1985 veya öncesinde doğmuş olan herkese merhabalar. Şaka bir yana, hayatınızın bir döneminde Chicago Bulls taraftarı olduysanız, çocukluğunuz büyük ihtimalle 1990’larda veya daha öncesinde geçmiş olmalı. Çünkü 1998’den sonra Bulls hanedanlığı resmen sekteye uğratıldı. Bunu söylemekten zevk aldığım da düşünülmesin, zira ESPN’in 10 bölümlük kapsamlı The Last Dance (2020) belgeseli sayesinde Michael Jordan ve Chicago Bulls’un üst üste NBA şampiyonlukları aldığı efsanevi dönemin gerçekten de 1998’de keskin bir şekilde noktalandığını, 1997-1998 sezonu, yani bu “son dans” sonrasında kulübün yeniden yapılandırıldığını öğrenmek hiç de hoş olmadı. 1998’den sonra Bulls duraklama dönemine girdi, bazı oyuncular farklı bir yol izleme kararı aldı vs. sanıyorduk, durum hiç de öyle değilmiş! 1990-1998 arasında, yani 8 sezonda alınan 6 (yazıyla: altı) NBA şampiyonluğunun ardından yönetim, takımı resmen dağıtma kararı almış, oyuncular ve koç Phil Jackson, takımdan çıkartılmış.

Bir Fenomen: Michael Jordan
Basketbol dendiğinde birçoğumuzun aklına gelen ilk isim olan Michael Jordan, takım arkadaşları, koç Phil Jackson ve tabii ki yönetici kadrosu ve oyuncularıyla Chicago Bulls üzerine yoğunlaşan belgesel, rookie dönemindeki ilk adıyla Mike’ı Michael Jordan yapanın ne olduğunu da açıklıyor. Bu kısım önemli çünkü bir isim marka haline geldiğinde, bütün Dünya bir ismi yücelttiğinde ve neredeyse istisnasız bir toplumsal mutabakat ile o ismin ne kadar harika olduğu vurgulandığında, ister istemez bunun nedeni üzerine durmayı bırakıyoruz. Mesela Einstein dendiğinde hepimiz “ne dahi ama!” desek de, neden dahi olduğu sorulsa cevap verebileceğimiz şüpheli. Veya Tolstoy’un adı geçtiğinde hemen “çok büyük bir yazar!” dense de, bu yargının altını doldurmakta çoğu kişi yine zorlanacaktır. Dediğim gibi, bir isim çok büyük hale geldiğinde, ister istemez ezberlenmiş ifadeler artıyor.

Jordan’da da bu durum söz konusu, o yüzden Jordan’ın neden çok önemli, çok değerli bir oyuncu olduğu, hatta NBA’de yer alan resmî biyografisinde yer aldığı üzere neden “tüm zamanların en büyük basketbol oyuncusu” olarak kabul edildiği gibi sorulara bu belgeselde cevap verilmesi önemli. Cevabı burada özetlemek zor olsa da, şöyle söyleyelim: Belgeselden anladığımız kadarıyla 1984-1998 arasında Chicago Bulls’da oynadığı (1993’te verdiği beysbol molasını düşünce) 13 yıl boyunca, takım arkadaşları dahil onunla basket oynamış hiçbir oyuncu, Jordan’dan daha iyi olduğunu ne hissetmiş, ne de dile getirmiştir. Bu dönemde Jordan’a basketbol düzleminde karşı çıkan hiçbir oyuncu da, ondan daha iyi oynama başarısını gösteremez. Sporun güzelliği de burada ortaya çıkıyor; Jordan’ın sizden daha iyi olduğunu kaba kuvvet, hakaret veya boş vaatlerle değil, birebir görerek, yaşayarak anlıyorsunuz ve bu deneyim sonunda da sizde öfke değil, tam tersine kendinizi geliştirme arzusu uyanıyor.

Tüm NBA tarihinde maç başına attığı sayı ortalaması normal sezonda (30.1) ve playoff’larda (33.4) en yüksek isim olan Jordan’dan, bir maçta 61 sayı atabilen (16 Nisan 1987), maç uzatmaya gittiğinde bu sayıyı rahatlıkla 69’a çıkartabilen (28 Mart 1990), sırf karşı takımdaki bir oyuncunun hareketine sinirlendiği için maçın sadece ikinci yarısında 39 sayı birden atabilen (16 Şubat 1988) bir Michael Jordan’dan bahsediyoruz ve buna rağmen Jordan’ın ağzından en fazla duyulan cümle; “Bu bir takım oyunu”. Jordan kendi oyunu hakkında hiç alçakgönüllü değil, yanlış anlaşılmasın. Ne kadar iyi oynadığının elbette farkında, takım kaptanı olarak Bulls’daki arkadaşlarına söylediği şu cümle de o nedenle manidar: “Sizden benim yapamayacağım veya daha önce yapmadığım hiçbir şey istemedim”. Saptama doğru, ne var ki küçük bir ayrıntı var; belgeselde birçok kez duyacağımız üzere, “Jordan insan değil”. Belgesel sayesinde Jordan’ın çok iyi bir kaptan olduğunu ve sırf enerjisiyle, oyunuyla tüm takımı harekete geçirebildiğini de öğreniyoruz. Kısacası Chicago Bulls’un, basketbolun ve sporseverlerin başına gelmiş en iyi şey, Michael Jordan.

