Sigmund Freud’un çağdaşı olan psikanalist ve yazar Arthur Schnitzler’in Rüya (Traumnovelle, 1926) adlı eserinden uyarlanan, usta Stanley Kubrick’in hem yönetmenliğini hem de yapımcılığını üstlendiği Eyes Wide Shut (Gözleri Tamamen Kapalı) o dönemde evli olan Tom Cruise ile Nicole Kidman’ın başrollerinde yer aldığı, 1999 yapımı bir film olma özelliğine sahip. Stanley Kubrick’in son filmi olmasından ve ünlü yönetmenin filmi teslim ettikten 4 gün sonra vefat etmesinden ötürü film hakkında fazlasıyla spekülasyon yapıldı. Filmin sembolik ögelerle bezeli doğası ve Kubrick’in dillere destan ayrıntıcılığının da katkısıtla filmin her karesinde (belki de orada olmayan) bir mana arandı ve sonuç olarak film hakkında sayfalarca yazılıp çizildi. Bu yazıda esasen “magazinsel” olarak nitelendirdiğim bu tarz ögelere herhangi bir şekilde değinmeyeceğimi belirtmek isterim. Değineceğim tek magazinsel olay Cruise ve Kidman arasında sette oluşturulan kıskançlık ve de olası sonuçları olacak. Bunun da sebebi, Kubrick’in bir diğer filmi olan The Shining (Cinnet, 1980) hakkında olan yazımda da değindiğim üzere, bu olayın yönetmenin ilginç yöntemleriyle bir ilgisi olması. Yazarlar, insanlar ve de filmler üzerinde bu şekilde komplo teorileri üretmek fazlasıyla alıcı bulabilen bir aktivite. Bu teorilerin bazılarında tabii ki doğruluk payı olabilir, ancak pekâlâ olmayabilir de. Bu sebepten ben bu yazıyı yalnızca filmde gördüğüm ve yorumlamayı tercih ettiğim şeyler üzerine kurmayı seçiyorum diyebilirim. Şimdiden keyifli okumalar diliyorum.

Bu uzun girizgâhtan sonra filme dönebiliriz. Filmin aslen yazılı bir eserden uyarlandığını söylemiştik. Psikanaliz ve Freud deyince aklımıza gelen ilk kelimelerin rüyalar, bilinçaltı, suçluluk duygusu, cinsellik, arzu ve yasak gibi kavramlar olması kaçınılmaz. Eyes Wide Shut’ta ise bu sözü geçen kavramların hepsi somut bir bedene kavuşuyor. Bu film analizini kişisel bir tercih olarak bütünüyle bir “rüya” iskeleti üzerine kurduğumu söyleyebilirim. Filmin uyarlandığı kitabın yazarının bir psikanalist ve Freud’un çağdaşı olduğu düşünülürse bu tercihimin arka planının sağlam olduğu görülecektir. Tabii ki film yalnızca kitaptan ibaret değil, işin içerisinde Kubrick’in kişisel tercihleri, film çekme yöntemleri, bir yönetmen olarak sinematografiye attığı imza ve detaylara yerleştirdiği ögeler de var. Ancak senaryonun uyarlandığı metin de bizce oldukça büyük bir ağırlık taşıyor, zira filme kabaca da olsa asıl çerçeveyi metin sunuyor.

Sarsıntının Ayak Sesleri
Filmin ilk sahnesi Dr. William Harford (Tom Cruise) ve Alice Harford’ın (Nicole Kidman) evinde geçiyor. Bir partiye katılacak olan çiftin ev hâline ve hazırlanma sürecine tanık oluyoruz, lâkin bu sıradan biz hazırlanma süreci değil. Alice Harford’ın çıplak bedenine sık sık vurgu yapılması ve filmin daha ilk dakikalarında gözümüzün önünde tuvalete girmesi, o esnada diyaloğun devam ettirilmesi vs. izleyiciye oldukça “özel” bir şeye tanık ve dahil olduğu hissini veriyor. Bu açıdan filmin tonu da daha ilk dakikalardan belirlenmiş oluyor diyebiliriz. Partiye katılan çift, parti sahibi olan Victor Ziegler (Sydney Pollack) ve eşiyle yapılan kısa bir sohbetten sonra birbirinden ayrılıyor. Alice sürekli içiyor ve sarhoş oluyor, akabinde Sandor Szavost (Sky du Mont) adlı “egzotik” kişiyle tanışıyor. Szavost ilk andan itibaren Alice’e onunla birlikte olması için baskı yapıyor ve Alice’in eşinin orada olması bile Sandor’a engel olamıyor. Alice’in partiye katılmasından çok kısa bir süre sonra sarhoş olmasından ve neredeyse çok dertli bir kadın gibi içmesinden bu evliliğin dış görünüşüne rağmen hiç de mutlu bir evlilik olmadığı sinyallerini alıyoruz. Bu durum mutlu, başarılı, zengin ve huzurlu aile imajlarına oldukça tezat düşüyor. Bu tezatlık da izleyicide bir anlayamama ve de rahatsız olma durumu hatta bir hayal kırıklığı yaratıyor.

Bunların hepsi yalnızca filmin başında gerçekleştiği için her şey çok hızlı değişiyormuş ve sanki bu evliliğin temelleri çabucak kırılabilecek bir şeye dayanıyormuş hissini veriyor. Sonradan olacakları tahmin edemeyecek olsanız bile işlerin hiç de yolunda gitmediğini kolaylıkla söyleyebilirsiniz. Sandor normal bir insandan beklenmeyecek seviyede Alice’e kur yaparken ve de Alice ona yanıt verirken – saygın bir parti diyebileceğimiz, herkesin birbirini kolaylıkla görebileceği bir yerde bu tarz bir flörtleşmenin yaşanması pek de akla yatkın bir şey değil doğrusu – Alice’in birden canının neye sıkılmış olabileceğini anlıyoruz. Dr. Harford iki yanında iki genç kadınla oldukça mutlu bir biçimde partide boy gösteriyor ve iki kadın da oldukça açık bir biçimde Dr. Harford ile “vakit geçirmek” istediğini söylüyor. Hatta doktora “gökkuşağının bittiği yerde” buluşmak istediklerini söylüyorlar, ancak maalesef Ziegler’den gelen bir çağrı bu olası “doyumu” erteliyor.
Maskelerin Ardında
Az önce smokinle ve eşinin yanında gördüğümüz Ziegler’i bir anda çıplak bir biçimde, üstelik de oldukça genç bir kadın olan Mandy (Julienne Davis) ile görürüz. Bu tablo az önce eşinin yanında gülümseyen ve de oldukça saygın görünen Ziegler’e “yaraşır” bir tablo değildir. Bu açıdan film her sahnesiyle adeta bir “şok” etkisi ve güven kırılması yaratmakta diyebiliriz. Eşleriyle birlikte mutlu görünen ve oldukça saygın olan herkesin öbür yüzünü bir diğer sahnede görmekteyiz. Bu durum da sürekli olarak bir güven krizine sebep olmaktadır. Adeta “yetişkinlerin” kirli dünyasını görmekte, sosyal bağlamda dışarıya yansıttıkları yüzlerinin aslında hiç de göründüğü gibi olmadığını görmekteyiz.

Ziegler’in Mandy’i aşırı dozdan kurtarması için Dr. Harford’ı çağırmasıyla Dr. Harford’ın planlarının bozulduğunu söylemiştik. Bu bozulmayla birlikte Dr. Harford’ın ilk “cinsel hüsranı” gerçekleşmiş olur. İki genç kadınla geçirebileceği güzel vakit imkânı çöpe gitmiştir. Film çoğunlukla Harford’ın bu hüsranları üzerine kurulu diyebiliriz. Özellikle eril kişinin yaşadığı cinsel hüsranlara psikanalizde fazlasıyla yer verilir, bunun etkilerini sinematik teorilerde de görürüz. Gerçek dünyada sürekli bir kısıtlanma ve baskı hâlinde olan erkek, bu hüsranını gidermek amaçlı olarak daha çok rüyalarına ve hayal edilen dünyaya başvurur. Filmin geri kalanının -belki de en başından beri gördüğümüz her olayın- bu tarz hüsranlar sebebiyle ortaya çıkmış delüzyonlardan oluştuğunu söyleyebiliriz belki de.

Bir diğer sahnede Harford ile Alice’i yataklarında oldukça neşeli bir biçimde sohbet ederken görürüz. Lakin bu sohbetin tonu Alice’in çeşitli itiraflarıyla aniden değişir. Alice geçmişte tatil yaptıkları oteldeki bir subayı ne kadar çok beğendiğini ve arzuladığını, o adam için evliliğini ve çocuğunu bırakabileceğini aktarır, ki bu fazlasıyla ekstremdir zira bir kadının hiç tanımadığı bir adam için kendi çocuğunu bırakması pek de olası bir şey değildir. Bu açıdan bunların yine Dr. Harford’ın bir abartması olduğunu düşünebiliriz. Bunun üzerine Dr. Harford çok şaşırır, ancak “normal” bir erkekten beklenebilecek hiçbir tepkiyi vermez. Eski hastalarından birinin kızı kendisini aradığında hiçbir şey olmamış gibi evden çıkar. Dr. Harford hastasının vefat ettiğini öğrenir ancak kızı bu olaya rağmen babasının naaşının yanı başında Dr. Harford’a ilan-ı aşk eder. Bu da filmin başından beri farkında olduğumuz absürt duruma fazlasıyla katkıda bulunur.
Gerçeklik Algısının Yitimi
Eşinin kendisini aldattığı görüntüler bir türlü gözünün önünden silinmeyen Harford kendisini New York sokaklarına atar. Kıskançlığından ne yapacağını bilemeyen Harford’a sokakta bir hayat kadını denk gelir. Harford sonunda kadının evine gider ve bu ikili arasında fazlasıyla yumuşak ve tuhaf bir sohbet geçer. Filmin en başından en sonuna kadar hissettiğimiz temel şey aslında bu her şeyin tuhaf olduğu hissidir ancak izleyici olaylara kapılıp giderken bu hissin tam olarak neyden kaynaklandığının altını bir türlü çizemez. Filmin her yerine, her diyaloğuna bir tekinsizlik, bir gerçekdışılık hakimdir ancak hiçbirisi tek başına göze batmaz. Film, tüm bu tuhaflıkların toplamıyla bir anlam ihtiva eden bir tablo gibidir. Harford bu sözünü ettiğimiz kişiyle tam birlikte olacakken eşi Alice arar ve Harford oradan ayrılmaya karar verir, ancak yine de kadının parasını öder. Harford bir kez daha cinsel açıdan hüsrana uğramıştır, ancak “mükemmel ve erdemli” bir erkek olduğu için bu kadın da onun hayranları arasına katılmıştır. Aslında daha da ilginç bir durum vardır ki Harford her ne kadar kendisini sürekli bu şekilde cinsellik içeren durumlarda bulsa da hiçbirinde ilk hareket kendisinden gelmemektedir. Öyle ki kendisinin herhangi bir şekilde bir tutku veya istek hissettiğini söylemek çok zordur.

Harford, Ziegler’in partisinde piyano çalarken gördüğü ve üniversiteden arkadaşı olan Nick Nightingale’in (Todd Field) çaldığı yere gider. “Nightingale” (bülbül) kelimesinin esasen “gece şarkı söyleyen” anlamına gelmesi de ilginç bir tesadüftür, zira Nick gece insanıdır ve hep geceleri piyano çalar. Harford ile olan muhabbetinde Nick gece gideceği ilginç işten bahseder. Anlattığına göre, ilginç bir parolayla girilen bir partide gözleri bağlı olarak çalmaktadır ve ona mekânın adresi işten hemen önce verilmektedir. Neden bilinmez ancak bu durum Harford’ı inanılmaz biçimde cezbeder ve ısrarları sonucu Nightingale’den adresi öğrenir. Tıpkı partideki kızların bahsettiği gibi adı “Gökkuşağı” olan (Rainbow) bir kostüm dükkanından kostüm almaya gider, ki bu da ancak rüyalarda karşılaşılabilecek ilginç bir tesadüftür: Bir yerde duyulan veya görülen bir ismin bütünüyle alakasız bir alanda kullanılması, bilinçaltında karman çorman edilen şeylerin normalde bulunduğu yerden başka yere gitmesi şeklinde açıklanabilir.
Sorgulanan Sadakat
Bahsi geçen kostüm dükkânı yine başlı başına apayrı bir hikâyedir. Dükkânın sahibi o gece kızını iki adamla dükkânda yakalar ve sonradan öğreniriz ki bunun üzerine kızını para karşılığı pazarlamaya karar verir. Kostümün alınacağı geceyse bu kız babasından kaçarken bir yandan da Harford’a oldukça sıcak davranır: bir başka kadın sevgisi ve beğenisi böylelikle sepetimize eklenmiş olur. Buna ek olarak, baba karakteri kızını doktora da sunmayı teklif eder. Kostümü alan Harford bir taksiyle bu etkinliğin yer alacağı malikâneye gider. İnanılmaz görkemli olan bu yapıya öğrendiği parola olan “fidelio” ile girer. Fidelio kelimesi fidelity yani sadakat kelimesini çağrıştırmaktadır. Hem doktorun hem de eşi Alice’in kendi sadakatini sorguladığı bu dönemde, özellikle de doktorun paranoyaları sebebiyle Alice’i aldatmak istediği anda bu parolanın duyulması oldukça çarpıcıdır.

Alice’ten duyduklarının tetiklemesiyle hareket eden doktor aslında bu paranoyasını bahane mi etmektedir? Esasen kendisi mi evlilikten bıkmıştır yoksa karısının bıkmasından korkmasıyla kendi paranoyalarını mı birleştirmiştir? Film sordurduğu bu tarz sorularla izleyiciyi evlilik ve sadakat kavramları üzerine düşündürürken sunduğu heyecan verici ve gerilim dolu anlarla onu tabiri caizse koltuğunun ucunda oturtuyor. Buna ek olarak filmin en az The Shining kadar korkutucu ve rahatsız edici olduğunu da ekleyelim. The Shining’te daha çok korku teması üzerine kurulmuş bir senaryo ve sinematografi varken, Eyes Wide Shut gücünü tekinsizliğinden ve de rahatsız ediciliğinden alıyor.
Malikânede oldukça ilginç sahnelerle karşılaşan doktorun oradaki “istenmeyen” olduğu her şeyden bellidir. Oraya ait olmadığı bilinmektedir. Bunda belki de doktorun oraya taksiyle giden tek kişi olması ve de taksiyi kapıda bekletmesi olabilir. Bu açıdan düşünüldüğünde bu tarz mantıksızlıklar yine bir rüyayı işaret ediyor olabilir. Doktor partide yer alan bir kadın tarafından uyarılır. Kadın ona oradan çabucak gitmesi gerektiğini yoksa bunun hayatlarına mal olacağını söyler. Doktor yine de partiden ayrılmaz, çünkü gördükleri karşısında adeta büyülenmiştir. Ancak kendisi en sonunda “ifade vermeye” çağrılır ve bu büyük grubun oluşturduğu çemberin arasına bir kurban gibi düşer. Maskesini çıkartmaya zorlanır, doktor böylece “çırılçıplak” kalmıştır. Herkesin maskeli olduğu bir yerde -üstelik bu tarz bir toplu seks partisinde- maskesiz bırakılmanın getirdiği küçülmeyi izleyici de iliklerine kadar hisseder. Doktorun oraya ait olmadığı yapılan sorgulama sonucunda anlaşılır ancak doktoru daha önceden uyarmış olan kadın kendisini doktor için feda edeceğini söyler – ki bu da çok mantıksız ve yine ancak rüyalarda olabilecek kadar konu dışıdır – böylelikle doktor kurtulur. Ancak bu işin peşini de bırakmaz.

Lacan ve İmgesel Dünya[1]
Doktor partiden eve döndüğü sabah karısının yattığı yatakta partide kaybettiği maskeyi görünce adeta şoka girer. Bu maske ona aslen dün gece yaptıklarından ötürü duyduğu suçluluğu hatırlatmaktadır. Bu maske doktorun suçluluğunu yansıtmanın yanı sıra kendi paranoyasının da bir timsalidir. Hepimiz doktorla beraber karısının da o partide olmuş olabileceğini düşünürüz. Kameranın partideki çıplak kadınları sürekli arkadan göstermesi ve filmin başında da Alice’i aynı şekilde görmüş olmamız bize bilerek ve isteyerek doktor gibi düşünmeye zorlamaktadır. Film boyunca genellikle doktorla baş başa olduğumuzdan çoğunlukla onunla bir hissetmek ya da en azından ona karşı bir sempati duymak bizim için kolaylaşırken bu tarz paranoya destekleyici imgeler ve olaylar zihinlerimizi de doktorunkiyle senkronize hale getiriyor. Ancak muhtemelen doktorla, doktorun “rüyası” içerisinde olduğumuz için bu düşüncelerimizin veya gördüklerimizin objektif olduğundan maalesef şüphe ediyoruz. Alice’in eşine rüyasında gördüklerini anlatırken neredeyse birebir şekilde partiyi tarif etmesi az önce bahsi geçen düşünceleri pekiştiriyor. Alice sürekli hayalleri ve de rüyaları üzerinden eşiyle konuşurken doktorun çoğu zaman gecelediğini, uyumadığını görüyoruz. Ancak onun rüya görmesine gerek yok, zira “gerçek” hayatı bir delüzyonu çağrıştırıyor. Kitabın yazarının Freud’la olan yakınlığından söz etmiştik, rüyalar ve sembolize ettiklerinin ve imgelerin cinsellikle olan ilişkileri düşünüldüğünde film daha manalı bir çerçeveye oturuyor.

Partide yaşadığı hayal kırıklığı da eklenince, doktor filmin başından itibaren yaşadığı cinsel hüsranı bastırmak amacıyla onu bugüne kadar arzulamış olan herkese başvurur. Eski hastasının kızı artık onu istememektedir, birlikte bir gece geçirmek üzere olduğu hayat kadını hastalık kapmıştır; sonuç yine hüsran olur. Doktor partide gördüklerini unutmaya hiç de niyetli değildir. Aksine, olayın üzerine gider ve Nick’i otelinde bulmaya çalışır. Buradaki resepsiyonist bile doktorla flört eder, ona ilgi gösterir. Doktor böylelikle herkes tarafından istenmiş olur.

Doktor akabinde gazetede eski bir güzellik kraliçesinin öldüğünü gösteren haberi görür. Bu kadının partide kendisini kurtaran kadın olduğuna inanmak için yeterince sebebi vardır. Kadının bulunduğu morga gider ve cesede bakar. Kadının kendisi yüzünden cezalandırıldığını düşündüğü için doktor, kendisini fazlasıyla suçlu hisseder. Psikanalizde de suçluluk duygusu ve bu suçluluk duygusunun insana yaptırdığı eylemlerin incelenmesi gibi konular oldukça baskındır. Bu açıdan doktorun suçluluk duygusuyla (hem karısına hem Nick’e, hem de bu gizemli kadına karşı) hareket etmeye başlaması, yine romanın yazarının kimliğiyle örtüşmektedir.

Sonunda Ziegler’in de o partide olduğu anlaşılır ve doktora bu işin peşini ebediyen bırakması söylenir. Duygularının ağırlığına artık daha fazla dayanamayan doktor karısına her şeyi itiraf eder. Akabinde geçirdikleri bu birkaç günlük “maceradan” sağ kurtuldukları için şükrederler ve evliliklerini kurtarmaya, heyecanı birbirlerinde bulmaya karar vererek uzlaşırlar. Film tam da bu şekilde, bir oyuncak dükkanında, çocuklara özgü bir yerdeki fazlasıyla yetişkince bir diyalogla sona erer. Bu açıdan bakıldığında çocuklar için bir hafta sonu gezisi, bir Noel alışverişi gibi görünen bir şeyin arka planında anne-babaların başından geçen korkunç şeylerin bulunması esasında müthiş bir kontrast yaratır ve bu sahne inanılmaz çarpıcıdır diyebiliriz.

Çürümeye Rağmen Ayakta Kalmak
Filmin magazinsel kısımlarına dönecek olursak, filmin çekimlerinin gizem içerisinde yapıldığından söz edebiliriz. Dışarıya yansıtılan gizeme ek olarak bir de oyuncular arasında gizem mevcuttu demek pek yanlış olmaz. Filmdeki kıskanç kocayı daha iyi yansıtabilmesi açısından Kubrick, Kidman ile Cruise’ın ayrı ayrı yönlendirilmesini sağlamış, birbirleriyle notlarını paylaşmalarını engellemiş. Buna ek olarak, Kidman’ın deniz subayıyla olan sahnelerinin uzatılması sağlanmış, Kidman’ın bu sahnelerde neler olduğuyla – aslında olmadığıyla – alakalı olarak eşiyle konuşmasına izin verilmemiş. Hâl böyle olunca filmdeki pek çok şeye rahatlıkla bir gerçeklik katılmış diyebiliriz. Kidman ile Cruise’un evliliğini bu olay mı bitirdi, bunu bilemiyoruz tabii ancak bir önceki Kubrick yazımda da sözünü ettiğim üzere Kubrick’in filmlerini çekerken oyuncularından istediği şeyleri alabilmek için geliştirdiği ilginç yöntemleri var.

Sonuç olarak toparlamak gerekirse, Doktor Harford’ın sürekli “istenen kişi” konumunda olması – kendi karısı dışında – oldukça ilginç bir tesadüf ve izleyiciye bunların hepsinin Harford’ın “fantezisi” olabileceğini düşündürüyor. Konu nedense daha çok Alice’in aldatması üzerine, ancak doktor da sürekli olarak başkalarıyla vakit geçiriyor. Yine de çoğunlukla doktorla baş başa kalmamız tüm bunların onun rüyası – veya delüzyonu – olduğu hissini kuvvetlendiriyor. Bir başka şekilde değerlendirecek olursak, film bir evliliğin kâbusu şeklinde de yorumlanabilir. Filmdeki fazlasıyla gergin ortam müthiş set tasarımı ve müzikler aracılığıyla destekleniyor. Buna ek olarak, iki parti de bir arada düşünülecek olunursa eğer, bu iki partinin adeta bir madalyonun iki yüzünü oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu kavrama şekli, filmle alakalı pek çok noktayı açıklayacaktır.

Rüya konusuna biraz daha değinmemiz gerekirse şunu diyebiliriz ki rüyalarda da insan çırılçıplak kalır, olmaması gereken yerlere girer, utanır, kaçmak isterken kaçamaz. Korkunç şeyler olur ve gizemli insanlar arka planını tam da anlayamadığımız şeyler yaparlar. Eyes Wide Shut’ın bu kabusvari hâli genel olarak usta yönetmen David Lynch’in filmlerini andırmakta. Belki de aldatılma korkusuyla gölgelenen zihnin girdiği “imaginary / imgesel” dünyaya atıf konusu en çok da Lost Highway’de (Kayıp Otoban, 1997) görülebilir. Filmin sonunda partideki diğer gizemli insanların kim olduğu vb. sorular cevapsız kalır, lâkin filmin amacı bu soruları yanıtlamak olmamıştır hiçbir zaman. Malikânede geçen her şey, diğer yan karakterler, her şey esasen bu evliliğin çevresinde toplanan yan ürünlerdir, filmin tek amacı da bu evliliğin başından geçen kısa süreli dramı yansıtmaktır aslında. Buna ek olarak, filmin anlatısını bir masaya benzetecek olursak, zengin ve saygın görünen insanların asıl yüzü ve çökük manevi yaşamları gibi yan konuları da bu masanın ayaklarına benzetebiliriz. Film hakkında daha da uzun yazmak mümkün, zira neredeyse sonsuz ayrıntı içeriyor. Yine de bu yazıyı burada bitiriyor, bu uzun yazıyı sonuna kadar okuduğunuz için çok teşekkür ediyoruz.
[1]Psikanalist ve psikiyatr Jacques Lacan’ın aktarımına göre düzen imgesel, simgesel ve gerçek olarak üçe ayrılabilir. Simgesel olan dünya içerisinde yaşadığımız kurallarla dolu bir düzen iken, “gerçek” bizim sembolik dünyamızı tehdit eden ve travmaları yansıtan, asla ifade edilemeyeni aktarabilir.

Harika bir yazı olmuş. Teşekkürler
Ben teşekkür ederim okuduğunuz ve bu güzel yorumu yaptığınız için. Sevgiler.