50. Uluslararası Rotterdam Film Festivali (IFFR) sayesinde tanıma fırsatı bulduğumuz Taylandlı yönetmen Taiki Sakpisit ile İngilizce olarak yaptığımız röportajı sizlere Türkçe olarak sunabilmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Çeviri için yazarımız Eda Bebek‘e sonsuz teşekkürler. Sakpisit‘in en yeni filmi The Edge of Daybreak‘i (Gündoğumunun Kıyısında) IFFR‘da izler izlemez hemen yönetmenle röportaj talebimizi kendilerine ilettik ve olumlu cevap gelince de aşağıda okuyacağınız bu satırlar ortaya çıktı. Röportajdan sonra The Edge of Daybreak’in FIPRESCI ödülü aldığı açıklanınca da sevincimiz ikiye katlanmış oldu, kendilerini tekrar tebrik ediyoruz. Röportajın gerçekleşmesinde katkıları olan IFFR yönetimine, Bay Sakpisit’in temsilcisi Gloria Zerbinati‘ye ve tabii ki Taiki Sakpisit‘e teşekkür ediyor, sizi bu karanlık başyapıt etrafında şekillenen sohbetimizle baş başa bırakıyoruz.

Sayın Taiki Sakpisit, bu röportajı kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz. Oyuncular ve oyuncu seçiminiz üzerine konuşmakla başlamak istiyoruz, bize bu süreçten bahsedebilir misiniz?
Tabii ki, senaryoyu bitirdiğimde oyuncu seçiminin oldukça zorlayıcı olacağını anlamıştım. Özellikle ana karakter olan Pailin’in seçiminin. Bildiğiniz gibi filmde zihinsel hastalığının, daha doğrusu geçirdiği sinir krizinin tedavi edildiği hastaneden yeni geri dönmüştür. Bu yüzden oyunculuğu belli belirsiz olmalıydı, yani nasıl desek, büyük oyuncuların çok göz önünde olan oyunculuklarına benzememeliydi. Çoğunlukla bağımsız Tayland yapımı filmlerde profesyonel olmayan oyuncuların kullanımı çok yaygındır. Ama bunun zor olacağını biliyordum çünkü aynı zamanda deneyimli ve yetenekli bir aktrise ihtiyacım vardı ve otuzlu yaşlarının ortasındaki aktrisler arasında bu kriteri sağlayan çok fazla oyuncu yok (gülerek). Tabii ki birkaç tane var, ama çok da fazla değil. Başından beri düşündüğümüz oyuncu Manatsanun Phanlerdwongsakul’tu, kendisi de aynı zamanda bir yönetmen. Tanıştığımızda ona bütün bunları anlattım ama tabii ki senaryoyu da okumuştu, sonuç olarak rolü kabul etti ve bu projede yer aldığı için çok şanslıyız. Gerçekten çok iyi bir iş çıkardı.

Evet, gerçekten de muhteşemdi. Birçok metafor ve imge barındıran senaryonun yazım süreci nasıldı? Size ilham veren unsurlar nelerdi?
Deneysel filmcilik ve görsel sanatçılığa dayanan geçmişim sayesinde bir tema yaratmaya alışkınım; her zaman önce kavram gelir ve sonra hikâye üzerine düşünmeye başlarım. Bu yüzden bu filmi yapacağımdan emin olduktan sonra birçok tema üzerine düşündüm ve bu temaların güçlü olmasını istedim, örneğin felç / paralizi kavramı gibi, ki bu filmde tekrarlanan bir tema. Bu vücudunuzu oynatamadığınız fiziksel bir felç olabilir, tıpkı filmde karakterin neredeyse bir uyku felcinde olması gibi, ya da zihinsel bir felç olabilir, psikolojik bir duruma işaret eder. Ayrıca zamanın felcinden bahsedebiliriz, bu çok önemli çünkü ben Tayland’daki politik krize de gönderme yapan bir film yapmak istiyordum. ‘Zamanın felci’ mefhumu benim için çok önemli çünkü darbeyle başa gelen askeri rejimin altında neredeyse yedi yıl geçti ve bir yönüyle bu rejim Tayland’ı dondurmaya çalışıyor, ülkenin ilerlemesini istemiyorlar. Bu yüzden bu tema benim için oldukça önemli. Bu güçlü temaya karar verdikten sonra başladım hikâyeye ve hikâyenin kurgusuna. Bu kadar güçlü bir temayla kendimi özgürleştirebileceğimi düşündüm. Hikâyeyi hiçbir siyasi meseleye değinmeden bile anlatabilirdim, meseleye çok belli belirsiz değinebilirdim. Temel yaklaşımlarımdan birisi buydu.

