OUT SHE DIE” gibi yazıların yer aldığı mekanlarla karşılaşması çok da rastlantı değil. Her yerde çizilmiş olan kadın cinsel organına yönelik ifadeler, bölümün Anne konusunda sempati besleyip beslemediğini net olarak göstermiyor. Klasik korku kinayelerinin ve klişelerinin törpülenmiş halini bu bölümde görmek mümkün. Bunun en önemli örneği de bölümün hemen bitişinde karşımıza çıkan bir fotoğraf karesi. Bu kare ile birlikte dizide, daha önce sanki farklı olarak sunumu yapılacak gibi gözüken altı bölümün de bağlantı noktasına erişilebilir. 

Ya Güvende Olduğumuz Tek Yer Burasıysa?

Bölüm boyunca aklımıza bir çivi gibi çakılan bu soru aynı zamanda insanın tedirgin olması için yeterli oranda gerilim sağlıyor. İlk 3 bölüm boyunca dünyadaki en güvenli yerin Osea olup olmadığına dair sürekli yanılgılara düştük ancak bu bölümde de hala buranın güvenli olup olmadığını bilmiyoruz, ibre güvensizden yana kaysa da. Ancak buranın son derece ürkütücü, insanlarının soğuk ve içtenliksiz, dürüstlükten uzak olduğunu fark ediyoruz. Böyle bir adada güven ya da huzurdan bahsetmek ne kadar doğru olur, umuyoruz ki sonraki bölümler buna yönelik bir işaret verir.

Burcu Meltem Tohum

Diziyle ilgili tüm inceleme yazılarına THE THIRD DAY – 6 BÖLÜM & 6 YAZI bağlantısından ulaşabilirsiniz (yeni sekmede açılır).

Bir Cevap Yazın