Gösterime 2018 yılında giren Oscar ödüllü Spider-Man: Into the Spider-Verse‘ün devam filmini ufak bir ertelemeden sonra nihayetinde izleyebildik. Uzun zamandır heyecanla beklenen Spider-Man: Across the Spider-Verse (Örümcek Adam: Örümcek-Evrenine Geçiş, 2023) filminin senaryo koltuğunda ilk filmde olduğu gibi yine Phil Lord otururken bu sefer kendisine Christopher Miller da eşlik ediyor. Zaten önceden kanıtlanmıştı fakat bir kez daha gördük ki bu ikili birlikte çalıştığı zaman inanılmaz işler ortaya koyabiliyor. 2009 yılında vizyona giren Köfte Yağmuru (Cloudy With a Chance of Meatballs) ile dikkatleri üzerine çeken ikili, devamında da pek çok başarılı projeye imza atmışlardı. Across the Spider-Verse’e dönecek olursak, filmin sanat tasarımı konusunda kusursuza çok yakın bir iş sergilendiğini belirtmemiz gerek. Onu bu denli iyi kılan husus filmde altı farklı sanat stili kullanılmış olması (karakter özelinde olanları dahil etmeden) ve bunların birbirleriyle neredeyse gerçek olamayacak kadar güzel bir şekilde uyumlu oluşu. Yola çıkarken yani ilk tasarım sürecinde filmin altı farklı sanatçı tarafından oluşturulmuş gibi görünmesini sağlamak istemişler. Bu amaçlarını yüzde yüz olarak başardıkları, hatta üzerine bile çıktıkları söylenebilir.

Peki neden altı farklı sanatçı tarafından tasarlanmış gibi görünmesini istemişler? Bunun cevabı aslında oldukça basit: Çoklu evrende farklı dünyalara yolculuk yaptıkça seyirciye şu anda başka bir dünyada bulunduklarını ve karşılarındaki diğer örümceklerin farklı kişiler olduğunu hissettirmek. Ayrıca bu stiller farklı dünyalarda gerçekleşecek olaylara da uygun olarak seçilmiş. Bu dünyaları anlatmaya filmin de açılışı olan Gwen’in (Hailee Steinfeld) dünyasından başlayalım. Dramatik olarak yoğun geçen Gwen’in Dünya-65’i sulu boya ile boyanmış gibi tasarlanmış. Gwen ile babasının konuşma sahnelerinde görsellik konuşmanın gidişatına göre şekil değiştiriyor. Renklerin kullanımında, fırça darbelerinin boyutlarında ve vurgusunda o anki duyguyu yoğun olarak hissedebiliyoruz. Yapımcıların bu sekansları sulu boya ile boyanmış gibi göstermesinin bir sebebi de Gwen çizgi romanlarının (Spider-Gwen, 2015 ve yan serileri) kapaklarına benzer, rengarenk bir görüntü yansıtmak istemeleri.

Filmde hem hikâye olarak önemli bir yere sahip olan hem de görsellik olarak fazlasıyla göz kamaştırıcı bir diğer evren Dünya-50101’dir. Bu dünya 2004 yılında Gotham Entertainment Group tarafından ilk olarak Hindistan’da yayımlanan Spider-Man‘in Hindistan’da geçen bir versiyonundan alınmadır. Yapımcı ekip filmde Mumbai ve Manhattan isimlerini birleştirerek dünyaya Mumbattan adını vermişler. Açıkçası burada dünyaya uygun enstrümanlar ile bestelenen müzikler duymayı beklerdim fakat maalesef böyle bir durum söz konusu değil. Sahneler yine de tempoya uygun müzikler ile desteklenmiş. Bir diğer dünyaya, Nueva York’a geldiğimiz zaman bizleri Blade Runner, Tron gibi filmlerden tanıdığımız neo-fütürist sanatçı Syd Mead karşılıyor. 2019’da vefat eden sanatçının proje ile doğrudan bir ilgisi bulunmasa da ekip onun tarzından bir hayli etkilenmiş ve bu dünyayı onun stiline yakın bir şekilde görselleştirmişler. Bu dünya ise 1992’de yayımlanmaya başlayan Marvel 2099 çizgi roman serisinden alınmadır. Ancak burada kitaplardakine göre daha barışçıl ve kaostan uzak bir tasvir ile karşı karşıyayız.

Şahsen benim filmdeki favorilerimden olan bir diğer dünya ve çizim stili ise Spider-Punk yani Dünya-138. Karakter ve dünyası için anarşist bir kişiliğe sahip punk kültürünün vücut bulmuş hali diyebiliriz. Sadece onun animasyon stilinin oluşturulması iki yıldan fazla zaman almış. Gerçek dergilerden ve gazetelerden kesilen parçalar kullanılarak oluşturulan bu tarz tek başına bir filmde kullanılmış olsa belki seyirciyi yorabilirdi ancak bu kısa hali ile seyir zevkini artırıyor diyebiliriz. Ayrıca karakter sinema perdesine çizgi romanlardaki orijinal halinden çok daha iyi bir şekilde yansıtılmış. Dozunu kaçırmadan yaptığı sistem eleştirisi espriler ise yüzlerde hoş bir tebessüm bırakıyor.