Yazma sürecinizin başlama noktası ülkenizdeki siyasi atmosfer miydi yoksa ülkenizdeki siyasi durumu aklınızdaki soyut kavramları yansıtmanın yollarından biri olarak mı gördünüz?
Çoğu deneysel olan ilk filmlerimde hep Tayland’da olan bitenleri yansıtmaya çalıştım. Filmlerim neredeyse benim günlüğüm gibiydi. Benim tepkilerim, fikirlerim hep ordaydı, bu adeta benim Tayland’ın siyasi durumuna karşı sorumluluğum gibi. Anlayacağınız benim temsil etmek istediğim, yansıtıp hatırlatmak istediğim şey bu. Ve hikâye benim Tayland’ın siyasi tarihi için çok önemli olduğunu düşündüğüm 1976 Thammasat Katliamı ile 2006 askeri darbesi arasındaki otuz yıllık süreçte yaşanan siyasi karışıklık üzerine temellendi. Bu dönem Tayland’ın bugünüyle olduğu kadar geleceğiyle de yakından ilgilidir. Bu yüzden bu dönem üzerine bir şeyler söylemek istedim.

Filmi siyah beyaz çekmiş olmanızla ilgili ne söylemek istersiniz? Tabii ki bu çok anlaşılır bir tercih fakat bu konuyla ilgili düşünce süreciniz nasıldı?
Evet, tabii ki başından beri siyah beyaz bir film yapmak istediğimi biliyordum. Bu yüzden senaryoyu yazarken her sahneyi siyah beyaz olarak yazdım. Özellikle senaryodaki dokuları vurgulamaya çalıştım. Örneğin, “bir yılan derisinin dokusu”, “hayvan dokuları”, “duvarların dokusu”, “evdeki odaların dokusu” vb. yazdım. Ayrıca ışık ve gölgeleri de yakalamak istedim. Mesela bir sahnede bir gölgenin konuştuğunu görebilirsiniz, yani bunlara çok önem verdim, ışık ve gölgeler filmdeki ek karakterler gibi, neredeyse canlı yaratıklar gibi görülebilirler. Böyle bir atmosferin, yani siyah beyaz dünyanın, evdeki insanları hipnotize eden bir gücü var. Diğer bir fikir de tutulma duygusu. Tutulmayı görmeyiz ama varlığını hissederiz; insanlar yukarı bakarken güneş aniden kaybolur. İşte bu duygu, filmdeki karakterler için duygusal bir felç etkisi yaratır.

Evet, belki de filmde sıvıların kullanımı üzerine de konuşmalıyız, bu konsepte uygun olarak sıvıların renkleri ya bembeyaz ya da simsiyahtı. Bu ögeleri filminize eklerken aklınızda ne vardı?
Sıvıların hareket, yüzey ve dokusundan bahsediyorsunuz değil mi? Bilinçdışı bir şekilde ilerleyen bir şeyden bahsediyoruz ve bildiğiniz gibi suyun altına girmek bilinçaltına girmekle ilişkilendirilen bir durum. Bu yüzden sıvı geçirgen bir araç gibi, su spiral şeklinde küvet deliğinden akarken rüya dünyasına giriyorsunuz, bilinçaltına ya da hayal alemi olarak tanımlayabileceğimiz herhangi bir yere. Ayrıca kozmos fikri de çok önemli, bir evrenin varlığı fikri.
Evet, suyun Dünya’mızın temel maddelerinden biri olduğu da göz önünde bulundurulunca. Peki filminizdeki adeta ışık noksanlığı diyebileceğimiz durumun yarattığı teknik sıkıntılar var mıydı? Aklınızda olan görseli yaratmak, filminizin içerdiği karanlık seviyesinde zor oldu mu?
Hem evet hem hayır. Demek istediğim, filmin oldukça karanlık olacağını senaryodan biliyorduk, o yüzden tabii ki bu durum için hazırlıklıydık. Ama örneğin, filmin neredeyse ilk otuz dakikası bildiğiniz gibi baştan sona karanlık, gece vakti (gülerek). Bu izleyici için oldukça kafa karıştırıcı olabilir. Ben ve sinematograf Chananun Chotrungroj başından beri aklımdaki görsellik üzerine konuşuyorduk. Bir storyboard hazırlamadım, açıkçası başta bunu onunla birlikte yapmaya çalışıyordum, tek tek her kareyi, ama bu eğlenceli değildi, açıkçası biraz sıkıcıydı, ben de bıraktım (gülerek). Bu yüzden deneysel filmci geçmişime dönmeye çalıştım, bolca görsel araştırma yaptım, görsel örnekler aradım ve bunları Chananun’la paylaştım, “aklımdaki şey bu” diyerek. Örneğin bir seferinde ona dedim ki: ‘Bu odada ışığın sanki anne rahmindeymişiz gibi olmasını istiyorum, bunu yaratabilir misin?’ (gülerek). Ama bunu gerçekten başardı.

