Once Upon A Time In Hollywood ve Quentin Tarantino

1950’lerde André Bazin, Alexandre Astruc ve Louis Delluc’ün makalelerinden etkilenen bazı Fransız eleştirmenler, film d’auteur kavramını ortaya atmışlardı; buna göre yönetmen, çektiği filmin tek üreticisi ve sahibiydi, filmin başarısında oyuncuların veya senaryonun payı olması düşünülemezdi ve tüm sorumluluk yönetmene aitti. Sonrasında Nouvelle Vague / Yeni Dalga akımının ortaya çıkmasına da neden olan bu görüş, günümüzde yaygın olarak geçerliliğini korumuyor ancak birçok yönetmen, auteur gibi değerlendiriliyor dersek abartmış olmayız.

Quentin Tarantino da bu auteur’lerden biri olarak anılıyor ve değerlendiriliyor, zira Bir Zamanlar Hollywood’da filminden bahsedilmeye bile yıllar önce “Bir Tarantino Filmi” nidaları eşlik etmişti, “Bir Brad Pitt ve Leonardo DiCaprio Filmi” diyen olmadı hiç. Bir anlamda yönetmenin şanı, oyuncularınkini geride bırakıyor. Hal böyle olunca da beklentiler yükseliyor tabii. Benim beklentim de oldukça yüksekti ve Tarantino’nun dokuzuncu filminin tüm beklentilerimi fazlasıyla karşıladığını, hatta muhteşem finaliyle onları aştığını hemen söyleyebilirim.

Beklenti demişken, bunun da oldukça farklı bir yapıya sahip olduğunu söylemek gerek. Özellikle de demografik olarak. Örneğin 65 yaşındaki bir sinemasever için Tarantino “yeni” bile sayılabilir: “yeni teknikler deneyen başarılı bir yönetmen” deyip geçebilir. Öte yandan 30’lu yaşlarındaki bir sinemasevere göre Tarantino, aynı çağda nefes aldığı için müteşekkir olduğu bir sinema efsanesi olabilir. Bunu ben değil, Tarantino söylüyor, BBC Radio 1’e verdiği bir röportajda.

John Ford için filmlerinde her zaman hareketin büyüsünü ön plana çıkarttığını, Michael Haneke için hayatı gerçekten de hiç sevmediğini, Milos Forman için kötü film çekemediğini, kısacası birçok yönetmen için kişisel zevkimize göre farklı şeyler söyleyebiliriz. Ancak söz konusu Tarantino ise, filmlerini beğensek de beğenmesek de bir konuda hemfikir olacağımız kesin: Quentin Tarantino, gerçek bir sinefil. Yönetmenin sinema sevgisini ve daha birçok farklı konuyu bünyesinde barındıran bu çok katmanlı filmi incelemeye başlayalım.

Yazan ve Yöneten: Quentin Tarantino

Auteur (yazar) sineması kavramından bahsetmişken Once Upon A Time In Hollywood’un senaryo yazım aşamasından bahsetmeden olmaz, çünkü Sight and Sound dergisinden Kim Morgan’ın yönetmenle Eylül 2019 sayısı için yaptığı röportajdan öğrendiğimize göre, Tarantino beş yıl kadar önce bir roman yazmaya başlamış. Röportajda romanın akıbeti hakkında bilgi yok ama işte üzerinde 3 yıl kadar oynadıktan ve kafasında devamını tasarladıktan sonra, Tarantino “ben en iyisi bunun filmini çekeyim” demiş ve ortaya Bir Zamanlar Hollywood’da çıkmış.

Yine röportajda belirttiğine göre “Elbette Sunset Boulevard’ın veya Riverside Drive’ın 1969 halini birebir, mükemmel şekilde ekrana yansıtabilirdik, çoğunlukla yaptık da, ama esas dayanak noktamız her zaman için kendi anılarım olmalıydı, 6 yaşımdayken üvey babamın kullandığı Karmann Ghia’nın arka koltuğunda seyahat ederken gördüklerime dayanmalıydı”. Hatta Cliff Booth’un araba kullanma sahnelerinden birinde kameranın Cliff’i aşağıdan çekme sebebi de oymuş, altı yaşındaki bir çocuğun perspektifinden yani. Bu bilgiler ışığında Tarantino’ya ve sinema sevgisine nasıl hayran olunmasın. Yazan ve Yöneten büyük oranda Tarantino’nun alamet-i farikası, ancak bu filmde çok daha fazla öne çıkıyor yazma aşaması kanımca, çünkü filmin sonu efsanevi bir şekilde biterek seyirciyi gafil avlıyor.

