Başlıktaki saptamayı bir soruya çevirme ihtiyacının altında birkaç neden yatıyor ve bunlara tek tek değineceğiz elbette, öncesinde kısaca The Gentlemen’in (2019) kendisiyle ilgilenelim. Tek başına ele alındığında tipik bir Guy Ritchie filmi var karşımızda: Bir suç şebekesi, ilginç ve suçlu olmalarına rağmen bir noktaya kadar sevilesi karakterler, doğal olarak havada uçuşan İngiliz veya İrlanda aksanları, neredeyse şiirsel argo / slang kullanımı, “ben buradayım” diyen aktif kamera ve her sahnede, daha çok da biçimsel dokunuşlarla varlığını hissettiren, müdahil yönetmen.

Bu yıl 52 yaşına basacak olan Guy Ritchie’nin alamet-i farikası haline gelen ilk iki filminde (Artık son demleri olsa da 90’lar Türkiyesi’nden bekleneceği üzere ülkemizde Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana gibi olağanüstü bir isimle gösterime giren Lock, Stock and Two Smoking Barrels ve 2000 tarihli Snatch – Kapışma) ön planda olan küçük – orta çaplı suç şebekelerinin yerini bu filmde büyük çaplı, milyarder para babaları alıyor. The Gentlemen’i, Ritchie’nin bu 11. uzun metrajını yönetmenin yukarıda adları geçen ilk iki filmiyle karşılaştırmak mümkün, ancak bu durumda zararlı çıkacak olan taraf kesinlikle The Gentlemen olacaktır.

Öncelikle “mahallenizin küçük çaplı suçluları” kavramı, gerçek hayatta olmasa da en azından sinemasal evrende son derece eğlenceli bir olaylar zincirine neden olurken, yönetmenin son filminde etrafa milyonlarca dolar saçan büyük para babalarının hikayesini ön plana çıkartması, diğer bir deyişle büyük bir film olma iddiası, önceki “küçük” filmlerindeki küçük suçluların sinemasal büyüleyiciliğini alıp götürüyor. The Gentlemen’deki ana komedi unsuru, harika oyunculuğuyla Collin Farrell örneğin ve bunun da en önemli sebebi, onun “küçük suçlar” işleyen bir karakteri canlandırması. Sinemada, hatta gerçek hayatta bile, elinde büyük, ağır bir televizyon ile alarmlar çalan bir mağazadan gün ortasında çıkan hırsız, komik bir görüntü doğurur. Öte yandan milyonlarca dolarlık bir uyuşturucu kartelini yöneten Matthew McConaughey’in karakterinde gülünecek bir şey bulmak oldukça zor. McConaughey kötü oynadığı için değil (çok iyi bir oyunculuk sergiliyor elbette), filmimiz Lock, Stock… ile The Godfather arasında sıkışıp kaldığı, hangisi olacağına karar veremediği için.

Guy Ritchie’nin Özüne Dönüş Miti
Fransız Première dergisinin son sayısında (Şubat 2020) The Gentlemen filmini değerlendiren (sayfa 102) François Rieux, bu filmin “yönetmenin özüne dönüşünü müjdelediğini” söyledikten sonra daha da ileri giderek şöyle diyor: “Bu, Ritchie’nin en iyi yaptığı şey ve umarız bu noktada devam ederek tacını uzun süre korumaya devam eder”. Rieux aynı yazıda Ritchie’ye “Tarantino’nun İngiltere şubesi” denmemesi gerektiğini de belirttiği için yukarıdaki saptamalar aklıma Once Upon A Time in Hollywood için söylenen “Tarantino bu değil” sözlerini getirdi. Ve bu noktada sorulması gereken bir sürü soru ortaya çıkıyor.
- Bir yönetmen hep aynı türde, aynı şekilde mi film çekmek zorundadır?
- Yönetmen, önceki filmlerini seven kitlenin boyunduruğu altında mıdır?
- Oyuncular gibi, yönetmenler de sanatsal çerçevede istediklerini yapamazlar mı?
Daha fazla uzatmayayım, bu sorulardan ilk ikisine olumlu cevap veren kitle, aynı zamanda yönetmen dediğimiz insanları sanatçı olarak görmeyen kitle ne yazık ki. Yönetmene daha çok “set amiri” gibi bakılıyor, sadece kamera ve çekim aşamalarıyla ilgilendiği düşünülüyor. Halbuki yönetmen, bir filmin tek sahibi değil midir? Bir yönetmen farklı oyuncularla aynı filmi çekebilir, ancak yönetmen koltuğundaki kişi değiştiğinde, karşınızda tamamen farklı bir film var demektir.

Kral Arthur ve Alaaddin
Öte yandan bu özüne dönüş mitini destekleyen iki filmden de bahsetmek gerek, yönetmenin dokuzuncu ve onuncu filmleri, sırasıyla King Arthur: Legend of The Sword (2017) ve Aladdin (2019). Bu iki film o kadar fazla negatif eleştiri aldı ki, herkes “bela geldi mi üç defa gelirmiş” mottosuna uygun olarak, Ritchie’nin 11. filmini ve sonuç olarak da kariyerinin bitişini bekler hale geldi neredeyse. The Gentlemen’in ayakta alkışlanması, yüksek puanlar almasının sebebi biraz da bu korkunun kendini rahatlamaya bırakması aslında. Tehlikeli (yeni) sularda yüzmek istemeyen Ritchie hayranlarının güle oynaya kendi “comfort zone”larına dönerken etrafa saçtıkları çiçekler, tüm bu pozitif eleştiri yazıları. The Gentlemen kötü bir film değil, ama Ritchie’nin sinemasını kutlamak için de kesinlikle iyi bir aday değil.

