THE THIRD DAY – Bölüm 6 (Final): Modernizmin Mutluluk Yansımaları

Dizinin Last Day – The Dark olarak adlandırılan final bölümü adeta içinde yaşadıkları dönemin zeitgeist’ıyla uyumlu insanlar için yazılmış gibi gözüküyor. Bu mini dizinin başından sonuna değin başrolünde olan Osea adasını bir persona şeklinde düşünecek olursak aslında bu adanın bir nevi sahip olma arzusunun pençesine yenik düştüğünü söyleyebiliriz. En sonunda da en başta tanıştığımız persona’dan çok farklı olduğu için Osea’ya bir dönüşüm mekânı olarak da bakılabilir. Final bölümünün hemen başında Sam (Jude Law) ile Helen’in (Naomie Harris) karşılaşmasına ortak oluyoruz. Tanık olduğumuz bu anda dilemma’lar birer birer doğarken, akıllara Osea’de “nasıl bir toplum içinde yaşanıyor?” sorusunu getiriyor. Birinci bölümden son bölüme kadar beraber yaşadığımız insanları ne kadar tanıyoruz? Tanıştığımız bu toplum, hangi toplumdu? Bu sorular, dizi sona yaklaşırken aklımızı giderek çelen sorular oldu çünkü tıpkı senaryoda da yazdığı gibi eğer Osea tam anlamıyla dünyanın bir yansımasıysa o zaman söz konusu dünyanın pekâlâ kapitalist hatta teokratik bir yapısı olduğunu söylemek de mümkün olacaktır. O halde bu mini dizinin bir nevi modernizmin mutluluk yansımalarını elindeki aynasıyla bize doğrulttuğunu dile getirebilir miyiz?

Engagé (Kapalı) mi Yoksa Dégagé (Açık) mi?

The Third Day’de ilk üç bölümde gözlemlediğimiz kadarıyla bir “eğlence” ve “tüketim toplumu” hakimdi. Bu da Osea adasının zaten baştan beri bolluk içinde olduğunun önemli göstergelerindendi. Ancak daha sonra Sam’in ada ve ada sakinleri için kurtuluş noktası olduğu ortaya çıktı. Sam gelene kadar adanın en azından dizinin ilk iki bölümünde kendi içinde gayet iyi bir ilerleyişi olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda, dizinin geneline hâkim olan bir kapalı (engagé) ve açık anlatım (dégagé) sorunsalı göze çarpıyor. Dizi kendi içindeki potansiyel gerilimi son ana değin koruduğu için ne yazık ki izleyici olarak bu duruma ancak final bölümde vakıf olabiliyoruz.

Final bölümü bu düşüncelerle bizi dizinin ilk bölümüne doğru götürdüğünde ise ufkumuzun dolaylı yoldan tıkanmasına sebep oluyor. İlginçtir ki final bölümüyle dizinin bütün anlatımına hâkim olabilsek de aslında bu noktadan sonra The Third Day ile ilgili önümüzü görememeye başlıyoruz. Bu durum anlatılarda çok sık karşılaşabileceğimiz bir yapı değildir. Genelde bir sözcenin anlatısı final yaptıktan sonra, en azından aklımızda “bitmiş” olan sona dair birtakım muhtemel düşünceler oluşur. Ancak The Third Day, kendi anlatımı içinde çekişmeli bir noktada olduğundan, izleyiciyi kısıtlı bir alanda terk ediyor. Bu da kapalı (engagé) ve açık anlatım (dégagé) sorunsalını sabit bir noktada bırakıyor.

Uyuyan Ada

Başlangıçtan beri içerisinde boşluğun hüküm sürdüğü Osea, uyuyan bir adanın sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Ada, içindeki sakinlerini tasvir etmesine ediyor ancak onları asla daha fazla anlatmıyor. Her seferinde kıyıda köşede gizlenmiş şeyler bırakıyor. Bu bakımdan dizinin tamamına yayılan anlatımın üzerine bir tür “ahlaki” yaklaşım gelmesi zorunluluğu ortadan kalkmış oluyor. Bu da dizide modernizm içinde “mutluluk” kavramına karşılık gelen olguları rahatlıkla bulmamızı sağlıyor. Başlangıçta büyüleyici, hayranlık uyandırıcı bir şekilde çizilen adanın biçimi, dizinin son üç bölümüyle birlikte zifiri karanlığa doğru bir yolculuğa çıkıyor. Dennis Kelly ve Felix Barrett ilk önce kucağımıza sevebileceğimiz bir çocuk verirken sonra o çocuğu büyütüyor ve bizim nefret edeceğimiz bir canlıya dönüştürüyor. Böylelikle en baştaki cazibe ve büyüden hiç eser kalmıyor. Bu bağlamda dizinin ilk üç bölümü ile son üç bölümünü birbirine zıt bir evren olarak düşünebiliriz. Bu zıt evrenleri birbirine bağlayan ortak insanlar ve yaşam formları olsa da, tıpkı mevsimler gibi onlar da kendi içlerinde keskin farklılıklar taşıyor.