Rick Dalton ve Cliff Booth

Tarantino’nun yarattığı her iki karakter de hayal ürünü, ancak yönetmenin söylediğine göre, Rick Dalton (DiCaprio) 1950’ler ve 1960’larda oynamış ve bir süre sonra sinema sahnesinden silinme noktasına gelmiş bazı oyuncuların bir karışımı. İkili arasındaki kimya kesinlikle muhteşem, hem Brad Pitt’in ağırbaşlı oyunculuğu, hem de Leonardo DiCaprio’nun kendine hakim olmaya çalışan saatli bomba performansı tam bir görsel ziyafet. Filmde yine hayal ürünü olan Trudi karakterini canlandıran 10 yaşındaki Julia Butters’ın DiCaprio’nun kulağına fısıldadığı cümleye tamamen katılıyoruz.

Bruce Lee Mevzusu

Filmde Bruce Lee, Cliff Booth tarafından biraz sarsıldığı için Bruce Lee’nin kızı Shannon Lee, The Wrap’e verdiği demeçte “sinema salonunda oturmuş insanların babama gülmesini izlemek benim için çok zordu” demiş. Evet zor olabilir ve sahneyi de “çok da güzel oldu” şeklinde onaylıyor değilim ancak bu konuyla ilgili iki mesele var. Birincisi, Tarantino’nun da 13 Ağustos 2019’da verdiği bir röportajda söylediği gibi, Cliff Booth karakterinin hayali bir karakter olması. Dolayısıyla yine Tarantino’nun cümlesiyle; “Dracula Bruce Lee’ye karşı” demek ile “Cliff Booth Bruce Lee’ye karşı” demek arasında hiçbir fark yok.

İkinci mesele ise, Bruce Lee‘nin, bir bakıma Cliff Booth karakterini yüceltmek için tramplen olarak kullanılmış olması. Sırf bu tercih bile kendi başına yönetmenin Bruce Lee‘ye olan saygısını ifade etmektedir. 1960’lı yıllardan başka bir dövüş sanatları ustası da kullanılabilirdi, ancak Tarantino Lee‘yi, yani bir efsaneyi seçerek hayali olan Cliff karakterini seyircinin gözünde çok yüksek bir yere yerleştirme yoluna gitmiş, kanımca başarılı da olmuştur. Uzun lafın kısası, Bruce Lee’ye karşı yapılmış bir saygısızlık olduğunu düşünmüyorum.

Sharon Tate ve Roman Polanski

Filmde beyazperdede gördüğümüz tüm tarihlerin 1969 yılını göstermesi ve Margot Robbie’nin 1969’da trajik bir şekilde öldürülen oyuncu Sharon Tate’i canlandırıyor olması, filmi benim için baştan sona bir gerilim filmine dönüştürdü dersem abartmış sayılmam. Robbie Sunset Boulevard’da ağır adımlarla yürürken veya eşi Roman Polanski (Rafal Zawierucha) ile klasik bir arabada seyahat ederken tek düşündüğüm, “cinayet ne zaman gerçekleşecek, cinayetleri kötü bir şekilde göstermese bari” oldu.

Dolayısıyla evet, kimilerine “ağır ilerliyor” gibi gelen sahneler aslında son derece gerilim yüklüydü, Tarantino’nun amaçladığı gibi. Roman Polanski karakterinin neredeyse hiç repliği yoktu ama bence yönetmene son derece saygılı bir şekilde yaklaşmış Tarantino. Kıyafetleri, gülüşü ve özellikle de Rick Dalton’ın Polanski’yi “sinemada ulaşılması gereken üst nokta” olarak görmesi çok hoş birer dokunuş olmuş.