Belgeselin Anlatı İskeleti
NBA, Chicago Bulls, takımın sahipleri, yönetim kadrosu, koçlar, yıldız düzeyindeki oyuncular ve başarılarla dolu bir kariyer söz konusu olunca herşeyi düzenli bir şekilde anlatmak oldukça zor bir iş elbette. Öte yandan 10 bölümlük belgeseli baştan sona iki defa izledikten sonra söyleyebilirim ki, 1976 doğumlu yönetmen Jason Hehir, bu işin altından başarıyla kalkmış. İlk üç bölümde sırasıyla Michael Jordan, Scottie Pippen ve Dennis Rodman üzerine yoğunlaşılıyor, ardından farklı bölümlerde koç Phil Jackson, Tony Kukoc ve Steve Kerr hakkında da ayrıntılı bilgiler verilirken belgesel aslında baştan sona, Jordan’lı Chicago Bulls’un toplam 6 NBA şampiyonluğunu kazanma sürecini tutarlı bir şekilde anlatıyor. Az önce bahsettiğimiz kilit oyuncuların hayatlarından ve kariyerlerinden kesitler, Bulls’un önemli şampiyonluk maçlarından görüntülerle harmanlanmış ve tabii ki sayısız isimle yapılan röportajlar ile de desteklenmiş. Çizgisel olmayan, zamanda atlamalarla ilerleyen bir anlatımın tercih edilmesi de konunun genişliği bakımından yerinde bir tercih olmuş.

Daha önce görmenin pek mümkün olmadığı sayısız arşiv görüntüleri çok değerli, ancak belgeseli asıl farklı konuma getiren, tüm bu efsanevi oyuncuları ve koçları, takımın yönetim kadrosundan önemli isimleri ve tabii ki dönemin spor muhabirlerini günümüzde, 2020’de bir araya getirmesi. Sırf bu belgesel için röportaj yapılan veya kısa da olsa yorumlarına başvurulan isimlerden birkaçını sayalım: Michael Jordan, Scottie Pippen, Dennis Rodman, Phil Jackson, Tony Kukoc, Steve Kerr, John Paxson, Magic Johnson, Horace Grant, Larry Bird, Charles Barkley, Patrick Ewing, Barack Obama, Bill Clinton, Carmen Electra, Reggie Miller, John Stockton, Ron Harper, Jerry Reinsdorf (Bulls’un sahibi), vs. Dediğimiz gibi tüm bu isimlerle birebir görüşmek bile büyük bir başarıyken, bir de montaj masasında tüm bu bilgileri işleyip izleyende heyecan yaratacak, yer yer gözünden yaş getirecek şekilde editlemek hiç de kolay bir girişim değil. Yönetmen Hehir’i bu açıdan tebrik etmek lazım.

Efsaneler ve Gerçekler
Belgeselin afişinde yer alan bu ifade çok yerinde, zira 1991-1998 arasında Chicago Bulls’da oynamış olan kilit oyunculara baktığımızda, hepsi adeta birer efsane. Jordan’ı tekrar anlatmaya gerek yok ancak Scottie Pippen, yani Jordan’ın sağ kolu, “tüm zamanların en iyi ikinci oyuncusu” unvanı ile anılıyor çoğu zaman ve attığı sayı ortalaması, sahip olduğu yüksek asist, ribaunt ve blok sayılarıyla her maçta inanılmaz bir performans gösteren Pippen’a en güzel yorumlardan biri de Jordan’dan geliyor: “Kazandığım tüm önemli maçlarda Pippen da yanımdaydı, onları tek başıma kazanmadım ben. Ne zaman Jordan’dan bahsedilecekse, Pippen’dan da bahsetmek bir zorunluluktur. O benim en iyi takım arkadaşımdı”.

Koç Phil Jackson da başka bir efsane çünkü sadece Chicago Bulls’a iki defa (1991-93 ve 1996-98) aralıksız üç NBA şampiyonluğu kazandırmakla kalmadı, Reinsdorf takımı dağıttıktan sonra benzer bir başarıyı Los Angeles Lakers’ın koçu olarak da gösterdi ve 2000-2002 arasında Lakers’ı üç yıl üst üste NBA şampiyonu yaptı, ardından 2009 ve 2010’da iki kez daha. Phil Jackson, toplamda kazandığı 11 şampiyonlukla “Kuzey Amerika’daki herhangi bir spor dalında profesyonel olarak 10 veya üstünde şampiyonluk kazanan” tek koç olma unvanına da sahip.

Oyunculara dönersek “üç ahbap çavuş”u (three amigos) tamamlayan Dennis Rodman’dan bahsetmek gerek. Kişisel hayatında yaptığı tercihlerle, giyimiyle ve aykırı denebilecek davranışlarıyla hep tepkileri üzerine çeken Rodman, parkeye adım attığında oyunuyla tüm bu eleştirileri unutturabilen harika bir oyuncu. NBA’de yer alan resmî biyografisinde “Muhtemelen (“arguably”) NBA tarihinin en iyi ribaunt alan forveti” ibaresi bulunmakta, kariyerinde maç başına aldığı ribaunt ortalaması (13.1) da bunu destekler nitelikte.

Jordan’ın “birlikte oynadığım en zeki oyunculardan” dediği Rodman, arşiv görüntülerinden birinde çok değerli bir saptamada da bulunuyor: “Basketbol belli kuralları olan basit bir oyun. Basketbolu bedavaya da oynarım ben, aslında bize yapılan ödemeler, sonrası için. Sahadan çıktıktan sonra maruz kaldıklarımızla baş edebilmemiz için”. Gençliğinde 2 yıl sokakta yaşamak zorunda kaldığını da öğrendiğimiz Rodman’ın hayatı gerçekten de hiçbir zaman kolay olmamış. Tüm olumsuzluklara rağmen basketbol sayesinde hayata tutunan forvet, Jordan & Pippen ikilisinin vazgeçilmezi, üç ahbap çavuşlar’ın olmazsa olmaz üyesi.

Steve Kerr ise, NBA tarihinde maç başına atılan en yüksek üçlük yüzdesine (45.4) sahip bir oyuncu olmasının yanı sıra, üç defa NBA şampiyonluğu yaşamış bir koç. Buna oyuncu olarak yaşadığı 5 şampiyonluğu da eklediğimizde, kariyerinde 8 şampiyonluk yaşamış bir efsaneden bahsediyoruz demektir. Üçlükler demişken Bulls’daki başka bir efsane olan John Paxson’ın Steve Kerr’ün kendini geliştirmesinde çok önemli katkısı olduğunu da ekleyelim. Tüm bu efsane nitelemeleri havada uçuşurken, belgeselin bu “efsanelere” akla gelen herşeyi açıkça sorması ve bununla da yetinmeyip alınan bilgiyi başka oyunculara doğrulatması da takdir edilmesi gereken başka bir nitelik. Üstelik bunu çoğunlukla kamera önünde yaptığı için de, oyuncuların aynı soruya farklı kişilerce verilen cevabı izlerken verdikleri tepki, paha biçilmez.

Müzik
Hem sporseverlerin hem de Michael Jordan veya Chicago Bulls adını duymuş herkesin büyük ilgisini ve beğenisini kazanan The Last Dance, müzik seçimiyle de ön planda. Yönetmen Hehir, The New York Times’a verdiği röportajda tercihini şöyle açıklamış: “Benim gibi 43 yaşındaki birisi için Chicago Bulls’un öyküsünün temeli nostaljide yatıyor. O nedenle de 1980’lerin ve 1990’ların, Bulls’un içinde yaşadığı dünyanın hikayesini anlatırken, kullanılacak müziklerin de o döneme ait olmasını istedim”. Dolayısıyla 80’lerin ve 90’ların müzikleri aracılığıyla nostaljik bir gezintiye çıkmak isterseniz Spotify tarafından hazırlanan 55 şarkılık bu liste tam size göre. Söz konusu listede “The Last Dance’den esinlenilmiş” şarkılar da mevcut. Sadece dizide kullanılan parçalar ise Acheil Tac tarafından Twitter’da paylaşıldı. Profesyonel basketbol oyuncusu (FIBA) Acheil Tac’in listesini paylaşmadan önce eksiği de giderelim, aşağıdaki listede James Davies’in “Stained Silver” adlı parçası da yer almalıydı.

Ve tabii ki artık sonuna geldiğimiz bu yazının sahibi, The Last Dance’de kullanılan parçalar arasından kişisel favorilerini yazmasa olmazdı:
- Sirius – The Alan Parsons Project
- The Sound of Silence – Swann
- Right Here Right Now – Fatboy Slim
- Stained Silver – James Davies
- Vengeance – Zack Hemsey
- How You Like Me Now? – The Heavy (belgeselde Kool Moe Dee cover’ı kullanıldı)

The Last Dance (2020) Netflix’de izlenebilir, basketbol veya sporun herhangi bir türünü seven herkese de tavsiye edilir. Her açıdan çok başarılı ve ufuk açıcı, kendi başına tarihsel bir belge olma niteliği taşıyan bir belgesel. Şimdiden keyifli seyirler!