Aladdin’i izlememeyi tercih ettim, izlemeyeceğim de, dolayısıyla savunulacak bir yanı var mı bilmiyorum. Öte yandan King Arthur: Legend of The Sword konusunda gerçekten de Ritchie’ye haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Filmle ilgili en büyük eleştiri, ilginç bir şekilde “gerçeğe uygunluk” konusundaki eksikliklerdi. Ritchie filmlerinde onlarca yıldır sevilerek izlenen ve dinlenen İngiliz / İrlanda aksanı ve argo dağarcığı bu filmde geri tepmiş, insanlar “o dönemde öyle mi konuşulur canım?” demişti.

Ancak ilginç olan bir başka konu, aslında tarih sahnesinde Kral Arthur adlı bir karakterin bulunmadığı gerçeği. Fransız tarihçi Martin Aurell’in belgelerle gösterdiği üzere, Arthur’dan bahseden en eski belge Gododdin yazıları ve bunlarda da Kral Arthur’dan değil, sadece savaşçı Arthur’dan bahsediliyor. İngiliz tarihçi Christopher Snyder’ın çalışmalarında da Arthur kral olarak değil, dux bellorum yani “muharebe sorumlusu” olarak geçiyor. Arthur’u “Kral” yapan, ayrıca yanına Merlin adlı bir büyücü, bir dizi Yuvarlak Masa şövalyesi ve bir de Guenièvre adlı bir eş (kraliçe) veren, Sir Thomas Mallory veya Chrétien de Troyes adlı Ortaçağ yazarlarından başkası değil. Hatta büyük bir yuvarlak masa 8. Henri’nin sarayında ortaya çıktığında herkes heyecanlanmıştı, ne var ki masanın inşa edilme tarihinin 1300’ler olduğu anlaşılınca hayaller suya düştü, çünkü gerçek Arthur (Krallık ünvanı, bir eşi, şövalyeleri ve büyücüsü olmayan, gerçekliğin sıkıcı griliğindeki savaşçı Arthur), tahminen 500 yıllarında yaşamış olmalı. Demek istediğim, genel bir yanılgıyla, zaten tamamen hayal ürünü olan bu efsane ile ilgili Guy Ritchie filmi, boşuna gerçeklikten uzaklık nidaları arasında kaybolup gitti. Halbuki sadece Daniel Pemberton’ın müziği ve Ritchie’nin bir senfoni gibi bestelediği görsel armonisi (ıslıklar, kamera geçişleri, ani kesmeler, geri sarmalar ve daha neler neler) bile King Arthur: Legend of The Sword’u izlenmeye fazlasıyla layık kılıyor.

Ritchie’nin Bariz Are You Not Entertained? Çıkışı
Tüm bu düşünce zincirini doğuran bir diğer nokta da, The Gentlemen’de Ritchie’nin seyirciye bulaştığı anlar. Filmin hemen başında (şahsen filmde sırıttığını düşündüğüm) Hugh Grant’e şu cümleyi söyletir Ritchie: “Bir film çekeceğim ama dijital falan değil, eski usülde, 35 mm”. Bu sırada da beyazperdede iki yandan akan 35 mm filmlerinde kenarlarda bulunan delikleri görürüz, Aspect Ratio da gözlerimizin önünde sinemaskop olarak değişir. Bu girişimi Ritchie’nin yeni şeyler denemek yerine eskiye dönmesi gerektiğini, istemese de bu şekilde davranması gerektiğini anlaması olarak yorumlayabiliriz.

Dahası da var, ileriki sahnelerden birinde de yine Hugh Grant’in karakteri, “İçinde büyük bir patlama olmayan film mi olur?” diyecektir, üstelik kameraya bakarak, yani dördüncü duvarı (mantıken buna altıncı duvar demek lazım ama terimi bulan Denis Diderot’ya saygıda kusur etmek istemeyiz) yıkarak söyler bunu. Tüm bu ip uçları yetmiyormuş gibi, filmin sonunda (bu bir spoiler değil) Grant’in karakterini, büyük bir film şirketine senaryosunu satmaya çalışırken görürüz. Tüm bu dokunuşları, The Gentlemen’i yazan ve yöneten Guy Ritchie’nin, önceki iki filmine yapılan eleştirilere verdiği cevaplar olarak görmezsek, başka ne olarak görebiliriz kestirmek zor.

Sonuç olarak eğlenceli ve çok iyi oyunculuklara sahip, kaliteli bir yapım The Gentlemen. Ne var ki filmden Ritchie’nin ilk iki filminde yakaladığı dinamizmi, dahası son derece özgür film çekim stilini beklemek, hayal kırıklığıyla sonuçlanabilir. İnsan doğal olarak, Ritchie’nin hiçbir toplumsal baskıya maruz kalmadan, istediği senaryoyu istediği yerde istediği biçimde çekebildiği, sanatçıların her anlamda özgür olduğu bir Dünya arzulamadan edemiyor.