Usta yönetmen Martin Scorsese’nin, Who’s That Knocking at My Door (1967) adlı ilk uzun metraj filmini çekmesinin üzerinden tam 55 yıl geçti. Yarım asrı aşan yönetmenlik ve senaristlik kariyeri boyunca Scorsese; Mean Streets (1973), Taxi Driver (1976), Goodfellas (1990), The Age of Innocence (1993) veya The Departed (2006) gibi birçok filme imza attı ve neredeyse filmografisindeki her film ile, sinema tarihine önemli katkılarda bulundu. Özellikle sokakları beyazperdeye yansıtma biçimi ile öne çıkan Scorsese, sayısız türdeki sayısız film ile biz sinema tutkunlarının beğenisini toplamayı başardı. Scorsese’ye duyulan hayranlık tüm Hollywood’da yankılanıyor olacak ki kendisinin En İyi Yönetmen dalında dokuz Oscar adaylığı bulunmakta. The Departed ile Oscar’a layık görülen yönetmenin En İyi Film ve En İyi Senaryo adaylıklarını saymak bile pek kolay bir iş değil.

Scorsese’nin kalabalık filmografisindeki filmler her ne kadar birbirinden farklı görünse de Scorsese imzası uzaktan bile ayırt edilebilecek kadar keskin. Gri ana karakterler, dış ses ile anlatıcı konumunda bulunan protagonist veya 1950’lerin film noir esintileri ile bir Scorsese filmi kendini ilk dakikalarda belli edebilir. Lakin bu yazımızda Scorsese’nin filmografisinden farklılığı ile sıyrılan, alışılmadık sanatsal tercihleri ile pek konuşulmayan bir cevher olan, ülkemizde Geç Saatler adıyla gösterilmiş After Hours (1985) filmini inceleyeceğiz. Scorsese’nin sembolik yaklaşımları sebebiyle onlarca farklı şekilde okunabilecek film birçok farklı temada, çok sayıda farklı düşünce içeriyor. After Hours’un tehlikeli fakat bir o kadar da ilgi çekici evrenine hep beraber konuk olalım.

Rüya İkilemine Sinemasal Bir Yaklaşım
After Hours, Paul Hackett (Griffin Dunne) karakterinin rutin ve nispeten sıkıcı hayatının tasviriyle başlıyor. Bilgi işlemci olarak çalışan Paul, iş yerinde masa başında bilgisayarı ile çalışıyor, eve geliyor ve televizyon izliyor. İş arkadaşının meslekleri hakkındaki düşünceleri de bilgi işlemci olmanın ne denli sıkıcı ve düz olduğunu gözler önüne seriyor. Paul’un bu sıkıcı düzeni sanat tasarımı ile de gösteriliyor: Kıyafetleri, mobilyaları ve duvarları tamamen bej renginde. Paul’un etrafını saran bu kirli beyaz renk paleti, karakterin hayatını saran monotonluğu dışa vuruyor. Filmin devamında ise Paul için her şey ilginçleşmeye başlıyor. Televizyon izlediği sahneden bir kafeye geçiliyor ve Paul, Marcy (Rosanna Arquette) ile tanışıyor. Paul’un Marcy ile tanışması ve evine gitmek için evden ayrılması ile her şey tepetaklak oluyor ve Paul’un eve dönme çabası ekranlara yansıyor.

Lakin After Hours nazarında izleyicinin kafasını en çok meşgul eden şey tüm yaşananların bir rüya olup olmadığı. Bu soruyu cevaplamanın ilk adımı yine sanat tasarımında yatıyor. Paul, bej tonları ile sarılmış evinden kırmızılarla bezeli bir kafeye geçiyor. Bu da bir önceki sahnede aktarılan “sıkıcı hayat” düşüncesi ile zıtlık oluşturuyor ve Paul’un normal rutininden farklı bir yola saptığını gösteriyor. Fakat rüya ikilemini biraz olsun açığa çıkaracak asıl şey ev sahnesinden kafe sahnesine geçerken kullanılan kurgu tekniği. İki sahne arasında L-Cut olarak adlandırılan ve önceki sahneden gelen sesi bir sonraki sahneden gelen görüntü ile birleştiren bir teknik kullanılıyor. Yani Paul’un televizyonunun sesi kafede oturduğu sahnenin başlarında hala duyulabiliyor. Bu da Paul’un televizyon izlerken uyuyakaldığını, bu sebeple evindeki televizyonun sesini hala duyabildiğini gösteriyor olabilir. Rüya ikileminin sunduğu okumalar bu kadarla da sınırlı kalmıyor.

After Hours’un bir rüya olup olmadığı fikrini besleyen bir diğer etmen ise The Wizard of Oz göndermeleri. Marcy’nin eski kocasının The Wizard of Oz kitabına (Oz Büyücüsü) takıntılı oluşu sıradan bir ayrıntıdan çok tüm filmi kaplayan bir alt metin durumunda. The Wizard of Oz hikayesinin baş karakteri Dorothy, tıpkı Paul gibi evinden uzaklara gidiyor, insanlarla savaşıyor ve eve geri dönmeye çalışıyor. Lakin The Wizard of Oz, Dorothy’nin evinde, yatağında uyanmasıyla son buluyor ve macerasına kasabasından nefret ederek başlayan Dorothy, gördüğü rüya sebebiyle evini sevmeye başlıyor. The Wizard of Oz, Dorothy için yalın bir korku sunarken After Hours sembolik yaklaşımlar ile rüyayı -veya kâbusu- zenginleştiriyor. Film boyunca birkaç kez görünen kurukafa sembolleri -barmenin anahtarlığı, Marcy’nin dövmesi- ile Paul’un yaşadıklarının ölümcül olduğu düşüncesi tıpkı Paul’un bilinçdışında yatan korkunun dışa vurumu gibi ekranlara yansıyor. Paul’un yanık vücut travması ve korkusu da defalarca kez karşısına çıkarak bilinçdışını fiziksel şekillerde göstermeye devam ediyor. Tüm bu etmenler baz alındığında Paul’un bilinçdışına işlemiş sıkıcı hayatı, yanık travması, korkusu ve yalnızlığı tıpkı bir rüyadaymışçasına boy gösteriyor. Her ne kadar Paul’un rüya görüp görmediği farklı okumalara açık olsa da filmin zaman akışı da farklı ve takip edilemez olmasıyla her şeyin bir rüya olduğu fikrini pekiştiriyor.

Akıcı Dakikalar, Durağan Saatler
After Hours filminin sunduğu bir diğer alışılmadık element ise zamanın akışı. Bazen kurgu ile bazen ise basit diyaloglar ile zamanın aktığı gerçeği ekrana aktarılıyor. Lakin film, zamanın akış hızını sürekli olarak farklı hızlarda aktarıyor. Zaman akışında yaratılan bu bulanıklık ise izleyicinin zaman algısını değiştiriyor ve halihazırda müphem olan atmosferi daha da bulanıklaştırarak Paul’un başına gelenleri deneyimlediğimiz çerçeveyi küçültüyor ve bizleri karmaşık duygularla baş başa bırakıyor. Paul taksiye bindiği zaman taksici arabayı o kadar hızlı kullanıyor ki ortalama olarak 1,5 saat sürmesi gereken yol dakikalar sürüyor. Zamanın hızlı akışı hem taksinin sürati hem de sahnenin hızlı çekimi ile gösteriliyor. Lakin dakikalar sonra Paul, Marcy’nin eve girmesini beklerken bu sefer hızlı çekim tekniği zamanın Paul için yavaş aktığını göstermek için kullanılıyor.

Bir iki saniyeliğine “hızlı çekime” giren Paul sekansı, normalde saniyeler sürmesi gereken anın aslında daha uzun hissettirdiğini gösteriyor. Aynı kurgu tekniğinin iki ayrı anda iki ayrı amaçla kullanılmış olması After Hours’un zamansal karışıklığı için sadece bir başlangıç. Tuvaleti kullanmak için restorana giren Paul, tuvaletin müşterilere özel olduğunu öğrenince parası olmamasına rağmen hamburger ve kahve siparişi veriyor. Ardından tuvaleti kullanıyor, bir bahane uyduruyor ve dışarı çıkıyor. Tekrar restorana geldiğinde, sipariş sanki Paul hiç kaçmamış gibi önüne geliyor. Peki Paul’un sipariş vermesi ile restorana geri gelmesi arasında kaç saat var? Restoran sahibinin Paul’a hiçbir şey demeden siparişini getirmesi bu sorunun cevabını bulanıklaştırıyor. Restoran sahibi saatler geçmesine rağmen soğuk hamburgeri servis ediyor olabilir. Fakat Paul sadece 5 dakikalığını kaybolmuş ve siparişinin hazırlanmasına yetişmiş de olabilir. Bu zamansal bulanıklık After Hours’un onirik atmosferine katkı sağlıyor ve izleyicinin de tıpkı Paul gibi kaybolmasına olanak sağlıyor.

Filmde her müzik çaldığında duyulan tik-tak sesi film boyunca kurulan akışkan ve durağan zaman algısını destekliyor ve izleyiciye zamanın sürekli aktığını fakat belirsiz olduğunu hatırlatıyor. Paul’un sık sık saate bakarken bir süre sonra bakmayı bırakması, June tarafından gazetelere sarılırken saatler hatta günler sürecek işlemin dakikalar içinde bitmesi ve hatta tanıştığı kızların üçünün ay isimlerine benzer isimlere sahip olması -June (June / Haziran), Julie (July / Temmuz), Marcy (March / Mart)- film boyunca izleyici ile haşır neşir olan zaman temasını ayrıca destekleyen ayrıntılar. Zamanın sürekli akıyor oluşu ama hiçbir zaman düzenli olmaması; bazen hızlı, bazen yavaş bazen ise belirsiz olması film boyunca gerek sembolik gerekse direkt yollarla aktarılıyor. Tüm bu zamansal karmaşaya rağmen filmin sonunda, jenerikte, zaman gerçek hızıyla akmaya başlıyor. Ofiste çalışan insanların gelişi ve hazırlanışı hiçbir zamansal değişim görmeden gerçek zamanlı olarak akıyor ve izleyiciye düzenli bir zaman sunuluyor. Bu da filmin final duygusunu pekiştiriyor ve sonunda evine dönen Paul’un hissettikleri ile biraz olsun empati kurulmasına olanak sağlıyor.

After Hours: Farklı Kuralları Geçerli Kılan Bir Yapıt
After Hours’un düşsel atmosferi filmi o denli sarıyor ki filmin yapısı bundan oldukça etkileniyor ve sıradan bir filmde göremeyeceğimiz türde sahneleri olağan kılıyor. Paul karakterinin filmdeki en pasif ve karar almayan karakter oluşu onu kâğıt üstünde kötü ve sıkıcı bir protagonist yapıyor. Film boyunca karşımıza çıkan karakter dinamikleri ani değişimler ile düzensizlik içeriyor. Bir sekans ile yaratılan dinamik bir cümle diyalog ile yerle bir ediliyor. Marcy’nin tecavüz anlatısının üzücü yanı, yine Marcy’nin eklediği cümleler ile aniden bozuluyor. Filmdeki neredeyse tüm karakterler düz ve tek boyutlu olarak yansıtılıyor ve film boyunca karakterler boyut kazanmıyor. Böylece ana karakter ile diğer karakterlerin dinamikleri zayıf kalıyor ve aralarında güçlü bağlar kurulamıyor. Karakterler dışında Paul, cinsel ilişkiye giren bir çifti ve bir cinayet anını bir pencereden izliyor ve ikisine de bir duygu göstermiyor. Normal şartlarda bir filmin önemli kısımları olabilecek sahneler After Hours’da pencereden izlenen basit anlara dönüşüyor. After Hours, klasik sinematik anlatının yapmaktan kaçınacağı onlarca şeyi gözünü kırpmadan yapıyor ve filmin bu yapısal tercihi, sinemanın sanat boyutu hakkındaki sorulara kapı açıyor.

After Hours oldukça yumuşak ve belirsiz şekillerde sanata dair sorular yöneltiyor ve cevaplar sunuyor. Paul’un sanat sevgisi tüm film boy gösteriyor. Kiki (Linda Fiorentino) kendi heykeli için “yapması o kadar da zor değil” derken Paul “ama o senin” diyor, üstündeki parayı ilk gördüğünde almıyor ve heykeli hırsızlardan kurtarıyor. Lakin heykel için “üç boyutlu Çığlık tablosu” diyor ve aslında özgün olarak değer verdiği heykelin özgün olmadığını da kabul ediyor. Marcy, Tropic of Cancer kitabından alıntı yaparken “Sanatın yüzüne bir tükürük damlası” kısmını seçiyor. Sanat ve sanatçı hakkındaki yorumlar çeşitli ve farklı savları savunuyor. Bu sebeple filmin sanat hakkındaki görüşü bir uzlaşmaya varamıyor, ta ki Neil (Cheech Marin) ile Pepe (Thomas Chong) isimli hırsızlar sanat üzerine fikirlerini paylaşana kadar. Neil bir hırsız olmasına rağmen bir heykele para veriyor, Pepe bunu anlamlandıramıyor. Neil ise Pepe’yi umursamadan heykelini alıp uzaklaşıyor. After Hours’un anlatmak istediği sanat da tam olarak bu. Sanatı tanımlamak ve sınırlandırmak gereksiz. Sanat her insan için farklı ve After Hours 1 saat 37 dakika boyunca yoğurduğu “Sanat nedir?” sorusuna bu şekilde cevap veriyor. Tıpkı kendisinin normalde bir filmde bulunamayacak elementleri bir araya getirmesine rağmen başarılı bir film ortaya koyması gibi her sanat eserinin özgün ve birileri için değerli olabileceğini öne sürüyor. Filme göre sanatın en önemli özelliği bizleri sıkıntılarımızdan bir an olsun kurtarabilmesi, tıpkı Paul’un bir heykele dönüşerek kurtulması gibi.