Zorlu bir mücadele, değil mi? Benim naçizane fikrime göre müziğin kullanımı da çok önemliydi, bu yüzden filmde adeta ek bir karakter rolü oynayan müzik hakkında da biraz konuşabilir misiniz?
Ben ve müzik bestecisi Yasuhiro Morinaga, neredeyse on bir yıldır beraber çalışıyoruz. Ve uzun arkadaşlığımız sayesinde birbirimizin sanatsal görüşlerini biliyoruz, o benim neyden hoşlandığımı biliyor ve ben de onun neyde iyi olduğunu biliyorum. Bence o inançlı bir insan, o bunu itiraf etmese de bence o çok hisli birisi, yarattığı müzikle size rahatça dokunabiliyor. Ona nasıl bir müzik istediğimi söyledim, aklımdaki şey Japon avangard besteci Toru Takemitsu’nun müziğine yakındı, özellikle de Hiroshi Teshigahara’nın yönettiği 1964 yapımı The Woman in The Dunes filmi için yaptığı müzik gibi. Ya da Kwaidan ve Onibaba filmlerinin müzikleri mesela. Yasuhiro’ya ayrıca doğal sesler istediğimi söyledim; rüzgârın sesi, ormanın sesi, evin, suyun, havanın sesi, hepsinin müzikal olmasını istedim, sizin de sorunuzda söylediğiniz gibi sesin neredeyse bir karakter olmasını istedim. Hani rüzgârın sesini duyup “Acaba bir şey mi söylüyor?” tarzı bir duygu.

Filminizde doğal ve kültürel ögeler arasında bir ayrım hissettim, yani doğal dünyaya ait olan şeyler var, bir de kültürel dünyaya, yani insan tarafından yaratılmış her şeyin bir birleşimi olan dünyaya ait şeyler var. Hayvanlar yemek sofrasının üstünde dolaşabiliyor mesela, yani doğa ve kültür arasındaki böyle bir çekişme de ayrıca göze çarpıyor, filmin bu yönüyle ilgili ne söylemek istersiniz?
Bu ilginç bir gözlem, bunu daha önce hiç duymamıştım ama evet, hayvanlar ve evin kendisi arasındaki tezatlık birçok sahnede kendini gösteriyor. Örneğin kobra yılanıyla çekilen sahneler. Yılanın yolculuğu ilginç çünkü onu önce evin dışında görüyoruz, sonra balkonda en sonundaysa tencere içinde. Ayrıca mantar şeklinde bir kobra da vardı, yani bu hayvanların kültürümüzdeki yerini düşündüğümde kobranın birçok kültürde gücü sembolize ettiğini söyleyebilirim, ayrıca insan kılığına da giren bir hayvan, yani aklımdakiler bunlardı. Diğer yandan kobranın mitolojisi de ilginç, Mısırlılar kobranın hem ölüm hem de yeniden doğumu temsil ettiğini düşünür ve diğer kültürlerde düzen ve kontrolü de temsil edebilir. Bütün bunların ışığında, asker olan koca karakterini ele aldığımızda, düzen kavramının onun için çok önemli olacağını düşündüm. Filmin alt metninde güçlü bir ölüm ve yeniden doğum teması bulunduğunu söyleyebilirim. Diğer yandan, mesela koca karakterinin ölü mü yoksa hayatta mı olduğundan da emin değiliz, anlayacağınız bu kavramla oynamayı seviyorum.

Filmin ağır ve karanlık atmosferinden dolayı karakterler sanki kendi cehennemlerinde mahsur kalmış gibi geldi bana. Bu benim yorumum ama aklınızda bu kavrama yakın bir şey var mıydı?
Tabii ki! (gülerek) O olabilir veya açıkça Araf veya bir hayal evreni de olabilir. Ama kesin olan tek bir şey var, bütün bunlar kâbus gibi elbette. Bu derin, karanlık, neredeyse ürkütücü, rahatsız edici kâbusları yakalamak istedim. Çünkü politik konuşacak olursak bence bu, trajedinin duygusal sonucu; politik kriz bizi bu derin, karanlık, rahatsız edici anılara, kabuslara sürükledi. Bunun, filme dahil olması gereken bir paralellik olduğunu düşündüm.
Sanatsal yaratımlarınız üzerinde etki yaratmış sinemacılardan da bahsedebilir misiniz rica etsek?
Özellikle bu filme bakacak olursak, yazma sürecimde genel olarak sanatla ilgili çok fazla araştırma yaptım, fakat sinema üzerine yaptığımı söyleyemem. Daha çok fotoğraf sanatı ve diğer sanat alanlarına yoğunlaştım. Çünkü başka bir filme referans veriyor olmak istemedim, başka herhangi bir filme benzemeyen özgün bir evren yaratmak istedim. Tabii ki filmler arasındaki ilişkilerden kaçamayız ama ben bu filmin direkt olarak bu genel sanat alanından gelmesini istedim sadece sinemadan değil. Ya da en azından benim bakış açımdan gelmesini. Ve buna benim hayatım boyunca edindiğim kişisel deneyimlerimin yanı sıra tarihsel arka planı da eklemeliyiz doğal olarak.

Ve sona yaklaşırken, filmin ismi “The Edge of Daybreak” / “Gündoğumunun Kıyısında” üzerine düşündüğümde, gecenin en karanlık anına işaret ettiğini biliyorum ama buna rağmen bana pozitif şeyler de düşündürüyor çünkü isim ‘en karanlık saat’ değil ‘gün doğumunun kıyısında’, yani ışığın çok yakında olduğuna vurgu yapılıyor. Bu başlık seçimi hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Evet, bu güzel bir gözlem. Ingmar Bergman’ın The Hour of the Wolf (Kurtların Saati) filmini biliyor musunuz?
Tabii ki.
Bergman bu ismin, birçok insanın öldüğü saate işaret ettiğini söylüyor. Ama aynı zamanda bu, birçok bebeğin de doğduğu saat. Yani hayat ve ölüm, hepsi aynı saatin içinde meydana geliyor. Ama isim hakkında haklısınız, gelecek nesiller için bir umudu da yansıtmasını istedim. Bu ayrıca şu anda Tayland’da olup bitenler hakkında bir yorum niteliğindeydi. Örneğin Öğrenci Hareketi, Tayland’ın geleceği orada. Gün doğumunun yakın olmasının nedeni bu, ama aynı zamanda maalesef çok da yakında değil.
Ve son olarak rica etsek bize gelecek projelerinizden bahsedebilir misiniz?
Tabii ki, şu anda video enstalasyonum üzerine çalışmayı bitirdim ve Gwangju’da (Güney Kore) gösteriliyor, bu ACC (Asya Kültür Merkezi) binasında sergilenen bir sanat eseri. Diğer yandan, yapım aşamasında olan bir kişisel sergim var. Ayrıca sıradaki filmimin de yazım aşamasındayım.
Sayın Taiki Sakpisit, karanlık ama muazzam bir film olan The Edge of Daybreak için size teşekkür ederiz, ayrıca bu söyleşi için de çok teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.
Çeviri: Eda Bebek
Röportaj: H. Necmi Öztürk
Sorular: Burcu Meltem Tohum & H. Necmi Öztürk

Read our review of The Edge of Daybreak, by Burcu Meltem Tohum