Uluslararası Rotterdam Film Festivali (IFFR) bünyesinde izlediğimiz France, 2021 yapımı bir Bruno Dumont filmi. Dumont’u en çok yazdığı senaryolardan ve L’Humanité (İnsanlık, 1999) ile Flandres (2006) adlı, Cannes Film Festivali’nde Grand Prix ödülünü almaya hak kazanmış iki filmiyle biliyoruz. Dumont bu sefer, senaryosunu da yazdığı France’ta sahip olduğu ünün yükünün altında ezilen France de Meurs (Léa Seydoux) karakterine odaklanıyor. Léa Seydoux’ya France’ın birlikte çalıştığı, yapımcı Lou rolünde Blanche Gardin, eşi Fred de Meurs rolünde de Benjamin Biolay eşlik ediyor. Filmde izlemekte olduğumuz şeyin bir film olduğu mesajı sürekli olarak verilmekte. Normalde sinemanın büyük günahlarından sayılan, oyuncunun kameraya direkt olarak bakması durumu bile sık sık kullanılıyor. Bunlar tabii ki bilinçli yapılmış seçimler. Zira France her ne kadar bir dram filmi olsa da aynı zamanda seyircisine bir şeyleri sorgulatmak isteyen bir komedi filmi.

Filmde sık sık kameralar ve mikrofonlar görüyor, France’ın televizyon programının sahne arkalarına tanık oluyoruz. Bunların altında da şu anlamlar yatıyor: İzlediğimiz şey manipüle edilmiş, birbiri ardına eklenmiş ve belli bir anlam ihtiva etmesi için üzerinde özellikle uğraşılmış sahnelerden oluşan bir bütün. İzlediğimizin gerçeklik payı yok ve olamaz da zira bu film bir grup insanın bir araya gelerek belli bir amaç için görüntüleri birleştirmesiyle oluşmuş. Öyle ki filmin başında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u bile görüyoruz.

Hatta France filmde cumhurbaşkanına bir soru bile yöneltiyor asla parçalanmayacağını düşündüğü ve o güne kadar bolca şişirilmiş egosuyla. Bu gibi sahneler filmin bir kurgu işi sonucu ortaya çıktığını ve televizyonda veya sinemada gördüğümüz her şeyin -bu film de dahil olmak üzere- bir yalan ve görüntü hilesi üzerine kurulduğunu hatırlatıyor. Buna ek olarak, bu sahneler France’ın ve yapımcısı Lou’nun ne kadar kendilerinden emin ve kendilerinde istedikleri her şeyi yapabilme hakkını gören bireyler olduklarını gözler önüne seriyor. Bu iki ego da zaman içerisinde dış kaynaklar tarafından sahte bir biçimde büyütüldüğü için, filmin sonunda hezeyana uğramaya mahkûm elbette ki.

Medya ve Riyakârlık
Filmde France neredeyse “influencer” olarak tarif edebileceğimiz bir gazeteci. Televizyonda bir program yapıyor ve aynı zamanda sahaya da inip olayların tam kalbinde çekim yapmaktan “çekinmiyor”. Kendisinin ne kadar zengin olduğunu inanılmaz şık ve tasarım ürünü kıyafetlerinden ve evinin dekore edilme biçiminden anlayabiliyoruz. Bir gazetecinin nasıl bu kadar zengin olabildiğiyse elbette ki merak konusu. Film, ünlü olmak ve bir izleyici kitlesine sahip olmakla alakalı trajikomik gerçekleri France’ın yaptığı ilginç bir kaza üzerinden yüzümüze vuruyor. France yaptığı kazadan ötürü yerden yere vuruluyor ve ünün ne kadar kaypak olduğunu görüyor/uz. Çünkü France’ı ekranda gören milyonlarca insan onun hakkında bir yorum yapma hakkını kendilerinde görüyorlar, zira onu tanıdıklarını düşünüyorlar. Gerçekte tabii ki böyle bir durum mevcut değil: Ekran karşısında gözlerini kısarak kameraya bakan ve ekrandaki kişiliğini yaptığı her hamleyle güçlendiren France, kameralardan uzaktayken neredeyse parodiye varacak şekilde sık sık ağlıyor, hatta bunu belli bir süre sonra kamera önüne de taşıyor.

Filmin en vurucu noktaları, France’ın çatışma yaşanan yerleri bizzat ziyarete gittiği sahneler belki de. Medyanın silah tutan insanları kendi işine geldiği gibi dekore ettiği, görüntülerin istenilen etkiyi verecek şekilde montajlandığı, basından olan insanların çatışma anında çekim yaptıktan sonra inanılmaz güzel bir otele giderek turist gibi yaşadığı, plastik bir botla denizi geçip ülke değiştirmeye çabalayan, çatışmadan kaçmaya çalışan insanları basının içine belki yüz kişi sığabilecek kadar rahat bir tekne içerisinden çektiği bir dünya burası. Bunların hepsi izleyiciye bugüne kadar izlediği her şeyi sorgulatan türden. Bu sahneler aynı zamanda izleyiciyi kızması için manipüle de ediyor aslında. Öyle ki France’ın bu olaylar karşısındaki kayıtsızlığını gördüğümüz zaman ister istemez sinirleniyoruz. Ancak yargılamakta yine çok çabuk mu davrandık acaba diye düşünmeden de edemiyoruz. Zira France’a kızmaya başladığımız an onun yalnızlığı ve de mutsuzluğuyla alakalı bir sahne görüyoruz. Sonuç olarak ona ne bütünüyle kızabiliyoruz ne de onu sevebiliyoruz ve France böylece filmde bir anti-kahraman olarak varlığını güçlendiriyor.

İzlemekte Olduğunuz Film Yalnızca Bir Kurgudan İbaret
France’ın bencil birisi olduğundan söz etmiştik. En az kendisi kadar bencil olan Fred’le evli olan France, kendi sergilediği davranış karşı taraftan geldiği zaman afallıyor. Son derece sevgisiz olan bu evdeki diyaloglar, daha doğrusu iletişim kopuklukları, evin zengin görselliğiyle ve renkleriyle büyük bir tezat oluşturuyor. Karakterler bu yoğun ve sıcak döşenmiş evde birbirlerinden ne kadar kopuk yaşadıklarını daha da sesli ve göze batar bir biçimde aktarıyor sanki. Zaten mutsuz bir evliliği olan France, dinlenmeye gittiği tesiste Charles Castro (Emanuele Arioli) adında bir adamla tanışıyor ve ona âşık oluyor. Lâkin öğreniyoruz ki Charles aslında France ile ilgili haber yapmak isteyen birisiymiş ve ona yaklaşabilmek için yalan söylemiş. Kendi amaçlarına ulaşmak için milyonlara ve hatta kendine yalan söyleyebilen France, aynı hareket kendisine yapıldığında inanılmaz bir tepki gösteriyor. Ancak belki Lou da kendisi de bu ikiyüzlülüğün farkında olacak ki “meslektaşlar birbirine bunu yapmaz” gibi bir cümle dökülüyor ağızlarından. Yani gazeteciler herkese yalan söyleyebilir ve herkesi kandırabilir, ama birbirlerini asla.

Çoğu anti-kahramanda olduğu gibi, kendisi hakkındaki farkındalığı çok düşük olan bir karakter France ve yine bu karakterlerde olduğu gibi sorunu, tehdidi ve yanılsamayı dışarıda arıyor. Lâkin kendisi başlı başına bir yanılsama ve sonradan yaratılmış bir personadan ibaret. Yönetmen Dumont’un France özelinde eleştirdiği şey genel olarak büyük kitlelere hitap etmekte olan medya tabii ki. Her şeyin kurgulanmış ve üzerinde oynanmış, daha da fazla izlenme rekoru getirsin diye bilerek abartılmış olduğu bir düzende neye ve nasıl güvenebiliriz sorusunu sorduruyor film.

Buna ek olarak, başlı başına bir “kandırma” endüstrisi olan sinema sektörü üzerine de düşündürüyor: Sinemaya giderken aslında izlemek üzere olduğumuz şeyin gerçek olmadığını bilerek gidiyoruz. Yine de film boyunca birisi “bakın, bu izlediğiniz şey bir film” diye gözümüze soktuğunda tuhafımıza gidiyor, hatta sinirleniyor, bizi gündelik yaşamımızdan koparan bu ufak rüyamızdan uyandırmamasını diliyoruz. Dolayısıyla insan kandırıldığını bilerek kandırılmak istiyor ve bu sadece seçtiği alanlarda yaşansın istiyor diyebilir miyiz? Bu gibi soruları ve daha pek çoğunu sorduran France oldukça keyifli, komik ancak bir o kadar da trajik bir hikâye sunuyor. Kesinlikle tekrardan izlenebilecek, üzerinde düşünülecek bir film.
