Melodram Klasikleri Serisi 4: BRIEF ENCOUNTER

Noël Coward‘ın 1936’da hazırladığı tiyatro oyunu Still Life’ı düzenleyerek senaryosunu oluşturduğu ve David Lean’ın yönetmen koltuğuna oturduğu Brief Encounter (Kısa Tesadüfler) 1945 yapımı bir İngiliz romantik drama filmi. Zamanında çok beğenilen ve hâlen de el üstünde tutulan, mirası devam ettirilen Brief Encounter aynı zamanda 1946 yılında Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or (Altın Palmiye) ödülünü de almıştı.

“İmkânsız” bir aşka odaklanan film başkalarıyla evli olan bir kadın ve erkeği konu ediniyor, bunu sosyal hiçbir yargıda bulunmadan, oldukça naif bir biçimde ekrana taşıyarak bu ikilinin aşk hikayesini İngiliz zarafetiyle izleyiciye sunuyor. İngiliz zarafeti dememizin özellikle pek çok sebebi var; zira bu film eğer bir Amerikan filmi olsaydı olaylar çok farklı gelişmekle birlikte, film boyunca sosyal açıdan “doğru”ların empoze edildiği bir film izliyor olurduk.

Amerikan filmlerinde adet olduğu üzere, kuruldan[1] onay alabilmek için bu tarz evlilik dışı ilişkilerin olduğu filmlerde genellikle taraflar bolca acı çeker, özellikle kadın taraf cezalandırılır, izleyiciye gördükleri ilişkinin ne kadar da yanlış bir şey olduğu anlatılırdı. Özellikle bu tarz filmlerde bu ideolojik fikir aşılamaları seyir keyfini bozmakta, filmin şiirselliğini yok etmekteydi. Ancak Brief Encounter’da görüyoruz ki, ara sıra yine bazı etik değerler aşılanıyor olsa da bunlar fazla göze batmayan ve rahatsız etmeyen bir şekilde yapılıyor, bu aşılamalar ana hikâye olan imkânsız aşkın önüne geçmiyor, bu da filmin seyir keyfini fazlasıyla arttırıyor.

Bu tarz yönetmen müdahaleleri söz konusu olduğunda, normal şartlarda izleyici sürekli olarak adeta filmden dışarı atıldığı için filmin içine girmek ve film tarafından sürüklenmek çok zorlaşıyor. Üstelik günümüz film izleme koşulları göz önünde bulundurulduğunda -bilgisayardan izlemek, ışıklı ortam, sinema sessizliği ve karanlığının yokluğu, yanımızda çoğu zaman diğer izleyicilerin yokluğu, filmi istediğimiz zaman durdurabilme olanağı vs.- eski Amerikan filmlerine bir göz atıp “eski filmler işte…” demek işten bile olmuyor. Ancak Brief Encounter yukarıda bahsettiğim meziyetleriyle bunu engelliyor, aksine hikâye anlatım tarzının kuvvetiyle izleyiciyi içine alıyor, film bitene kadar, hatta belki bittikten sonra bile izleyiciyi bırakmıyor. Öyle ki ana karakterlerin acısı ve sefaleti derinden hissediliyor, seyirci bu karakterlerin acısına ortak oluyor. Bu denli eski bir film için günümüz seyircisinde, hele ki çok film izleyen bir izleyicide bunu başarmak, bu izleyiciyi sürükleyebilmek müthiş bir başarının ifadesi.

Bir İstasyonda Başlayıp Biten Kısa Bir Masal

Böyle uzunca bir girizgâhtan sonra biraz filmin olay örgüsünü ve önem atfettiğim detayları aktarmakta fayda görüyorum. Evli ve iki çocuk annesi olan Laura Jesson (Celia Johnson) yine her zaman olduğu gibi tren istasyonunda eve dönüş trenini beklemektedir. Dışarı çıktığında raylardan gözüne bir taş parçası sıçrar ve Laura telaş içerisinde hem bekleme salonu hem de bir café işlevini gören yere girerek gözünü temizlemeye çalışır. Bu sırada orada kendi trenini beklemekte olan Doktor Alec Harvey (Trevor Howard),bekleneceği üzere konuşmaları duyar (café oldukça küçüktür) ve Laura’ya yardım eder. Şehir içerisinde de birkaç kez karşılaşan ve yakında gerçek bir çift olacak olan ikili, birlikte vakit geçirdikçe birbirine âşık olur. Sonrasında bir istasyonda başlayan aşk, aynı şekilde biter. Zira istasyonların en önemli özellikleri, insanların orada çok uzun süre kalmamalarıdır. Burada ayrıca önemli olan kısım şu ki, film her şeyin sona erdiği günden başlamakta. Buna ek olarak Laura’nın anıları sayesinde hikâyede flashback’ler aracılığıyla günümüzden geçmişe doğru gidiyoruz.

Laura, Alec ile sonsuza dek ayrıldıkları belli olan günün devamında çocuklarının da bulunduğu evine geri döner ve eşiyle salonda oturur. Filmin, çiftimizin ayrıldıkları andan itibaren başlaması sayesinde biz de hikâyenin sonunu biliriz. Tanıştığımız üzere Laura’nın gayet nazik bir adam olan eşi Fred (Cyril Raymond), çok cana yakın ve anlayışlı bir adamdır. Laura’ya her zaman özenle yaklaşır ve onu dinler. Lakin Fred, Laura’nın istediği tarzda tutkulu bir aşkı ona vermekten çok uzak, aşk konusunda da biraz ilgisiz bir adamdır. Akşamın devamında koltuğuna oturup elindeki işine dalan Laura’nın zihni aracılığıyla geçmişe gider, hikâyeyi Laura’nın bakış açısıyla, onun sesinden izler / dinleriz. Burada bir başka önemli ayrıntı da Laura’nın hikâyeyi herhangi birine veya izleyiciye değil, direkt Fred’le konuşur gibi anlatmasıdır. Bu durum inandırıcılığı daha da arttırmakla beraber, duyguları katlamaktadır.

Her Şeyden Önce Bir “Birey” Filmi

Laura ve Alec birlikte vakit geçirdikçe, kendilerini daha da birbirlerine ait hissederler ancak ikisinin de içinde mevcut olan ve büyüyen suçluluk duygusu bu aşkın çok mutlu bir biçimde yaşanmasını olanaksız kılar. Gizli gizli buluşan çift ara sıra bir tanıdığın denk gelmesiyle gerçek hayata, o engeller barındıran gündelik hayata geri dönmek zorunda kalır. Alec’in bir arkadaşının bu ilişkiyi fark etmesiyle de işler sarpa sarar. Zira bunun getirdiği küçük düşürülmeye ne Alec ne de Laura katlanabilir. Bu noktada oyuncuları duyguları yansıtma açısından fazlasıyla tebrik etmek gerek. Bu kadar zarif, sade, abartısız ancak bir o kadar da derin bir aşkı yansıtmayı 90 dakika gibi kısa bir süre içerisinde çok iyi başarmış hem Trevor Howard hem de Celia Johnson.

Ara sıra filmin ufak tefek dokunuşlarda bulunduğunu söylemiştik. Alec’in her şeyi fark eden arkadaşı, küçük düşürülme hissi ve Laura’nın bir gün Alec’le çok mutlu bir biçimde vakit geçirip eve döndüğünde oğlunu hasta bulması gibi ögeler bu bahsettiğim duruma örnek oluşturuyor. Ancak filmde her daim aşk duygusunun ağır bastığı, dış baskılar değil de karakterlerin kendi etik süzgeçleri sebebiyle ortaya çıkan iç baskı sonucu sorun yaşadıkları bir evren yaratılmış. Bu da yaşanan hikâyeyi gerçekçi, içten ve fazlasıyla eşleşilebilir kılmış.

Ayrıca Laura “oğlum kaza geçirdi” düşüncesiyle kendisini çokça sorumlu hissederken, kısa bir süre sonra oğlu iyileşmiş, en ufak bir dış baskı olasılığı da bu şekilde ortadan kalkmıştır. Karakterlerin altında ezildiği temel sorun eşlerine karşı hissettikleri minnet, sevgi ve sadakat duygusu diyebiliriz. Bu da hikâyeyi sosyal bir sorun değil, tam tersi bireysel ve fazlasıyla duygusal olan bir sorun haline getirmiş. Bu da seyirci böyle bir durum içerisinde olsun veya olmasın, hikâyeyi fazlasıyla içine girilebilir yapmış.

Tüm Zamanların Klasiklerinden Bir Tanesi

Sonuç olarak, birlikte olmanın verdiği acıya dayanamayan çift ayrılmaya karar verir ve Alec uzaklardaki bir iş teklifini kabul eder. Ayrılık anında Laura etrafındaki hiçbir şeyi duyamaz ve göremez. Filmin başında dışarıdan bir kişi olarak izlediğimiz sahneyi bu sefer filmin sonunda Laura’nın gözünden izleriz. Bu da onun duygularıyla bütünüyle eşleşmemizi mükemmel bir başarıyla sağlar. Filmin başında gördüğümüz ve duyduğumuz şeyleri Laura’nın yerine geçtiğimizde göremez ve işitemeyiz. Laura’nın acısıyla baş başa kalmışızdır ve tek düşünebildiğimiz şey tıpkı onun yaptığı gibi, ayrılıktır. Ayrıca Laura’nın film boyunca anlatıcı rolünü üstlenmiş olması bizim onunla bu denli eşleşmiş olmamızın yollarını döşeyen mihenk taşlarından biridir. Laura’nın acı nedeniyle etrafını göremediği anlarda kullanılan ışıklandırma bu hissiyatı güçlendirmekte, ortaya da çok başarılı bir iş çıkmaktadır.

Bu filmi yalnızca olay örgüsü açısından değil, toplumsal roller ve filmin anlatım biçimi açısından değerlendirmek, bir İngiliz filmi olduğunun üzerinde durmak ve filmin üstün duygusal etkisinin nereden geldiğini ayrıntılı bir biçimde aktarmak istedim. Film son zamanlarda izlediğim, bana izlediğim şeyin zaman zaman film olduğunu unutturan – ya da en azından benim bilinçli olarak unutmak isteyip de içinde kaybolabildiğim – yegâne film oldu. “Böyle bir film pek de çıkmayabilir karşıma…” dediğim zamanlarda Brief Encounter ile karşılaşmış olmak bana gerçekten de kendimi şanslı hissettirdi. Herkese tavsiye edilir, şimdiden keyifli seyirler!

Ece Mercan Yüksel

MELODRAM KLASİKLERİ SERİSİ – Tüm yazılar (yeni sekme)


[1] Özellikle sözünü ettiğimiz yıllarda Amerika’da belirli kurallara uymamış olan filmler onay bandrolü alamıyor, hâliyle yayınlanamıyordu. Dolayısıyla izleyiciye ulaşmak isteyen her film bu kurallara uymak zorundaydı (Motion Picture Production Code).

Bir Cevap Yazın