THE TROUBLE WITH BEING BORN: Bir Robotun İnsanlık ile İmtihanı

Festival organizatörlerinin tabiri ile “lanetlenmiş filmler festivali” olarak anılan 26. L’Etrange Festival, 13 Eylül 2020’de bu yılki serüvenini tamamladı. Festivalde izlediğim filmlerden birisi de The Trouble With Being Born oldu. Dial M for Movie için benim “Doğmuş Olmak Sıkıntısı” şeklinde çevirmek istediğim The Trouble With Being Born hakkında yazarak bu festivalle ilgili film eleştirilerimi sonlandırıyorum.

Avusturyalı yönetmen Sandra Wollner’in ikinci uzun metrajı The Trouble With Being Born geçtiğimiz yılın Berlin Film Festivali (Berlinale) seçkisine de alınmış ve 10 yaşındaki bir çocuk gibi tasarlanmış yapay zekaya sahip android Ellie ya da Emil hakkında. Bu android filmin başında bir kız çocuğu olarak karşımıza çıkıyor. Ellie bir adam tarafından kaybolmuş çocuğu yerine geçsin diye satın alınmış. Hatıraları programlanabilen Ellie yapay zekasının desteği ile bu hatıralar üzerinden kendisine bir kimlik, bir kişilik inşa edebiliyor.

Ellie’nin dış sesi rehberliğinde özlediği babasını görmek için yaklaşık 10 yıl önce annesinin evinden bir gece vakti yola çıkmış ve sonra kaybolmuş bir kız çocuğunun yerinde olduğunu anlıyoruz. Ancak hikâye hakkındaki detaylar ortaya çıkmaya başlayınca filmdeki baba ve çocuk robot Ellie arasında bir cinsel ilişki olduğunu anlıyoruz. Üstelik Ellie fiziksel olarak bir çocuk gibi dizayn edilmiş olsa da “baba” dediği sahibi karşısında olgun bir kadın gibi hareket ediyor.

Android Ellie bize hikayesini anlatmaya devam ederken babasına aşık olduğunu ve ikisi arasında annesine söylememesi gereken bir ilişkinin varlığını anlatıyor. Yani karşımızda bir adam tarafından seks oyuncağı olarak kullanılan ama kaybolan kızı yerine de konmuş ona aşık, akıllı ve duygusal bir robot köle var. L’Etrange Festival’e dönecek olursam bu andan itibaren salonda bir hareketlenme olduğunu söylemeliyim. İzleyicilerin bir kısmı filmi seyretmeyi reddediyor ve tepkilerini gösteriyor. Yavaş yavaş salonu terk edenler oluyor.

The Trouble With Being Born pedofili ve ensesti öven, özendiren bir film mi? Bire bir insan kopyası bir çocuk robotla hem de onu kızı yerine geçsin diye satın almış bir “baba” karakterini gerçek hayatta nasıl karşılardık? Film bu soruların cevabını size bırakırken konuyu tartışmaktan ve ahlaki bir pozisyon almaktan geri duruyor. Filmin yönetmeni Wollner bir röportajında senaryoyu yazarken robotu 20 yaşında bir kız çocuğu olarak hayal ettiğini ancak sonra bundan vaz geçip karakterin yaşını 10’a indirdiğini söylüyor.

Belli ki de genç yönetmen mümkün olduğunca ses getirme peşinde. Aslına bakarsanız filmin klasik anlamda baba ve çocuğu, çocuğunu kaybetmiş olma durumu, kaybolan çocuk yerine bir robot koyarak kopya ve orjinali arasındaki ilişkiyi işleme ve taklit olan sahisinin yerini ne kadar tutabilir gibi muhteşem konu ve çatışmalara açılan bir plotu var. Ancak bir “Anti-Pinokyo” hikayesi yaratma derdinde olduğunu söyleyen Sandra Wollner meseleyi 3. sayfa “derinliğine” indirerek bize provokatif bir film sunuyor.

Ellie’nin başına gelenler bununla sınırlı kalmıyor elbette. Sonuçta robotumuz insan gibi “aşağılık” bir canlı ile karşı karşıya. Ellie bir gece hafızasına aldığı anıları yanlış yorumlayarak ya da hala geçmişte yaşayarak diyelim ormanın ortasındaki evinden çıkıyor. Babasının yanındayken babasını aramaya çıkan aklı karışmış androidi bir başka adam buluyor.

“Adam alıp Ellie’yi sahibine geri götürüyor” desem inanır mısınız? Robotu bulan adam onu yeniden programlayarak yalnız yaşayan annesine götürüyor. Artık Ellie yeni evinde, sahibinin 60 yıl önceki ölümünden kendisini sorumlu hissettiği erkek kardeşi rolüne geçmek zorunda. Ve robotumuz şipşak cinsiyet değiştirerek Emil oluveriyor. Emil’e yeni hatıralar yükleniyor. Ancak robotumuzun bakıma götürülme zamanı gelmiş olacak ki eski hatıralar ve yeniler birbirine karışıyor. Akıllı android, Emil mi yoksa Ellie mi kendisi de bilmiyor. Bu kafa karışıklığı bir cinayete ve ardından çocuk seks kölesi robotun hayatının sona ermesine sebep oluyor.

“Ne çektin be Emil – pardon Ellie” dedikten sonra filmin görüntülerine geçmek istiyorum. Görüntü yönetmeni Timm Kröger iyi iş çıkarmış. Filmde mümkün olduğu kadar doğal ışık kullanılmış. Sahnelerin duygu durumuna göre sıcak ya da soğuk tonlar doğru seçilmiş. Filmin görüntüleri gibi ses dizaynı da mümkün olduğu kadar gerçekçi olma derdinde ve başarılı. Filmin müzikleri ise sahnelerin ambiyansını tamamlamak üzere, bizi istenen duyguya sokmak için devreye giriyor. 

Yazıyı bitirirken çocuk oyuncu açısından bazı endişe verici sahnelerin nasıl çekildiği konusuna da değineyim. Fimde takma ismi Lena Watson olan, yüzüne robot olduğu da hissedilsin diye maske takılmış bir oyuncu kullanılmış. Lena Watson filmde çıplak olduğu sahnelerde mayo giyinerek oynamış. Çıplaklık özel efekt kullanılarak tamamlanmış. Ayrıca çekimler boyunca Watson’ın ailesi sette bulunmuş. Yönetmen Wollner’e göre çekimi oldukça eğlenerek gerçekleştirmişler.

İyi seyirler dilerim.

Beraat Gökkuş

Beraat Gökkuş Twitter

Beraat Gökkuş Instagram

Bir Cevap Yazın