Dial M for Movie’de bir film üzerine inceleme yazısı yayınlamamızın genelde iki nedeni oluyor diyebiliriz; ilki o filmi “hakkında yazmaya değer” bulmamız, ikincisiyse o filmin bizde “izlediklerim hakkında söyleyecek sözüm var” itkisini uyandırması. Tabii akredite olduğumuz bir festival söz konusuysa bir filmi kötü de bulsak yazıyoruz, orası ayrı. Dolayısıyla bizden “az önce ne izledim ben, sinema olmadığı kesin” tepkisini alan filmler üzerine yazmamayı tercih ediyoruz çoğunlukla, harcayacağımız vakte değmeyeceğini düşündüğümüz için. Böyle bir giriş yapma ihtiyacı duydum çünkü Last Moment of Clarity (2020), senaryo kurbanı olmuş vasat bir yapım. Yani beni yazmaya iten, yukarıda bahsettiğim nedenlerden ilki değil, ikincisi. Bunu üzülerek söylüyorum zira Brian Cox, Udo Kier ve Samara Weaving gibi değerli oyuncuların yer aldığı bir film söz konusu. Kanımca “oldukça iyi bir filmmiş” nitelemesini kazanma şansını “muhteşem”(!) sonuyla yerle bir ettiği için, senaryo üzerine biraz eğilmek gerek.
Genel Hatlarıyla Senaryo
“Filmi anlatmak” eyleminden genelde uzak dursak da, konumuz senaryo olduğu için bu yazıda yapılması gerekiyor, hemen kronolojik sırada başlayalım. Sam Pivnic (Zach Avery) ile Georgia Outerbridge (Samara Weaving) son derece mutlu bir hayat süren bir çifttir. Nişanlıdırlar ve daha da önemlisi, birbirlerine aşıktırlar. Birgün, Hitchcock’un Arka Pencere’sini andırır şekilde Sam, pencereden dışarı bakarken karşı dairede Ivan Demisovski’nin (Udo Kier) işlediği bir cinayete tanık olur. Dahası, Ivan bu tanıklığın farkına varınca hemen daireye tanıkları öldürmeleri için adamlarını gönderir. Sam ile Georgia’nın oturdukları daireye gelen mafya (sonradan Ivan’ın Bulgar mafyasının başında olduğunu öğreniriz) Georgia’yı öldürmeyi başarır, Sam ise bunu görüp bir şekilde kaçar ve saklanmak için hayatına Paris’te devam eder.

Aradan üç yıl geçer, arada bir uğradığı sinemada, birgün izlediği filmlerden birinde Georgia’ya tıpatıp benzeyen, Lauren Clerk adlı bir oyuncu görünce onun peşine düşer ve onu yakından görebilmek için Los Angeles’a gider. Buradaki arayışı sırasında tesadüfen, lise yıllarından tanıdığı ama hatırlamadığı Kat Zaro (Carly Chaikin) ile karşılaşır. Aralarında hoş ama ciddi bir ilişkiye dönecekmiş izlenimi uyandırmayan bir yakınlık başlar. Sonrasında izlediği filmde gördüğü Lauren Clerk’in gerçekten de nişanlısı Georgia olduğu ortaya çıkar. Çift tekrar birleşir ve böylece film, ilk saniyesinden itibaren söz verdiği, reklamını yaptığı sahneyi seyirciye teslim eder. İşte film bu doğrultuda ilerleyip sonlansaydı fazla söyleyecek bir şey kalmayacaktı bize. Ne var ki filmi hem yazıp hem de yöneten Colin Krisel ile James Krisel ikilisi, daha yaratıcı olacağını düşünmüş olacaklar ki, farklı bir yol izlemişler. Ve ne yazık ki bu yol yaratıcılıktan ve gerçekçilikten, en önemlisi de sinema sanatından hayli uzağa taşımış filmi.