Filmin en karanlık ve izlerken seyircisini geren evrene yani Dünya-42’ye gelecek olursak böylesine büyük bir kaosu bu filmde görmeyi beklemiyordum açıkçası. Filme şahane bir tat katarak tabiri caizse aroma çeşitliliğini had safhaya taşımış. Final bölümünü oluşturan bu dünya Daniel Pemberton’un bestelediği The Anomaly parçası ile birleşince zaten merak ve korku ile koltuğunda terleyen seyirciyi biraz daha içine çekmiş. Gaipten çalan ıslıklar ve ağır tempoda oluşu parçayı sahne için biçilmiş kaftan haline getirmiş. Filmde fazla bir yeri olmasa da açılış kısmındaki aksiyonu ile görsel şölen yaşatan The Vulture (Jorma Taccone) ise Leonardo da Vinci’nin çizim defterini çağrıştıracak şekilde tasarlanmış. İtalyanca konuşması ve modern sanat hakkında Gwen ile yaptığı atışmalar ile daha filmin en başında tempoyu bir hayli yükseltti.

Miles Morales’in (Shameik Moore) başta önemsemediği fakat bizlerin çizgi romanlardan tanıdığımız Spot (Jason Schwartzman) ise belki de fikir bakımından sanat tasarımı en güzel karakter diyebiliriz. Kendisi filmin başında çizgi roman eskizi gibi görünse de filmin sonlarına doğru daha gerçek bir bedene, görünüme sahip olur. Karakter portallarını kontrol etmeyi öğrendikçe, geliştikçe çizimleri de gelişmiş bu sayede hikâyedeki gelişim görselliğe de yansıtılmıştır. Spot hakkında bir diğer husus açtığı portalların pek çok yazarın sinirlerini bozan mürekkep lekesinden ilham alınarak, mürekkep lekesine benzetilmeye çalışılarak oluşturulmuş olması. Canon’un gidişatını değiştiren bir karakter düşünüldüğü zaman, çizerin yazdıklarına zarar veren sinir bozucu mürekkep lekesinden ilham almaları fazlasıyla yaratıcı bir detay. Filmin ana karakterlerini tasarlayan kişinin daha çok X-Men çizgi romanları ile tanıdığımız Kris Anka olacağı duyurulduğu zaman projeye olan güvenim artmıştı, ne mutlu ki güvenim boşa çıkmadı. İlk filmdekinden çok daha fazla karaktere sahip olan bu yapımdaki her bir unsura ayrı ayrı özenilmiş. En geri planda kaldığını düşündüğünüz yan karakterler bile böylesine yoğun bir çoklu evren hikayesinin anlatıldığı yapıma uygun olacak şekilde diğerlerinden ayrılacak şekilde karşımıza çıkıyor.

Filmin görsel tasarımı konusunda son bir konuya değinmeden geçmeyelim. Ekip yaptıkları işin bir animasyon olduğunun, daha doğrusu içinde yaşadığımız dünyanın fiziksel kısıtlamalarını ekrana yansıtmaları gerekmediğinin tamamen bilincinde olarak kamera arkasına geçmiş, animasyonun hakkını sonuna dek vermişler. Aynı zamanda filmin temelde çizgi roman uyarlaması odluğunu bildiklerinden dolayı pek çok sahnede kitaplarda gördüğümüz paneller ile karşılaşıyoruz. Bu ilk filmde de yoğun olarak kullanılmıştı fakat bu filmde özellikle bazı sekanslarda artık kullanabilecekleri en had safhaya kadar bundan yararlanmışlar. Çoklu evrenlerin farklı dünyalarından gelen her karakterin özgün bir panel sistemi ya da çizgi roman baloncuğu ile filme dahil olması küçük ama ince düşünülmüş hoş bir detay.

Senaryo kısmına gelecek olursak öncelikle bu filmin bir bütünün ilk parçası olduğunu belirtmemiz gerek. İlk film kendi başına tamamlanan bir senaryoya sahipken burada böyle bir durum söz konusu değil. “İkinci Bölüm / Part Two” olarak da adlandırabileceğimiz devam filmi olan Spider-Man: Beyond the Spider-Verse ise 29 Mart 2024’te vizyona girecek. Zaten filmin ilk yarısından da anlayacağınız üzere çoklu evren içerisinde böylesine dallanıp budaklanan bir senaryoyu tek filmde bitirmek pek mümkün değil. Filmin süresini 200 dakikaya çekerek böyle bir şey yapabilirlermiş belki fakat izlediğimiz filmin genel izleyici kitlesine göre tasarlandığını da unutmamak gerek. Şu anki 140 dakikalık süresini bile fazla bulan insanlar varken böyle bir seçenek pek olası değil. Ancak izlediğimiz şeyin bir bütün olmadığını ve finalde anlatı olarak tam bir tatmine ulaşamadığımızı da kabul etmeliyiz. Sonuç olarak bir yıl daha beklememiz gerekecek.

Filmin yapımında söz hakkına sahip olan herkesin çizgi romanları gerçekten okumuş ve onları seven insanlar oldukları bariz şekilde ortada. Çizgi roman okurları için Spider-Man gündelik sorumlulukları ile şehri kurtarmaya çalışırken sevdiklerini kaybeden, gün geçtikçe dibe batan bir kahramandır. Maskesini taktığı zaman hiçbir derdin erişemediği bir kişi gibi görünürken o maskesinin ardında onlarca sorumluluk ve keder taşımaktadır. Bazı insanların Tom Holland Spider-Man‘ini sevememesinin sebebi de budur aslında. Çizgi romana uymayacak şekilde, Peter’ın neredeyse hiçbir derdi yoktur. May Hala ile ilgilenmesine ya da faturalarını ödemek için çabalamasına gerek olmadığı gibi, maskesinin ardında taşıdığı travmatik bir olay da yoktur. Ancak Across the Spider Verse bunun aksine her bir örümceğe benzer travmalar atamış. Biz özellikle filmin ana karakterleri olan Miles ve Gwen’i görüyoruz fakat yan karakterlerin de her birinin kendi evrenleri içerisinde onlarca sorun ile boğuştuğunu görmekteyiz. Filmin esas kilit noktası da burada başlıyor aslında: Spider-Man‘in, yaşadığı problemler olmasa Spider-Man olamayacağının altı çiziliyor. Bunları yaşamazsa çoklu evrenin çöküşüne bile sebep olabilir. Ancak en büyük tehlike bu değildir.

Bu filmde temelleri atılan Spot, bir sonraki filmde karakterlerimizin baş düşmanı olacak gibi görünüyor. Kendisi filmde bugüne kadar bulunduğu diğer tüm çizgi filmlerden ve çizgi romanlardan çok daha karanlık, kötücül ve güçlü bir forma bürünmüş durumda. Bedeni artık tek bir mekâna bağımlı kalmak zorunda değil. Gücü sayesinde istediği evrene kolaylıkla geçiş yapabilir hatta o evrenleri kolaylıkla yok edebilir. Peki böylesine güçlü bir düşmanın motivasyonu klişe olmaktan yeterince uzak mı? Aslında hayır, motivasyonu oldukça klişe bir konuya dayanıyor olsa da bu durum kötü değil. Çizgi romanlarda da sıklıkla artık insanların ezbere bildiği klişeler kullanılır fakat pek çoğumuz bu hikayelerden zevk almaya devam edebiliyoruz. Klişeleri ve klasikleşen hikayeleri iyi kullanıldıkları taktirde seviyoruz. Ve Across the Spider-Verse bu klişeyi kendi bünyesinde elindeki imkanları sonuna kadar kullanarak şahane bir biçimde işliyor.

Seslendirme kadrosuna gelecek olursak ilk filmde olduğu gibi Shameik Moore ve Hailee Steinfeld ikilisi harika bir iş çıkarmışlar. Fakat filmde benim için en başarılı işi Jason Schwartzman ortaya koymuş. Spot karakteri ile kimi zaman bir komedyen üslubu ile konuşurken yeri geldiğinde de korku filmlerinden fırlama bir tonda konuşarak iki boyutlu villain’ı (kötü karakter) farklı bir noktaya taşımış. Animasyonlarda böylesine güzel bir seslendirme ile karşılaşınca insan izlediği şeyin kaliteli bir yapım olduğunu hissediyor.

Çizgi roman hayranı olun ya da olmayın, isterseniz hayatınızın hiçbir döneminde Spider-Man ile yıldızınız barışmamış olsun fark etmeksizin bu filmi izlerken oldukça eğlenecek, sinema salonundan ayrılırken filmi de yanınızda götürmek isteyeceksiniz. Across the Spider-Verse bugüne kadar yapılmış en iyi süper kahraman filmi olmaya oldukça yakın, fakat tekil olarak değerlendirdiğimiz zaman yarım kalan bir yapıya sahip olmasından mütevellit maalesef bunu söyleyemiyoruz. Ama şunu açıkça diyebiliriz ki Spider-Man: Across the Spider-Verse bugüne kadar yapılmış en başarılı süper kahraman animasyonlarından biri, hatta belki de listenin başında.
