HONEYLAND: İnsan Olmak Üzerine Bir Bal Hikayesi

2019 Sundance Film Festivali’nden 3 ödülle ayrılan ve 2020 Oscar Ödülleri’nde 2 dalda adaylık kazanan Honeyland (Bal Ülkesi), izleyicisine alışkın olunan şehir manzarasından uzak, sarp dağlıkları ve terk edilmiş köyüyle yapayalnız ancak çok güçlü bir portre çiziyor. Görüntünün gücü, köyün insanlar tarafından terk edilmiş olmasına rağmen doğanın orayı terk etmemiş olmasından, aksine insan yokluğunda kendine has kalabilmesinden ve en iyi biçimde işleyebilmesinden geliyor. Çünkü doğanın insana ihtiyacı yok. Hepimizin bildiği gibi, aslında insanın doğaya ihtiyacı var ve insan ihtiyaçlarını karşılamak adına, verici ve besleyici doğayla iş birliği yapmak zorunda. Onun meyvesini alabilmek, doğal yaşamı sürdürebilmek için bilinçli ve yumuşak davranmak zorunda doğaya karşı.

Hatice Muratova tam da burada devreye giriyor. Annesini yalnız bırakamamış, daha doğrusu bırakmamış, kendine can vermiş kişiyi beslemekten asla vazgeçmeyen, doğayı bu yolda en büyük yoldaşı ve destekçisi yapan bir kadın Hatice. Vefası, çevresiyle bütün oluşu insanın tüm belgeseli yüzünde bir gülümsemeyle ve içinde bir minnettarlıkla izlemesine sebep olacak türden. Emeğiyle, doğadan neyi ne zaman alması gerektiğinin bilincinde birisi olmasıyla Hatice ekranda yaşlı olmamasına rağmen bilge olan, saygı duyulası bir kadın portresi çiziyor.

İnsan: En Büyük Düzen Bozucu

Hatice kendisine ve annesine yetecek kadar bal üretip, açgözlü olmamayı öğretiyor bize. Arttığı kadarını şehirde pazarda satarken, daha büyük pazarların, endüstrinin hayalini kurmuyor. Kendine yetenden fazlasını arzulamıyor hiçbir zaman. Arılarıyla, yavru kedileriyle, köpeğiyle, güneşiyle ve gecesiyle uyum içerisinde yaşıyor, döngüleri kutsuyor. Hatice’nin kendine yarattığı bu sakin dünya, karavanlarıyla bir ailenin komşu olarak gelmesiyle tamamen bozuluyor. Bu aile ekonomik sıkıntılarına rağmen her sene bir çocuk yapmaktan geri durmamış, her şeyin sırf kendileri tüketsin diye var olduğunu sanan ve kaynakları tükenene kadar kullanmaktan çekinmeyen kişilerden oluşuyor. Anne-baba bu bilinçle yaşadığı için, yerlerine yine onlar gibi çocuklar yetişiyor.  Yine de bu grup içerisinde bir kişi çıkıyor Hatice’ye sığınan ve bu düzenin bir parçası olmak istemeyen. Arıların dilini Hatice’den öğrenmek istiyor, doğayı incitmek değil, onunla bir olmak istiyor. Onun ailesinin bu düzenine isyanı, içimizde bir umut ışığı uyandırıyor.

Tüketim Çılgınlığına Vurgu

Filmde tüketim ve doğa çatışmasının bir diğer yansımasını da ailenin üzerindeki kıyafetlerde görüyoruz. Gelişen kapitalist düzende markaları kıyafetlerin üzerine oldukça büyük biçimde işlemek daha çekici hale geldiğinden beri, bu tarz ürünler tüm dünyada popülerleşti. Ailenin üzerindeki kıyafetler eski veya muhtemelen sahte olsalar da, ailenin de bu düzenin bir parçası olduğunu veya olmak istediğini anlamakta güçlük çekmiyoruz. Kültür bakımından ve uğraşları göz önüne alındığında köy yaşamına ait görünseler de yaptıklarıyla ve sahip oldukları birçok şeyle, bu yaşama ters düştükleri aşikâr. Ayak bastığı andan itibaren köyün sakin sesini ve görüntüsünü bozan bir kirlilikten, bir zarardan ibaret olan bu ailenin etkisini aslında en çok Hatice’nin yatalak olan annesi Nazife Muratova’nın anlayan ve kabullenen bakışlarıyla anlıyoruz.  Bununla birlikte Hatice’nin sadeliği, taşlardan yaptığı evi ve hayatının duruluğu da göze çarpıyor.

Tüketimin yıkıcılığı bir sonunun olmamasından ileri geliyor; tükettikçe daha fazlasına ihtiyaç duyuran sonu gelmez bir sarmal. Hussein Sam ve ailesi için de durum bu şekilde ilerliyor. Düşüncesiz bir biçimde büyüttükleri ailelerini doyurmak için sürekli bal üretmek zorunda kalan Sam ailesi, kendi arılarının balını açgözlülükle vaktinden önce topluyor. Hatice’nin sakin uyarısına aldırış etmeyişlerinin sonucunda zarar gören yine Hatice’nin kendisi oluyor. Gereğinden önce balları alınan yabani arılar saldırganlaşıyor ve Hatice’nin özenle baktığı arılarını öldürüyor. Durumun kendisi yeterince acıklı olduğu için, bir müzik veya ekstra drama yer vermeye gerek olmadan izleyiciyi düşünmeye itiyor. Bilinçsizliğin karşısında emek yer alıyor ve kısa süreliğine de olsa yenilgiye uğrayan şey yine sabır ve emek oluyor.

Çağın Hastalığı: Endüstriyelleşme

Yerel üreticiye ve onların kendi çaplarındaki dünyasındaki düzenine en çok zarar veren şey dış etkenlerin baskısı, “büyüme” zorunluluğu ve bu baskılara ekonomik sebeplerden ötürü biat etme zorunluluğu. Hatice deyim yerindeyse kendi yağında kavrulabilirken, Hussein ve ailesinin gelişiyle radyo gibi daha modern araçlardan haberdar oluyor. Hatice balını bilgelikle elinde tartabilirken, Hussein tartma aletleri olmadan iş yapamıyor. Doğal işleyişe aykırı olacak kadar fazla bal üretme sözünün karşılığında Sam bir tüccardan ücret alıyor. Şehirliler olarak adını bilmediğimiz ve haberdar olmadığımız bir köyde yaşanan bu nispeten küçük ölçekli endüstriyelleşme ve sonuçları, aslında tüm dünyada yaşanan bir savaşa işaret ediyor ve bizi bu konu üzerinde yoğunlaşmaya çağırıyor. Bunu da kendi üslubuyla çok naif bir biçimde başarıyor.

*** AŞAĞIDAKİ ÜÇ PARAGRAF BELGESELİN SONUNU AÇIK EDEN (SPOILER) BİLGİLER İÇERİR. ***

Arıların Şarkısı

Belgeselin en vurucu sahnelerinden birisi Hatice’nin arılarla çalışırken bir ritüel yapıyormuşçasına şarkı söylediği an kuşkusuz. Belgesel bu gibi sahneleriyle izleyeni kaotik ve ince düşüncelere yer veremeyen hayatından çıkarıp, 1.5 saat gibi kısa bir süreliğine de olsa filmin “yavaşlığıyla” ve hayatın doğal akışıyla bir olmaya çağırıyor. Yine de bu kısa süre, ruha uzun süre oksijen sağlamaya devam edecek bir nefes aralığı yaratmaya ve içimizi yeşertmeye yetiyor.

Bu köyde tutunamayan Sam ailesi, çoğumuzun beklediği gibi köyü terk etmek durumunda kalıyor. Ardında talan edilmiş, zarar görmüş yerler bırakıyor ve bir zamanlar orada barınmış olmalarının izi silinmiyor. Tıpkı bir haşere gibi, insan da girdiği yere zarar veriyor, oradan alabildiğini almaya çalışıyor. Kendisi için orada daha fazla bir şey olmadığını gördüğündeyse bir başka yere göçüyor orayı da talan etmek için. Sam ailesi nereye gitti bilemiyoruz, gittiler diye sevinemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki bazı şeyler hasar gördü ve görmeye de devam edecek.

Filmin yarattığı bu duyguya Nazife Muratova’nın ölümü eşlik ediyor. Hatice’nin sade hüznü ve yapayalnız kalışı insanı derinden etkiliyor. Yine de bir şekilde hayata devam edeceğini, aslında yalnız kalmayacağını biliyoruz çünkü o arısından yeşiline, bulutundan taşına kadar pek çok şeye arkadaşlık ediyor. İzleyiciye de onun bu zengin hayatına gönlünce devam edebilmesini ummak ve salondan hem yüklü duyguyla hem de içten bir gülümsemeyle ayrılmak kalıyor. 

Ece Mercan YÜKSEL

Bir Cevap Yazın