Şöyle ki, Georgia olduğu ortaya çıkan Lauren, nişanlısından ayrı geçirdiği 3 yıl içinde, Vince adlı bir adamla (Hal Ozsan) nişanlanmıştır. Sam ile kavuşma anlarından sonra Vince’den ayrılmaya, evi terk etmeye karar verir. Vince ise, Georgia gözünün önünde bavullarını hazırlarken “anlayışlı nişanlı” ödülü için yarışır bir tutum sergiler. Sona yaklaşılırken Bulgar mafyasının adamları hem Georgia ile Sam’in, hem de Vince’in ve Kat’in bir arada bulunduğu evi, herkesi öldürmek amacıyla basarlar. Georgia, Sam ve Vince hemen bir dolaba saklanırlar, Kat ise açık hedeftir. Bunun farkına varan Sam dolaptan çıkarak Kat’i korumaya çalışır. Tüm bu koşturmaca, boğuşma ve hayatta kalma mücadelesi sonunda evden Georgia Vince ile, Sam de Kat ile yan yana çıktıkları için, varılacak tek sonuç vardır: Herkes yanındaki kişiyle eşleşmeli, onunla bir hayat kurmalıdır! Bu mantığın, ilkokulda aynı sırayı paylaşınca ömür boyu çok iyi arkadaş olunacağına inanmaktan bir farkı var mı? Film gerçekten de böyle bitiyor bu arada, son.

Senaryodaki Sorunlar
Başta da söylediğimiz gibi güçlü bir oyuncu kadrosu barındıran, yer yer yüksek derecede heyecan yaratan, bazen de yüzümüzü güldüren, çok güzel Paris çekimleri bulunan bir yapım Last Moment of Clarity. Adından da kısaca bahsedelim, İngilizce’de “a moment of clarity” kavramı “herşeyin açığa kavuştuğu, herşeyin net olarak anlaşıldığı an” şeklinde kullanılıyor. Yapımcı ve yönetmenler bu deyişe bir de “last” sıfatını ekledikleri için filmin adını Türkçe’ye çevirmek zor, çok beğenmesem de belki “Son Dakika Uyanışı” olabilir, ya da filmin parodisi çekilirse “Köprüden Önce Son Çıkış”. Öte yandan senaryodaki tutarlı(!) yapıyı başlığa da taşımak istiyorsak filmin adı neden “2021 Uzay Macerası” olmasın? Şaka bir yana filmin sahip olduğu birçok dokunaklı sahne, senaryodaki tuhaflıklarla çakışıyor, hemen açıklayalım.
Senaristlerin Senaryoya Yabancılaşması
Dikkatimi çeken olguyu yukarıdaki başlık karşılıyor mu bilmiyorum ama bana sanki senaristler, beyazperdeye ne kadar güzel ve dokunaklı bir aşk öyküsü yansıtabildiklerinin farkında değillermiş gibi geldi. Yok eğer bu aşk öyküsünde tasvir edilen çiftin ilişkilerinin yürümediğini, işlevsiz (dysfunctional) olduğunu küçük dokunuşlarla ima etmek istedilerse, bu durumda ima eylemi o kadar sığ kalmış ki, kendini gösterememiş bile. Sonuç olarak da, böyle bir “sorunlu ilişki” dokunuşu yapılamamış oluyor. Başa dönersek, Krisel’ler yarattıkları ve ekrana yansıttıkları aşk öyküsünün güzelliğini ve filmdeki ağırlığını (aşkın tasvirine ayrılan film süresi ve duygusal altyapı bakımından) hesaba katmış olsalar, aynı zamanda hikâyenin bütün iskeletinin de bu aşk üzerine kurulmuş olduğunu fark edeceklerdi kuşkusuz. Eğer farkındalarsa o zaman durum çok daha vahim demektir, o nedenle farkında değillermiş gibi devam edeceğim.

Bahsettiğimiz aşk elbette Sam ile Georgia karakterlerinin, yani nişanlı çiftin yaşadığı aşk. Tamamen geri dönüşlerle betimlenen bu ilişki hem filmde kapladığı yer, hem de ikilinin en özel anlarına tanıklık etmemizi sağlaması sayesinde bu sevginin saflığı, temizliği hakkında bilerek veya bilmeyerek izleyiciye birçok mesaj veriyor. Dahası, bu aşk olmasa esas karakter Sam herhangi bir arayışa girmeyecek, kısacası film kendini gerçekleştiremeyecekti. Dolayısıyla bütün filmi sırtlayan ve tüm hikâye akışını belirleyen bir ilişkinin, filmin son dakikasında çöpe atılışına tanık olduğumuzda senaristler neden 180 derecelik bu dönüşün izleyicinin hoşuna gideceğini düşündüler, anlamak mümkün değil.
Seyirciyi Büyük Finale Hazırla(yama)mak
Michael Mann’ın Heat (1995) adlı 170 dakikalık filminde, 130 dakika boyunca tırnaklarımızı yiyerek, yüreğimiz ağzımızda, bize görüntüler, oyunculuklar, küçük ipuçları ve yaratılan atmosfer aracılığıyla vaat edilen büyük patlamayı, zirve sahneyi bekleriz. Val Kilmer ağzında sakızı, boş bakan gözleri ve harika oyunculuğuyla “Tuscon Demolition Company” dediğinden, yani filmin ilk dakikalarından itibaren “bir şeylerin yolunda gitmediğini”, en hafif tabiriyle çözülmesi gereken bir sıkıntı olduğunu anlarız ve daha da önemlisi, Michael Mann seyirciye vaat ettiğini misliyle, harika bir sahneyle teslim eder. Keza Lars von Trier’nin başyapıtı Melancholia (2011) da bizi ağır atmosferiyle neredeyse karşılaşmak istemediğimiz bir sona, cehennemî bir felakete hazırlar. Ve efsanevi sonuyla artık bir film değil, başka bir sanat eseriyle karşı karşıyayızdır sanki, olağanüstü müziğin de etkisiyle, Stendhal sendromu yaşamaya yaklaşırız.

Last Moment of Clarity bizi bu farklı ve şaşırtıcı sona nasıl hazırlıyor? Hemen cevap verelim: Hazırlamıyor. Brian Cox gibi harika bir oyuncunun, “tasını tarağını asmış, gençlere hayat dersi veren yaşlı kafe sahibi” rolünde “artık hayatına devam etmeli, bu kızı unutmalısın Sam” derken canının çok sıkıldığından neredeyse eminim. Ortada böyle bir sonu hazırlayacak ne bir atmosfer, ne “hayat çok farklı şekillerde ilerleyebilir” gibi klişe bile olsa bir cümle, ne de yukarıda bahsettiğimiz gibi, Sam ile Georgia arasındaki sorunlu bir ilişki mevcut. Kısacası muhteşem bir dengeye sahip bir aşkı betimledikten sonra, “ama son anda Sam, hayatı tehlikede olan Kat’in yanına gitti, demek ki Kat’i seviyormuş” diyemezsiniz. “Aşk” kavramı önemli olduğundan falan değil, sinema diliyle, film duyumu aracılığıyla bize bu şekilde bir mesaj verilmediği için.
Göstergebilimsel Düzlemde Ayakta Duramayan Bir Senaryo
Buraya kadar oldukça öznel bir üslup kullandığım için senaryodaki zayıflığa göstergebilimsel (sémiotique / semiotics) açıdan da kısaca değinmek yerinde olacaktır. Öncelikle filmin bize sunduğu ana karakter olan Sam’in tek amacı bulunmakta, o da Georgia’yı bulmak. Bu amaç, anlatı düzeyinde PN principal’i, yani karakterin ulaşmak istediği ana hedefi simgelemekte, filmdeki replikler ve imgeler aracılığıyla seyirciye sunulan anlambirimler (sémème) de bu yargıyı desteklemektedir. PN principal boyunca, yani amacına ulaşmak için yolda karşılaştığı ve dahil olduğu bazı olaylar ise, Sam karakteri için PN d’usage, yani birtakım yardımcı roller şeklinde nitelenebilirler. PN d’usage’lar, PN principal’e ulaşma yolunda birer aracı, birer maşa olabilirler ancak. Örneğin Sam’in Kat ile karşılaşması ve arkadaş olması, Sam için PN d’usage’dan öteye geçmez. PN d’usage elbette bir noktadan sonra PN principal’e dönüşebilir, ancak bunun gerçekleşmesi için çok fazla péripétie (anlatıdaki ani değişim) gerçekleşmeli, PN d’usage’ın yüklendiği anlamlar tamamen değişime uğramalıdır. Sam’in Kat ile karşılaşması ise, yeterince anlamsal değişime uğramıyor.

Yukarıda anlambirimciklerden bahsettik, onların bir araya gelmesiyle bazı yerdeşlikler (isotopie) oluşmalı ve hikâyeyi taşımalı aslında. Diğer bir deyişle hem senaryoda hem de görsel anlatı düzleminde öyle tutarlı öğeler bulunmalı ki hepsi bir araya geldiğinde senaryonun altyapısı ve görsel sözce (énoncé), barındırdığı onlarca yerdeşlik sayesinde tutarlı bir iskelet ortaya koyabilsin. Last Moment of Clarity’de ise ne yazık ki bu tür yerdeşlikler bulmak çok zor, zira ne repliklerde aktarılanı destekleyen görsel bir karşılık, ne de senaryonun ilerleyişinde herhangi bir düzen var. Örneğin Sam kafede Gilles’e (Brian Cox) açıkça “Georgia’yı hala seviyorum” der, Georgia da hayatına Vince ile devam etme kararı almadan dakikalar önce Vince’e “ben Sam’e aşığım” der ancak bu sözlerin sinemasal hiçbir karşılığı, yaptırımı bulunmamaktadır. Eğer filmin sonunu belirlemek için, yani PN principal’in yerini alması için herhangi bir PN d’usage seçebiliyorsak, o zaman film neden Sam’in Paris’te sürekli gittiği sinema salonunu satın almasıyla bitmedi? O da başka bir PN d’usage idi. Veya Sam, kafe sahibi Gilles’den işletmeyi devralıp lokanta işine de girebilirdi. Ne de olsa nasıl Sam’in Georgia ile değil de Kat ile hayatını birleştirmeyi seçmesi sinemasal düzlemde desteklenmiyorsa, yukarıda verdiğim örneklerin gerçekleşmemesi için de herhangi bir engel bulunmuyor.
Son Anda Fark Etme Mesajı
Son olarak yönetmen ve senaristlerin açıkça, Sam’in yıllardır hiç aklından çıkaramadığı nişanlısı Georgia yerine 5 gün önce tanıştığı Kat ile hayatına devam etme kararını Bulgar mafyasının evi bastığı sırada Sam’in dolapta, Georgia’nın yanında durmayıp oradan çıkarak Kat’in yanına gitmesine bağladıklarından da bahsetmek gerek. Seyirci olarak bunu da yutmamız çok zor çünkü böyle bir saldırı anında insanın ne yapacağının hayatında aldığı kararlarda belirleyici olamayacağı gerçeği bir yana, özellikle bahsi geçen sahnede, lojistik ve matematiksel birçok sorun da mevcut. Sam’in dolapta Georgia ile Vince’i bırakıp çıkmasında bir abes yok aslında çünkü o anda açıkça hayati tehlikede bulunan, dolaptakiler değil, üzerine ateş edilen Kat. Hatta Sam’in kendisini tehlikeye atarak Georgia’yı daha güvenli bir ortamda bıraktığı bile düşünülebilir. Matematiksel olarak da dolaptaki üç kişinin dışarıda kalan tek kişinin ölümünü izlemesi yerine saldırıya ikişer kişilik iki grup halinde karşılık verilmesi oldukça mantıklı. Bu noktada Kat’in saldırıdan önce evden uzaklaşırken mafyanın arabasını görüp evdekilere haber vermek için geri dönmesinin de aşkla değil, daha çok insani dürtülerle ilgisi var, bir tehlike anında sokakta tanımadığımız insanları bile uyarmak istememiz gibi.

Sonuç olarak filmin adı “son anda yaşanan olaylar ışığında verilen net karara” değil de, daha çok “son anda maruz kalınan olaylar ardından yaşanan kafa karışıklığına” gönderme yapıyor gibi. Belki diyeceksiniz ki alt tarafı filmin sonunda sağ gösterip sol vurmuşlar, oturup üzerine 1500 kelime yazmaya ne gerek vardı. Haklısınız da belki ancak “filmin sonunda yönetmen olarak her istediğimi yapmakta özgürüm” düsturuyla çekilen o kadar film izler olduk ki, bu tutum artık meşrulaşmaya başladı sanki. Son damla da bu film oldu çünkü dediğim gibi, başlarda iyi giden, ilgiyi ayakta tutan bir yapısı vardı ve usta oyuncuları izlemek de keyifliydi. Ancak sinemasal düzlemde hiçbir şekilde desteklenmeyen böyle bir sonun, The Game’in veya Fight Club’ın sürpriz sonlarıyla uzaktan yakından hiçbir alakası bulunmuyor. Zira bu sürpriz bir son değil, keyfî, lakayıt bir son. Bu film hangi platformda karşınıza çıkarsa, orada 90 dakikanızı harcayabileceğiniz daha iyi bir yapım bulabileceğinizden eminim. Bol filmli günler.
