BAUMBACHER SENDROMU: Tanıdık Yabancı Bir Ses

Kelimelerle eylemlerin ötesine geçebilecek bir ses; tonuyla, rengiyle herhangi bir toplumsal dışa vuruşta, insanların kişisel düşüncelerinin hipotezinden pek de mahrum bırakılmayan sonsuz bir varoluş treni gibidir. Baumbacher Syndrome (Baumbacher Sendromu), toplumsal olarak insanların ortaklaşa kabul ettiği norm taşlarından herhangi birinin eksik olduğunun fark edildiği an bir kişinin hayatının tek kalemde silinebileceğinin eleştirisini masaya yatırıyor. Hatta biraz daha derine inersek vücudumuzda herhangi bir değişiklik olduğunda, birey olarak kendi içimize işlemiş olan normların dışarıdan herhangi bir etkiye maruz bile kalmadan içsel olarak da kişiyi kendini kendinin yıkımına hazırlayabileceğinin örneğini sunuyor.

Genç Alman yönetmen Gregory Kirchhoff tarafından hem yönetilen hem de yazılan Baumbacher Syndrome, içinde barındırdığı modern dünyanın acımasız eleştirilerini teker teker iskambil kağıdı gibi ortaya atarken 2010’ların eleştirel altyapıdaki filmleriyle parlayan İsveçli yönetmen ve yazar Ruben Östlund’un Force majeure (Turist) ve The Square (Kare) filmlerini aklımıza getirdi. Ancak Östlund, filmlerinde sadece tematik olarak değil aynı zamanda ana temasına bağlı kalmasına rağmen eleştirelliğini çeşitlendirirken, Kirchhoff’un Baumbacher Syndrome filminde bu bağlamda bir çeşitlilikten ziyade kişinin dünyadaki var oluşuna yönelik bir eleştiri mekanizmasıyla karşı karşıyayız; Kirchhoff’un eleştirisi daha bireye dönük.

39. İstanbul Film Festivali ikinci online seçkisi sayesinde ülkemiz izleyicileriyle buluşan filmin başrollerinde Tobias Moretti (Max Baumbacher), Ingvild Deila (Elle), Elit İşcan (Fida) ve Richard Sammel (Bruno Frik) yer almakta. Karakterlerin her biri, Baumbacher’in merkezi sorununun etrafında farklı konulara ışık getiriyor. Filmin başlangıcı ise adından da anlaşılacağı üzere gizemli ve belirsiz bir adlandırmanın etrafında yarattığı çelişkinin bir yansıması niteliğinde. Film, hikayesini karakterler üzerinden değil de olaylar etrafında şekillenen yaşamların etkileriyle gösteriyor.

Bu da olaylar etrafında ortaya çıkan unsurları görmeyi daha mümkün kılıyor. Filmin tüm bu dışavurumlarının yanında yönetmenin (biraz da senarist şapkasıyla) çizdiği Max Baumbacher karakteri, seyircide bazı noktaların saklı tutulduğu hissini uyandırıyor. Baumbacher Syndrome hikayesiyle oldukça ciddi bir varoluşsal probleme parmak basarken senaryosu ve diyaloglarıyla oldukça ironik bir mizah anlayışının da genel hatlarını çiziyor. Bu da filmdeki karakterlerin kendi aralarında yaşadıkları ama nihayetinde herkesi bir araya getiren çelişkiyi açığa çıkarıyor.

Alegorik, Çarpık Yaşantılar

Nietzsche’nin felsefe tarihi açısından ortaya attığı önemli kavramlardan biri olan “Bengi Dönüş” bu filmde açıkça karşımıza çıkıyor. Bunun da en önemli ve tek temsilcisi Baumbacher’ın her sabah uyandığında kendi kendine sürekli “Merhaba” demesinden ve her sabaha aynı umutla kalkmasından anlıyoruz. Karakter tüm zamanın geçip gitmesine ve hatta sahip olduğu her şeyi kaybetme noktasına gelmesine rağmen kendisini tekrar eden tüm bu olaylar etrafında her sabah “Merhaba” demeyi asla unutmuyor. Nietzsche’ye göre bu davranış biçimi var olan acıyla başa çıkma konusunda en önemli dışa vurumdur ve bir anlamda kişinin kendi varoluşsal yapısının yenilenmesi için de bir gerekliliktir. Bu da nihilizmin karşısında dikilen koca bir sorundur.

Bu noktada Baumbacher’ı Bengi Dönüş, Baumbacher’ın sesini ise Nihilizm unsurlarının yayıcısı olarak görebiliriz. Filmin başlangıcından beri ana karakter Baumbacher aracılığıyla, hayatı boyunca kendini üst insan / übermensch seviyesine getirmeyi amaçlayan ancak bu konuda başarısızlıklara imza atmış ve artık bu hayatta kalma mücadelesinden de sıkılmış ve bitkin düşmüş bir adamı görürüz. Aslında bu noktada filmin afişinin de filmin hikayesine yönelik pek de iç açıcı olmadığını, hatta şimşekler eşliğinde üzerimize yağmurlar yağdıracağının habercisi olduğunu da söyleyebiliriz. Baumbacher, afişteki gibi içi su dolu bir havuza düşmekle düşmemek arasında kalmıştır adeta. Kendi gönüllü ölümünün yolunu takip etmeyi seçmediği için de onun Bengi Dönüşü hepimizi film boyunca onun hikayesine doğru alıp götürür.

NY Times Font’unda Bir Hikaye

Filmin afişine baktığımızda oldukça minimalist ve modern dışavurumlarla karşılaşıyoruz. Özellikle geçtiğimiz beş yıl içerisindeki film afişlerinde bu yönde bir kullanımı sıklıkla görmekteyiz. Burada önemli olan nokta, yönetmen Gregory Kirchhoff’un izleyiciye sunduğu anlatıyla eş değerde bir minimalist anlayış yakalamış olması. NY Times Font kullanımı ve ana karakterimiz Baumbacher’ın tüm film boyunca zamanının çoğunu geçirdiği ve kendini sorguladığı mekana baktığımızda yönetmen, akılda kalıcı bir kompozisyon çizmeyi başarıyor. Bu bağlamda Baumbacher Syndrome da tıpkı filmin adının yazılmasında rol üstlenen NY Times fontu gibi herkesin her zaman kullandığı ancak çok da dikkat çekmeyen, abartısız ama kendi halinde var olan bir varoluş biçimi.

Filmde dikkatimizi çeken oyuncu Ingvild Deila, 2016 yapımı Star Wars Rogue One’da rol almıştı ancak burada dikkatimizi çeken büyük unsur, Deila’nın bu filmde hiçbir zaman kendi yüzünün kullanılmamasıydı. CGI tekniği ile kendisi Prenses Leia karakterinin unutulmaz ismi olan Carrie Fisher’ın yüzüyle bu filmde karşımıza çıkmıştı. Ingvild Deila’nın bu deneyiminin Baumbacher Syndrome’daki Max Baumbacher ile yakın bağlantıları var. Baumbacher’in de doğuştan sahip olduğu bir özelliğini kaybettikten sonra, kendi görüntüsüyle fiziksel olarak var olsa da aslında içsel olarak bu varoluşu asla kabullenemeyip çırpınması son derece ironik. Film bu yönüyle, “görünüşümüzün ana etmenlerinden birini veya sesimizi kaybedersek varoluşumuzu da kaybeder miyiz?” veya “bu kaybedişle kendimizle bağlantılı diğer tamamlayıcı unsurları hiçe saymaya başlar mıyız?” gibi sorular sordurtuyor.

Burcu Meltem Tohum

İstanbul Film Festivali Direktörü Kerem Ayan’ın yönetmen Gregory Kirchhoff, oyuncular Richard Sammel ve Elit İşcan ile yaptığı eğlenceli röportaja (YouTube, Türkçe altyazılı) buradan ulaşabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın