2010 yılında ilk uzun metraj filmini yapan Şilili genç yönetmen Théo Court’un 2019 tarihli ikinci uzun metraj filmi olan Beyaz Üstüne Beyaz (Blanco en Blanco) İstanbul Film Festivali Online Seçkisi’nde izleyicilerle buluştu. Kendine has bir stili olduğunu açıkça gösteren Court, fotoğrafçılık geleneğinden geliyor. Gerçek hayattaki bu tutkusunu filmde açıkça görmek mümkün. Zira film bir fotoğrafçıyı merkezine alıyor ve sinema ile fotoğraf, filmde sürekli olarak iç içe geçiyor.

Hikâye 1900’lü yılların başında geçiyor ve bir düğün fotoğrafçısı olan Pedro (Alfredo Castro), Güney Amerika’nın Tierra del Fuego bölgesine mesleğini icra etmek üzere gidiyor. Ancak filmin ilk saniyeden itibaren seyirciye hissettirdiği tonu, bunun alışılageldik bir hikâye olmayacağının altını oldukça kalın bir biçimde çiziyor.
Filmde daimi olarak simetrik bir kompozisyonun yaratılmaya çalışıldığı açık. Ancak bu simetri, filmde normal veya alışılanın aksine güzel veya nostaljik bir his vermek, “mükemmel” bir imge yaratmak için değil, bir bozukluk, gerginlik ve de tekinsizlik hissi vermek için kullanılıyor. Konu olarak bir bağları olmasa da aynı simetri kullanımının Kubrick’in 1980 yapımı The Shining’inde de yer aldığını ve orada bu simetrinin yine bir korku unsuru yarattığını hatırlatalım.

Tanıdık Ancak Bir O Kadar da Yabancı: Bilinmezliğin Yarattığı Tedirginlik
Açılışta kendimizi içinde bulduğumuz evin az eşyalı oluşu ve döşemeden gelen yankılı sesler, bizlere bir şeylerin yolunda gitmediğini daha en başından söylüyor sanki. Buna ek olarak filmdeki sesin normal bir düzeyde olmadığı açık; ıssızlığa ve insanın bu ıssızlık içerisindeki çaresizliğine, varoluşunun absürtlüğüne vurgu yaparcasına, her ses normalin en az 2-3 katı büyüklükte çıkıyor. Atılan her adım, izleyicinin zihninde yankılanacak bir sese dönüşüyor. İnsan bu doğal ortam içerisinde sanki bir fazlalık. Karakterin sigara içerken çektiği her nefeste tütünün yanışını duymamız, kızgın metalin suya indirildiği zamanki gibi bir ses çıkarıyor adeta. Bu durum ortama aşırı gerginlik ve de huzursuzluk katıyor. Filmdeki her detay “bir şeylerin” yanlış olduğu hissini vermeye devam ediyor.

Bu yerdeki tuhaflıklar çiftin fotoğrafının yalnızca gelinle yani damat olmadan çekilecek olmasıyla devam ediyor. Gelinin aşırı küçük yaşta olması her şeyi daha da tuhaflaştırıyor ve filmdeki o tekinsizlik hissi gittikçe artıyor. Hele fotoğrafçının bu kıza özel bir ilgiyle davranıp fotoğrafını çekerken sanatını konuşturmak istemesi ve onu bir obje haline getirmesi durumu daha da garip kılıyor. Bu esnada seyirci de maalesef oldukça rahatsız edici bir pedofili havası alıyor. Filmin 1900’lerin başında geçtiği düşünülürse, erkeğin yaşının geçkin, gelinin de çocuk yaşta olduğu durumlar oldukça yaygındı denebilir. Ancak yine de bu “bilgi”, durumu hiç hafifletmiyor izleyici için. Çünkü daha önce de söylemiş olduğumuz gibi, filmdeki her şey tekinsizlik saçıyor.

Karakterlerin birbirinden oldukça uzak ya da tam tersi şekilde kişisel alanı ihlal edercesine yakın duruşu dikkatlerden kaçmıyor. Buna ek olarak müzik seçiminden bahsetmeden geçmemek gerek. Kullanılan enstrüman ve tonalitesi gerginliği arttırırken, izleyicide film sanki psikolojik gerilim filmiymiş gibi bir izlenim bırakıyor. Müzik çoğu zaman bir bıçak bileniyormuş hissi uyandırıyor.
Ana Karakter Olarak Doğa ve İnsan / Figüran Tasviri
Yapımda çoğunlukla uzak planın kullanılmış olduğundan bahsetmeden geçmeyelim. Bu şekilde düşünüldüğünde, ayrıca filmin rahatsızlık verici tonu ve süregelen iletişimsizlik göz önünde bulundurulduğunda film yer yer Béla Tarr’ın yapımlarını andırıyor diyebiliriz. Filmde uzak planın bu kadar fazla kullanılmış olması insanların burada sadece bir obje olduğu hissini doğruluyor. Bu açıdan asıl hakimiyeti doğanın elinde bulundurduğu, insanların da yalnızca bu dış etkenlerle şekillenen birer öge olduğu bir yapım, Beyaz Üstüne Beyaz.

Dolayısıyla filmde insan çoğu zaman gerçek bir karakter olarak göze çarpmıyor. Hâliyle seyircinin eşleşebileceği bir karakter de bulunmuyor, her ne kadar hikâye en başta Pedro’nun hikâyesiymiş gibi görünüyor olsa da. İnsan doğanın, boşluğun, rüzgârın, tozun dumanın ve bazen de karların içerisinde oradan oraya sürüklenen, ilerlemeye çalışan ancak çoğu zaman adım bile atamayan, bazen de yığılıp kalan bir canlı olarak tasvir edilmiş sadece.

Fotoğraf ile sinemanın iç içeliğine değinilecek olursa, genelde kartpostal gibi, seyrine doyum olmayan, aşırı geniş ve negatif alanlar görüyoruz. Bu da Court’un sinemadan önceki uğraşını doğrulayarak izleyiciye gözleri büyüleyen imgeler sunuyor. Filmin sinematografik özellikleriyle ve mizanseniyle ilgili detaylar olay örgüsünden daha fazla önem taşıyor Beyaz Üstüne Beyaz’da. “Tam bir olay örgüsü oluşturuyor” diyebileceğimiz pek fazla olay bulunmamakla birlikte, bir çerçeveye oturtulabilecek çok fazla diyalog da yok. Film daha çok ayrıntılarıyla konuşuyor, tıpkı bir fotoğraf karesi gibi. Detaylardan bahsettiğimize göre, filmde gerçekleşen “olay”lardan söz etmek kalıyor geriye.

Fotoğrafını çektiği genç gelin Sara’ya (Esther Vega) adeta tutulan Pedro, bu küçük kızla ilgili tuhaf bir tutku geliştiriyor. Film daha çok bu eksende ilerlerken, hiçbir zaman gösterilmeyen damat yani Mr. Porter kişisi gizemini korumaya devam ediyor ve kendisinin ekseriyetle gösterilmiyor oluşu dikkatleri bazen fazla topluyor. Bu durum odağın çoğunu kendi üzerine alırken, seyirci bunun altında bir neden aramadan edemiyor. Bu tercih şöyle açıklanabilir: Mr. Porter’ın kim olduğunun veya nasıl göründüğünün pek de bir önemi yok. Zira o dönemlerde yaşayan ve bölgedeki yerel halka onun yaptığı türden yanlışları yapan pek çok Mr. Porter vardı. Durum böyle açıklanabiliyor olsa da Mr. Porter’ın yokluğu bizce filmde olması gerekenden fazla dikkat çekiyor.
Sistematik Yok Ediş ile Kaybolan Bir Halk
Konu fotoğrafçı ve onun Sara’ya olan hayranlığı ekseninde şekillenirken, gözler bir anda bölgenin yerel haklı ve onlara yapılan zulümlere çevriliyor. Yakalanıp öldürülen “Kızılderililerin” kulakları kesiliyor, böylelikle bu cinayeti işleyenler teslim ettikleri kulak başına ücret alıyorlar. İçinde bulunduğu durumdan rahatsız olan Pedro, bölgeden ayrılamıyor çünkü kendisini oradan götürebilecek bir araç yok. Sara’ya olan özel ilgisini fark eden Mr. Porter onun Sara’yla görüşmesine ve de fotoğraflarını çekmesine artık izin vermiyor.

Bu ilginin fark edilmesine Pedro’nun Sara’nın bir başka fotoğrafını kendisinden talep edilmeden çekmesi sebep oluyor. Pedro’nun Sara’yı bu fotoğrafta tamı tamına bir arzu objesi haline getirişinin ve o sırada kameranın bütünüyle Pedro’nun hislerine yönelik çalışmasının, dolayısıyla bir anlığına bizim de Sara’ya Pedro’nun gözünden bakıyor olmamızın oldukça rahatsız edici bir deneyim olduğunu da eklemeden geçmeyelim.
Erkekleri öldürülen Amerikan yerlilerinin kadın ve de çocuk olanlarının alınıp beyazlar tarafından tutsak edilmesi, filmde açıkça gösterilmiyor olsa da alıkonulan bu kadınlara tecavüz ediliyor olması diğer korkunç ögelerden biri olma özelliği taşıyor. Filmin bu noktada konusu karışıyor ve ekseni biraz şaşıyor gibi görünüyor.

Bölgeden gidemeyen, ancak artık Sara’nın fotoğraflarını da çekemeyen Pedro tıpkı tarihi sürekli ötelenen düğün gibi arafta kalıyor. Bu açıdan film biraz kafkaesk evrenleri de andırıyor diyebiliriz. Orada mahsur kalan Pedro, konaklamasının ve yeme-içmesinin karşılığını ödemek adına diğer beyazlarla birlikte “Kızılderili avına” katılıyor. Pedro’nun önceden dahil olmaktan imtina ettiği bu şiddetin zamanla bir parçası hâline geldiğini, hatta bu işe sanatını kattığını görüyoruz. Eğer düğün fotoğrafı çekemiyorsa yazılan bu tarihi belgeleyebileceği söylenen Pedro, artık öldürülen Kızılderililerin ve bu “zafer”lerin fotoğrafını çekmeye başlıyor.
Bir An’ı Dondurmak
Önceleri ayak uyduramadığı şiddeti kendi sanatı haline getirdiğini, cani diyebileceğimiz bu kişilere katliamlarının başında poz verdirdiğini görüyoruz Pedro’nun. Film bu haliyle izleyiciyi de yakalanan anlara tanık ettiriyor, onların bir parçası hâline getiriyor ve izleyiciye uzun süre boyunca bir fotoğraf serisine bakıyormuş hissini yakalatıyor. Her şey bittiğindeyse izleyiciye kalan bembeyaz bir ekran oluyor.

Kadınların içinde pek yerinin olmadığı, aksine ya tecavüz edildiği ya çocuk yaşta evlendirildiği ya da pis işlerine alet etmek için kullanıldığı ve film boyunca seslerinin çok az duyulduğu ya da hiç duyulamadığı, sistematik baskının ve katliamların olduğu bir dünyayı fotoğraf kamerası aracılığıyla perdeye taşıyan, çoğu şeye o kameranın arkasından baktıran bir film, Beyaz Üstüne Beyaz.

Filmin ana meselesinin yıllar boyunca devam etmiş kıyıma ve vahşiliğe dikkat çekmek mi yoksa tutkusu fotoğraf çekmek olan bir adamın gözünden izleyiciyi bu olaylara tanıklık ettirmek mi olduğu çok açık değil. Dolayısıyla bu muğlaklık seyirciyi de biraz ortada bırakıyor. Film söylemek istediği hiçbir şeyi tam söylüyor gibi görünmüyor; yine de sunduğu görselliğiyle, yaratmak istediği gergin atmosferi oldukça başarılı bir biçimde yaratabilmesiyle oldukça önem taşıyor. Ayrıca Beyaz Üstüne Beyaz’ın yönetmenin yalnızca ikinci uzun metraj filmi olduğu göz önünde bulundurulursa, kendisinin bundan sonraki işlerini de dikkatle takip etmemiz gerektiği oldukça açık.
İstanbul Film Festivali Direktörü Kerem Ayan’ın oyuncu Alfredo Castro ile yaptığı röportaja (YouTube, Türkçe altyazılı) buradan ulaşabilirsiniz.