Büyük Ev’in Büyüsü Bozuldu, Alice Deliğinden Çıktı

Sam (Jude Law) ve Helen’ın (Naomie Harris) karşılaşmasından sonra Büyük Ev’e yapılan ziyaret, başta gözümüzde büyüttüğümüz bu mekânı iyice küçültüp yok ediyor. The Third Day, bu andan itibaren yarattığı evreni, dünyayı tamamen reddetmeye başlıyor. Buradan sonra, yalnız insanların sorunsallıklarına eğiliyoruz. Büyükten küçüğe doğru bir sentez şeklinde ilerleyen bu anlatı biçimi, biçimsel olanın da ağır basmasına neden oluyor. Daha dizinin yaradılışında ve sinopsisinde biçimsel anlatımın ipuçları verilmişken dizinin ana iskeletinde bu türden “daha da çok” evrilme oluşacağı tahmin edilemezdi. Ancak bu yaklaşımın da diziye kendi dilinde farklı bir tat kattığını söyleyebiliriz. Ayrıca Büyük Ev’in kendine “yabancılaşması” ve “dönüşümü” de dikkat çekiyor. Eğer Osea’nin varlığını tamamen bu eve indirecek olursak artık Osea’yi anlamaktan kendimizi mahrum bıraktığımız için “yabancı” kavramını bu anlatıya çok rahat bir şekilde yedirebiliriz.

Altımızdaki Koltuğu Sürekli Çekmeye Çalışıyorlar

The Third Day’in, her bölümünde verdiği bilgilerle altımızdaki koltuğu çekiştirmeye çalıştığını söylersek abartmış olmayız. Kış mevsiminin keskin soğukluğunu görsel düzlemde doyuma varana kadar hissedemesek de, karakterlerin kendi aralarındaki soğuk rüzgarları çok rahat hissedebiliyoruz. Bu da nasıl ki Osea tüm dünyayı temsil ediyorsa Osea adasındakilerin de Osea’yi temsilini gösteriyor. En az Mars, Venüs kadar yalnız olan dünyaya yalnızlık da yeterli gelmediğinden The Third Day bu denli alengirli bir yol izliyor.  

Dizinin anlatımının yanı sıra görsel ve teknik dünyasına değinecek olursak bu anlamda da koltuğumuz sarsılmalara doyamıyor. Dizinin başlangıcından beri yapımın görsel anlatımına dair nasıl bir işleyişe sahip olacağını az çok tahmin ediyorduk. Ancak görsel, “yaratıcı”, estetik bağlamında The Third Day’in ilk üç bölümünün gözümüzü daha çok doyurduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki ilk üç bölümün bu muhteşem yanını keşfetmeniz için sonraki üç bölümü bitirmenize gerek dahi yok. Dizinin hemen başlangıcında birer birer adeta gözümüze fırlatılan kamera anlatımları, bir anlamda kendi kurallarını yazıyor. Bu açıdan dizinin son üç bölümünün bir derece kuru kaldığını söyleyebiliriz.

Kalmak ya da Kalmamak: Bütün Mesele “Gerçekten” Bu mu?

Fransız yazar ve sanatçı Michel Houellebecq’in 2016 yılında Palais de Tokyo Müzesi’nde yaptığı Rester vivant adlı sergi; hesaplanmış olan beklentilerin provokasyonları olarak düşünülüyor. Ayrıca Rester vivant, yani “canlı kalmak” durumu; sınırları aştığı için post-modern bir boyut olarak değerlendirilir. The Third Day’de bu düzlemde ciddi anlamda “kalmak ya da kalmamak” kavramı, önemini final bölümüyle yitirirken, yerini ise “canlı kalmak” durumuna bırakıyor. Bu anlamda da tüm mesele ciddi anlamda eylemin kendisinden bağımsız bir oluşa hizmet ediyor. “Kalmak” durumu tamamen dışsal olasılıklara bağlı olduğundan kişiden bağımsız bir yapıdayken, “canlı kalmak” ise artık tamamen kişiye bağımlı bir meseleye dönüşüyor. Dizinin üçüncü bölümünde karşımıza çıkan Helen karakteri ise bu bağlamda tam anlamıyla bir bricolage görevi görüyor. Osea’nin yüksek ve düşük anlatımla öğelerinin 6 bölüme sığdırılarak bir araya gelmesi ise modernizmin değil ancak post-modernizmin mutluluk yanılsaması olarak ortaya çıkıyor.

Burcu Meltem Tohum

Diziyle ilgili tüm inceleme yazılarına THE THIRD DAY – 6 BÖLÜM & 6 YAZI bağlantısından ulaşabilirsiniz (yeni sekmede açılır).

Bir Cevap Yazın