Cinayetler ve Charles Manson

Dediğim gibi filmi izlerken baştan sona “ne zaman olacak?” korkusuyla, görmek istemediğim olayın gerçekleşeceğini bilmenin lanetiyle diken üstünde beklerken, Charles Manson ilk ve son kez ekranda kısacık görünüp kaybolur. Bu da kesinlikle çok yerinde bir davranış çünkü böylelikle oksijen ziyanı Manson yüceltilmemiş, üzerinde pek durulmamış oldu.

En güzel kısım ise elbette, filmde hiçbir cinayete yer vermemeye karar vererek muhteşem bir gerçeklik saptırması yapan Tarantino’nun manevrası oldu. Manson’ın görevlendirdiği 3 kişi Sharon Tate ve arkadaşlarının kaldığı (cinayetler sırasında Polanski evde değildi) eve değil, hemen yanlarındaki, Rick Dalton’ın kaldığı eve saldırırlar. Cliff Booth da evdedir o sırada ve bu 3 Manson manyağıyla karşılaşan Dalton, Booth, Rick’in karısı ve Pit Bull cinsi köpeği Brandy, onlara harika bir karşılık verirler, 3 saldırgan da ölür ve sadece Booth kalçasından bıçaklanır, dolayısıyla kimse ölmemiş, büyük bir trajedi yaşanmamış olur.

O andan itibaren filmde önce sanki pembe tozlar içinde hayal aleminden gelen bir ses duyarız, Sharon Tate’in arkadaşlarından, gerçek hayatta öldürülen Voytek Frykowski’yi canlandıran aktör Costa Ronin’in sesi boşlukta yankılanır: “Başınıza bir şey mi geldi, iyi misiniz? Ben yan kapı komşunuzum, merhaba!” Sonrasında diafondan Sharon Tate’in sesi gelir, “iyi misiniz Rick Dalton, herşey yolunda mı?”. Bunları duyup da apayrı bir sinema evreninin, 1969 yılının gerçekleriyle yer değiştirmesini istemeyen var mıdır acaba? Tarantino’ya bu müthiş manevrası için saygılar, sevgiler.

Luke Perry, Al Pacino ve Damian Lewis

Bu filmin, 4 Mart 2019’da beyin kanaması nedeniyle kaybettiğimiz sevgili Luke Perry’nin son filmi olduğunu ve filmi izleyecek kadar bile yaşamadığını büyük üzüntüyle öğrendim. DiCaprio’nun karşısında son derece başarılı bir şekilde Wayne Maunder karakterini canlandırmıştı.

Damian Lewis de Steve McQueen’e olağanüstü bir şekilde, müthiş bir benzerlikle hayat vermiş, kesinlikle hayran oldum. Bu başlıkla ilgili son söylemek istediğim ise Al Pacino hakkında, daha doğrusu Al Pacino’nun bu filmde ne aradığıyla ilgili biraz. Stüdyo yöneticisi Marvin Schwarz’ı canlanırıyor Pacino ve filmi izlerken müthiş bir sürpriz olarak ortaya çıkıyor, ama bu küçük rol için Pacino şart mıydı, hatta gerek var mıydı, orası muamma. Şikayetçi değiliz tabii.

“Bir Zamanlar” Vurgusu

Filmle ilgili sanırım unutulmaması gereken en önemli kısımlardan biri de, başlığı. Bunu söyleme sebebim filmin gerçekçiliğiyle ilgili yapılan yorumlar. İşte o dönemi tam veriyor mu acaba, gibi. Tarantino da verdiği röportajlarda bunu sayısız kez dile getiriyor; bu filmde gerçekçilik var evet, ama adından da anlaşılacağı üzere, masalsı bir duruşu da var. Türkçe’de “Bir Zamanlar” cümlesi belki akla hemen masalları getirmiyor olabilir, ancak İngilizce’de Once Upon A Time deyişi, Türkçe’deki “Bir varmış, Bir yokmuş” kalıbına oldukça yakın. O nedenle de filme bu açıdan da yaklaşmak gerekiyor. Bu bir belgesel değil, bir film; gerçeklikle sınırlanmamış olan sanatsal bir yaratım.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın