Dial M for Movie – Eylül 2020 Seçkisi

Film seçkilerimizin üçüncüsüyle karşınızdayız, çeşitlilik konusunda yine önceki iki seçkiden aşağı kalır bir yanı olmadığını gördüğümüz Eylül seçkimizde de 1930’lu yıllardan günümüze dek farklı türlerde, her zaman olduğu gibi toplam 10 filme yer verdik. Umarız sinema zevkinize uygun bir veya birkaç film ile karşılaşır, yeni filmler veya yönetmenlerle tanışırsınız. Bol filmli günler, şimdiden iyi seyirler!

Apocalypse Now (Ece Mercan Yüksel)

Joseph Conrad’ın Heart of Darkness (Karanlığın Yüreği, 1902) adlı romanını baz alan 1979 yapımı film Apocalypse Now (Kıyamet), The Conversation (Konuşma, 1974) filmiyle ve The Godfather (Baba, 1972-1974-1990) üçlemesiyle bildiğimiz Francis Ford Coppola’ya ait bir eser. Aynı zamanda senaryoda da parmağı bulunan Coppola, – tarihlerden de anlayabileceğimiz üzere – romana yalnızca cüzi miktarda bağlı kalan bir film yaratmış.

Apocalypse Now Vietnam Savaşını merkezine alarak bir yüzbaşının (Martin Sheen) çıktığı gizli görevi, savaşın getirdikleri ve götürdüklerini, doğa ve insan üzerinde yol açtığı yıkımı perdeye taşıyor. Oldukça zengin bir oyuncu kadrosuna sahip olan filmde Matrix üçlemesindeki Morpheus olarak bildiğimiz Laurence Fishburne’ün oldukça genç ve tecrübesiz hâlini görmek de mümkün.

Filmde delirdiği düşünülen ve öldürülmesi gereken kişi olarak nitelenen Albay Kurtz’ü Marlon Brando canlandırıyor. Ayrıca filmde yine Baba Üçlemesi’nden tanıdığımız Robert Duvall’ı oldukça şahsına münhasır bir karakteri canlandırırken görebiliyoruz. Kendisinin canlandırdığı Yarbay Kilgore karakteri savaşın, yıkımın ve terörün ortasında oldukça trajikomik bir anti-kahraman portresi çiziyor. En başta George Lucas’ın yönetmenliğini yapması öngörülen film planlandığı şekilde çekilebilseydi sonuç bugün izleyebildiğimiz Apocalypse Now’dan ne kadar farklı olurdu tahmin etmek güç. Yine de bu iki yönetmenin kendi versiyonlarını ayrı ayrı izleyebilmek büyük bir şans olurdu diye eklemeden de geçemiyoruz.

Yapımında fazlasıyla pahalı setler kullanılan Apocalypse Now -ki bunu her dakikasında rahatlıkla fark edebiliyoruz- savaşın getirdiği kaos ortamını, hayatta kalma içgüdüsünü, bunca ölüm görmenin ve hatta öldürmenin yarattığı delilik hâlini müzikleri, kullandığı renk paleti, filtreleri, ses ve görüntü kurgusuyla seyircisine bütünüyle yansıtmayı başarıyor.

The Big Lebowski (Eda Bebek)

İster bir filmi izlemeden önce filmi izlemiş olan bir başkasına ‘izlemeye değer mi?’ diye fikir danışan biri olun, ister beğenilmesinden ziyade filmin toplum üzerinde etki bırakmış olmasıyla ilgilenin, The Big Lebowski izlenmesi gereken filmler listenizde yerini alacaktır. Evet, birçok eleştirmen ilk gösterildiğinde The Big Lebowski’yi ağır şekilde eleştirmiş, kimisi yıllar sonra fikrini değiştirmiş, kimisi aynı fikirde kalmış. Siz de filmi izleyince göreceksiniz ki, bu sadece… yani… onların kendi fikri. Filme karşı bir önyargı geliştirmeden önce filmi izlemenizi tavsiye ediyoruz, böylece daha önce izlediğiniz hiçbir filme benzemediğini göreceksiniz.

Filmin yayınlandığı 1998’den beri yeni bilgilerin su yüzüne çıktığını söylemeliyiz. Yayınlandığından bu yana filmin Amerikan toplumu ve sineması üzerinde yadsınamaz bir etkisi olduğunu görmek zor değil. Öncüsü olduğu ‘Slacker Noir’ film türü, filmin karakterlerinin kılığına girip buluşmalar düzenleyen sadık hayran kitlesi ve ‘Ahbap’ın mesih yerine konduğu Dudeism diniyle The Big Lebowski sadece bir film değil; hayata karşı bir duruşun cisim bulmuş hali. Bu duruş, Ahbap’ın duruşu.

Ana karakteri olduğu filme bile ismini vermekten aciz olmasına rağmen bunu önemsemeyeceğine son derece emin olabileceğiniz Ahbap’tan bahsediyoruz. Büyük Lebowski’yle, Büyük Lebowski’nin para avcısı karısı Bunny-Tavşancık’la, Büyük Lebowski’nin marjinal kızı Maude’la, Büyük Lebowski’nin kendilerine borçlandığını iddia eden Nihilistler’le, ‘Büyük’ olmakla veya ‘küçük’ olmakla ilgilenmeyen Jeffrey Lebowski yani nam-ı diğer Ahbap, sadece halısını geri istiyor. Eşsiz tiplemeleri, mükemmel oyunculukları ve hem basit hem karmaşık hikayesiyle The Big Lebowski izlenilmeye değer.

Burning (Berfin Tutucu)

Güney Koreli yönetmen Lee Chang Dong’un, Japon yazar Haruki Murakami’nin “Barn Burning” öyküsünden uyarladığı bu film 71. Cannes Film Festivali’nde eleştirmenler tarafından büyük övgü almıştı. Murakami bu hikayesinin adını en sevdiği yazarlardan biri olan William Faulkner’in aynı isimli eserinden almıştır. Filmde de Faulkner ismi Murakami’ye bir gönderme niteliğinde sık sık dile getirilir. Murakami’nin kullanmayı sevdiği metaforları yönetmen Chan Dong filmin içine ustalıkla yedirir.

Özellikle Murakami’nin vazgeçemediği “kedi” ögesi filmde “kazan” ismiyle karşımıza çıkan ve insanlardan uzak duran kedi ile filmin anahtarı haline geliyor. Protagonist Lee Jong-Su (Yoo Ah-in) gözüyle izlediğimiz bu yapımda cesetsiz bir cinayet çözülmeye çalışılıyor. Ben (Steven Yeun) karakterinin tipik entelektüel özellikler ile döşenmiş varlığı filmde yer yer “The Great Gatsby” göndermelerinin temelini oluşturuyor. İlk bakışta her ne kadar epizodik durmasa da filmin başından son sekansına dek değişim geçiren mevsimin ve ışıkların filmi epizodik ve katmanlı bir hale soktuğunu söyleyebiliriz. 148 dakika süren bu uzun anlatım, imgeleri ve epizodları ile üzerine düşünülmesi ve Murakami üzerinden de okunması gereken bir yapım.

Conte d’été (Berfin Tutucu)

Çektiği filmler ile bir sinema ürünü vermenin yanı sıra bir hikâye yazmaktan çok o hikâyeyi çekmeyi seçen Fransız yönetmen Éric Rohmer’in “Contes des quatre saisons” (Dört mevsim hikayesi) serisinin üçüncü filmi Conte d’été (Yaz Hikayesi), modern kadın-erkek ilişkilerinin dinamiklerini ve bu dinamiklerin oluşumunda bireylerin tinsel yaraları ile var oluş sancılarını gözler önüne seriyor. Hikâyenin mevsimi itibariyle Gaspard (Melvil Poupaud) karakterinin üzerinde çalışıp yazıp bestelediği şarkı “Je suis une fille de corsaire” tamamen yaz mevsiminin kuru sıcağında dalgalarla gelen ılık bir esinti etkisi yaratıyor.

Zeki ve mükemmel kadının temsili Margot (Amanda Langlet), eğlenceli kadının temsili Solene (Gwenaëlle Simon) ve nevrotik kadının temsili Lena (Aurélia Nolin) ile Gaspard arasında geçen diyaloglar felsefi bir temele dayanmaktan çok daha fazla duygu ve sosyolojik tespitler içeren konuşmalara dönüyor. Bunun sebebi ise Rohmer’in La Nouvelle Vague (Fransız Yeni Dalga) akımına karşıtlığı olabilir. Jean Luc-Godard´ın sinema felsefesini reddeden Rohmer’i bir miktar anlamak ve yaz ayının temsilini hafif melankolik bir atmosferde hissetmek için son derece uygun bir film.

Le déjeuner sur l’herbe (Burcu Meltem Tohum)

Le déjeuner sur l’herbe (Kırda Kahvaltı) kavramı, bu zamana kadar sanat dünyasında birçok konuya eşlik etmiştir. Özellikle resim tarihinde önemli bir yere sahip olan Le déjeuner sur l’herbe, Édouard Manet, Claude Monet, Paul Cézanne ve Gustave Courbet gibi isimlerle beraber anılmıştır.

Ünlü Fransız ressam olan Pierre-Auguste Renoir, 1893 tarihli aynı adlı resim çalışmasıyla oğlu Jean Renoir’ı adeta Le déjeuner sur l’herbe’i çekme konusunda doğrudan etkilemiştir. Her ne kadar Jean Renoir, her yaptığı çalışmasında “babasının sanatsal doğasından besleniyor ya da onu taklit ediyor” gibi yargılamalardan uzakta kalmak için her zaman kendi çalışmaları çerçevesinde Pierre-Auguste Renoir’ın varlığını silmeye çalışsa da, konu Le déjeuner sur l’herbe olunca yönetmenin babasının çalışmalarından kendini ne denli uzak tutmaya çalıştığı tartışılır.

Hicivsel anlatısıyla nüktedan komediyi bir arada buluşturan, hem oyuncular hem de mekanlar aracılığıyla teatral bir havası olan ve sık sık da Antik Çağ’a atıflarda bulunmasıyla dönemin konularına da hitap eden bir filmdir Le déjeuner sur l’herbe. Bu filmle bulunamayan, gizli kapaklı bir cennetin kapılarını aralamış olursunuz. İçerik, biçim ve renk kullanımı bakımından canlı ve doğa ile bire bir yakın bir ilişkide olan Le déjeuner sur l’herbe, karakterlerin şehvetli ve salt duygularını, Renoir’ın filmin içine yerleştirdiği imgelerin sadeliği ve güzelliği ile yansıtıyor. Le déjeuner sur l’herbe, Jean Renoir’ın babası Pierre-Auguste Renoir için yapmış olduğu düşünülen bir methiye filmi adeta. Filmin her sekansının bir tablodan fırlamışçasına göndermeleri, bizi Renoir’ın küçüklüğüne doğru bir gezintiye çıkarır.

Fiddler on the Roof (Ece Mercan Yüksel)

Amerikalı oyun yazarı Joseph Stein’ın Sholom Aleichem’e ait Sütçü Tevye öyküsünden uyarlayarak yazdığı müzikalden esinlenerek çekilen Fiddler on the Roof (Damdaki Kemancı) 1971 yılına ait bir film ve 3 Akademi, 2 de Altın Küre ödülüne sahip. Norman Jewison’ın yönettiği film Çarlık Rusyası’ndaki bir Yahudi köyünde yaşayan Sütçü Tevye’ye (Topol), ailesine ve köyde baş göstermeye başlayan Yahudi düşmanlığına odaklanıyor. Baba Tevye “gelenek” diyerek kızlarını kendince olması gerektiği gibi evlendirmeye çalışsa da hayat ona bir şekilde oyunlar oynayıp duruyor. Oldukça yumuşak bir kalbe sahip olan Tevye’ye de kızlarının seçimlerini kabullenmek kalıyor.

İzlemesi çok keyifli bir film olan Damdaki Kemancı uzun olan süresiyle adeta bir serüven. Sanki büyükannemizin bize anlattığı bir masalı dinliyormuşçasına, Tevye şarkılarını söyledikçe ekrana çekiliyoruz ve ailesinin yaşadığı maceraları, fakirliklerini, kızlarının aşklarını içten duygularla izliyor / dinliyoruz. Gelenek demişken şunu da ekleyelim, filmde seslendirilen “Tradition” yani “Gelenek” şarkısını üstünden seneler geçse bile kulaklardan silmek pek mümkün olmuyor. Çok fazla filmin, kitabın ve gönderinin tüketildiği bugünlerde belki de böyle kalıcı ve gerçekten bir şeyler hissettiren filmlere ihtiyacımız vardır diyor, filmi şiddetle öneriyoruz.

Topol’un oyunculuğu da “Sanki dünyaya Tevye rolünü oynamak için gelmiş!” dedirtiyor. Film Tevye ve ailesinin özelinde -aslında çoğu filmde olduğu gibi- toplumda meydana gelen değişimlere ve bir bütün olarak kültüre odaklanıyor. Son olarak şu güzel ayrıntıyı da söylemeden de geçmeyelim: Damdaki Kemancı karakterinin hayat verdiği soloları kemanından dinlediğimiz kişi, dünyaca ünlü keman virtüözü Isaac Stern. Bu da filmi izlemek için bambaşka bir sebep daha sunmuş oluyor bizlere.

Une partie de campagne (H. Necmi Öztürk)

Kendi başına bir sinema okulu sayılabilecek Jean Renoir’ın öne çıkan filmleri arasında Déjeuner sur l’herbe (Kırda Kahvaltı), La Règle du jeu (Oyunun Kuralı) ve La Grande Illusion (Harb Esirleri) gibi birçok şaheser mevcut. Kırda Kahvaltı ile karıştırılmaması gereken Bir Kır Gezintisi (Une partie de campagne) ise, Renoir’ın filmografisinde özellikli bir yere sahip. Çekimlerine 1936 gibi, hem Fransa hem de tüm Dünya için savaş çanlarının çaldığı oldukça hareketli bir dönemde başlanan film, birçok aksaklık sonrasında tamamlanamayarak rafa kaldırılır. Tekrar ele alınıp gösterime sokulması için tam 10 yıl beklemek gerekecektir.

Aradan koskoca bir Dünya Savaşı geçtiği için, artık ne Renoir, ne de yapımcılar Partie de Campagne’ın o huzurlu, sakin ve saf havasındadırlar. Hatta film tamamlanıp 1946’da gösterime sokulduğunda, Renoir heyecanını yitirmiştir, bu artık onun için eski bir projedir. Renoir’ın aksine, seyirciler büyük coşkuyla karşılarlar filmi. Guy de Maupassant’ın öyküsünden uyarlanan bu 40 dakikalık film, daha çok tarihsel konumu, oyuncuları ve çekim ekibi ile ön plana çıkar. Neden çekim ekibi? Şöyle açıklayalım:

  • Henri Cartier-Bresson (yönetmen asistanı)
  • Jacques Becker (yönetmen asistanı)
  • Luchino Visconti (kostüm ve aksesuar sorumlusu)
  • Sylvia Bataille (başrol: Henriette)
  • Georges Bataille (figüran)
Henri Cartier-Bresson (ortada) ve Georges Bataille (en sağda)

Hemen açığa kavuşturalım; yönetmenler Visconti ve Becker, filozof Georges Bataille, fotoğraf sanatçısı Bresson kesinlikle isim benzerliği değil! Oyuncu Sylvia Bataille da Georges Bataille’ın eşi. Kendisi Bataille ile boşandıktan sonra kiminle evlenmiş olabilir sizce? Jacques Lacan! Son bir magazin bilgisi; Sylvia ile Georges Bataille çiftinin kızları psikanalist, Sylvia ile Lacan çiftinin kızları ise filozof olmuş, ilginç bir Karma.

Filme dönersek Maupassant’dan uyarlama olmasına rağmen hikayesiyle değil de daha çok oyunculuklar ve çekim teknikleriyle ön plana çıkan yapım, özellikle Sylvia Bataille’ın salıncakta sallandığı sahnedeki çekim açısıyla akıllara kazınıyor. Pencere yanındaki bir masada oturmuş konuşan iki kişiden birinin ayağa kalkıp pencerenin tahta kapaklarını açarak sahneyi tamamen değiştirmesi ve kamerayı pencereden görünen manzaraya yöneltmesi gibi küçük oyunlar, özellikle 1930’lar için zamanının çok ötesinde.

Sans toit ni loi (Burcu Meltem Tohum)

Daha çok Fransa’nın Nîmes çevresinde ve özellikle de Uchaud, Saint-Etienne du Grès, La Grande Motte, Tarascon ve Bellegarde bölgelerinde çekilen Sans toit ni loi (Yersiz Yurtsuz) filminde her şey tıpkı Twin Peaks’de olduğu gibi haşin bir kış gününde bir kızın cansız bir bedeninin bulunmasıyla başlar. Filmin iç içe girmiş zamansal bölünmeleri her daraldığında ya da genişlediğinde, Varda izleyicilerin de senaryo içinde rahatça gezinmelerine izin verir. Filmde Mona karakteri haricinde diğer gördüğümüz herkes kimliksizdir, yani isimleri direkt olarak bilinmez ancak kimi otobüs şoförüdür kimisi çiftçi, kimisi ise sadece oradan geçen biridir. Biz kameraya, bizimle birlikte tanıklık eden herkesi tıpkı Mona’nın saflığı ve bilinmezliğiyle takip ederiz. Varda’nın senaryo olarak belki de en gizemli sayılabilecek filmi olan Sans toit ni loi, “kimliksizlik” kavramına Mona karakteri üzerinden gerçekçi bir bakış getiriyor.

Sans toit ni loi, Robert Bresson’un 1967 yapımı Mouchette adlı filmiyle benzerlikler taşır. Güvensizlik duygusunun her iki filmde de karakterler üzerindeki etkisi ve dışavurumu hem kırılmış hem de duygusal parlamalar eşliğinde birbirleriyle buluşuyor. Her iki filmde de ana karakterimiz Kül Kedisi’nın kaybettiği ayakkabıyla birlikte ölümcül bir umutsuzluk haline bürünmüşlerdi. Varda, yoksulluğun ve çaresiz kalmanın çözülmüş gibi görünen sonsuz ve çeşitli dünyasını şiirsel bir gerçekçilikle yansıtıyor. Bu filmde herhangi bir dedektiflik yaklaşımı tarzında bir gözlemci bakış yerine daha çok sosyal hayata dair olanın üzerine eğilinmiş bir portre üzerinden, sefaletin estetize edilmeden doğrudan aktarılmaya özen gösterildiği bir kurgu hâkim.

Varda’nın özellikle bu filmini tek taraflı görmemek lazım, yönetmen tüm hikâye boyunca Mona karakterinin karşılaştığı herkesle bir ortaklık halinde; adeta ana karakterin yalnızlığını bir ressam gibi tuvale en iyi şekilde aktarmak için uğraşan bir ressam gibi. Sans toit ni loi’da en dikkat çeken unsurlardan biri de “polisiye” temasına uygun unsurların hiçbirinin polisiye tarzda işlenmemiş olması. Bu da filmi geri döndürülemez bir şekilde dramaya düşürüyor ve Mona’nın gizemi, film bittiğinde bile hala devam ediyor.

Testament of Youth (Eda Bebek)

Savaş yıllarını konu alıp da Testament of Youth gibi savaş karşıtı bir film yapabilmek cesaret gerektirir. Seyircinin alışkın olduğu savaş dönemi filmlerinden farklı bir film bu. Ana akım sinemada genelde savaş dönemini işleyen üç tipte film izliyoruz: Romantik bir ilişki çevresinde şekillenen ve savaşın adeta bir dekor olduğu filmler; savaşa hevesli, sözüm ona ‘kahramanlık’ filmleri; diğer iki tipin tam zıttı olarak zulüm ve milli acıları ele alan soykırım filmleri.

Testament of Youth bu tipik formların dışına çıkıyor: Merkezinde ne ezilen bir halk ne tüm acılara göğüs gerip sonsuza dek mutlu yaşanan bir aşk ne de hayatını tehlikeye atarak milyonlarca insanı kurtaran (veya öldüren) gerçeküstü bir kahraman var. Testament of Youth’ta savaşı ve bu savaşın insanlarını tüm renkleriyle izleyebiliyoruz.  Klişelere kaçmadan yer yer romantik, yer yer eleştirel ve her an fazlasıyla gerçekçi olabilen bu film türdeşleri arasından sıyrılmayı hak ediyor. Testament of Youth’da kahramanlık yok, mucizeler yok; hayalleri ve kayıplarıyla insanlar var.

Yazar Vera Brittain’ın gençlik ve savaş anılarını yazdığı aynı isimli romandan uyarlanan film, ana karakter Vera’nın gözünden gerçekçi ve can yakıcı bir savaş gerçeği çiziyor. Vera erkek kardeşi Edward, sevgilisi Roland ve çocukluk arkadaşı Victor’ın saf heyecanlarla katıldıkları savaşın tahmin edilenin aksine uzun bir dünya savaşına dönüşmesini elinden hiçbir şey gelmeden izliyor. Onlara yakın olabilmek için Oxford’da okuma hayalini bir kenara atıp gönüllü hemşire olarak cepheden cepheye koşarken yeri geliyor düşman askerlerini tedavi ediyor, yeri geliyor hayata döndürdüğü askerleri savaşta ölmeye yolluyor. Birinci Dünya Savaşı, yaşamaya hevesli bu gençlerin hayallerini, heveslerini, hayatlarını ellerinden alırken milliyetçilik, kahramanlık, zafer gibi kavramların anlamını yitirmesini izliyoruz. Film böylece bizi tek bir gerçekle baş başa bırakıyor: savaş öldürür.

Woyzeck (H. Necmi Öztürk)

1837 yılında, 24 yaşında hayata veda eden ve geride bir elin parmaklarını geçmeyen yapıt ile iki de çeviri bırakan Alman yazar Georg Büchner’in aynı adlı oyunundan uyarlanan Woyzeck, hikâyeden çok atmosfere önem veren her sinefil tarafından kesinlikle deneyimlenmesi gereken bir yapım. Woyzeck’in konusunu özetlemeye çalıştığımızda, “sivil hayat da dahil olmak üzere komutanının her dediğini yapmakla yükümlü Woyzeck adlı bir askerin başından geçenler anlatılıyor” dememiz gerekiyor, bu tanım da filme haksızlık etmek olacaktır.

Usta yönetmen Werner Herzog’un yaratmayı başardığı bu karanlık, varoluşsal iç sıkıntısı yüklü atmosferi elbette büyük oranda Büchner’e de borçluyuz. Ve tabii Woyzeck’i canlandıran Klaus Kinski’ye de. Henüz lise yıllarındayken “intihar” üzerine denemeler kaleme alan Büchner, hayata karşı hep mesafeli bir yaklaşım içindeydi, bunun bir sebebi de kırılgan sağlığıydı. Çocukluğundan beri hep mide ağrıları ve halsizlikle mücadele etmek zorunda kalmış, son nefesini de tifüs nedeniyle vermiş, kırılgan bir ruh.

Georg Büchner’in eserlerinde Kafka’nın Gregor Samsa’sını, Camus’nün Meursault karakterini, Sartre’ın Antoine Roquentin’ini bulmak, Bruno Schulz’un tekinsiz, hastalıklı evreninin izlerini yakalamak çok kolay. Birçok anlamda öncü bir yazar olarak Büchner’in yarattığı atmosfer, Herzog’un filminde de ön planda. Yaşamın anlamsızlığını, bu tuhaf varoluş içinde toplumların ve kuralların varlığını sonuna kadar sorgulayan, çarpıcı bir deneyim, Woyzeck.

Dial M for Movie

Tüm seçkilerdeki kısa eleştirilere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın