Dial M for Movie – Şubat 2021 Seçkisi

Aylık Film seçkimizi ilk defa biraz geç yayınlıyoruz ve doğru tahmin ettiniz, her nasılsa bu gecikmeyi yılın en kısa ayına, 28 günlük bir Şubat’a denk düşürmeyi de başardık. Ve “bu bir deyimdir” bilgisine sahip olmasak gerçekten de pek anlam yükleyemeyeceğimiz söyleyişlerden birini buraya not etmek dışında da, elimizden bir şey gelmiyor: Geç olsun, güç olmasın. Öte yandan güzel bir rastlantıya da gebe bu ayki seçkimiz çünkü Şubat 2021 Seçkisi’ndeki 10 filmle beraber, fark ettik ki bugüne dek Dial M for Movie ekibi olarak toplam 100 film hakkında kısa kısa yazmışız. Söz konusu filmlerin listesini hazırlıyoruz, en kısa zamanda okurların (ve bizim de) daha kolay ulaşmasını sağlayacak bir formatta karşınızda olacak. Bu ayki seçkimize konuk olan filmlerden en az biri umarım, zaten çok sevdiğiniz sinemayı daha da merak etmenizde, bu sanat dalının üzerine daha çok düşmenizde küçük de olsa bir rol oynar. Bol filmli günler!

Alien (H. Necmi Öztürk)

Listelerimizde her zaman olmasa da, çoğunlukla adı pek duyulmayan filmlere yer vermeye çalışıyoruz. O halde Alien’ın (Yaratık) Dial M for Movie Şubat Seçkisi’nde ne işi var diyeceksiniz. Haklısınız da, ancak Alien ile ilgili şöyle bir durum oluştu; yıllar geçtikçe Alien artık bir “franchise” haline geldi, James Cameron’ın tekerlekler altında ezilip duran yaratıklara yer verdiği Aliens (1986) garabetinden tutun da temelindeki fikrin çocukken oyuncaklarımızı birbiriyle çarpıştırmaktan öteye geçmediği Alien vs Predator serisine varıncaya dek birçok devam filmi (veya sequel, prequel, alternate universe, vs.) çekildi. Bu durumda da haliyle 1979 tarihli bu ilk filmin değeri biraz unutuldu gibi.

Daha önce başka bir yazımızda bahsettiğimiz gibi aslında Alejandro Jodorowsky’nin stüdyo engeli nedeniyle bir türlü hayata geçiremediği Dune filmi için ilk defa 1975 yılında kendi inisiyatifiyle bir araya getirdiği ve artık “efsane isimler” olarak andığımız 4 sanatçının (Moebius, Dan O’Bannon, Chris Foss ve H.R. Giger) elinden çıkan 1979 tarihli Alien, senaryosundan yapım tasarımına dek her aşaması son derece incelikli bir şekilde düşünülmüş, bilimkurgu / korku türünün köşe taşlarından biri. Ya tarihe geçen sahneleri? Yemekhane’de yaratıkla tanıştığımız meşhur sahne, sevgili Jonesy, Parker’a sürekli “right” diye cevap vermesiyle ünlü Brett (Harry Dean Stanton), Giger Müzesi’ndeymişiz hissi veren kargo bölümü, örnekler çoğaltılabilir.

Açılış sahnesinden Ripley’nin Alien ile son mücadelesine kadar her karesi merak uyandırıcı, durağanlığı ve sessizliğiyle bile gerilim dozunu arttıran bu yapım, Alien serisinin geri kalan üyelerinden kesinlikle çok farklı bir yerde. İlkler unutulmaz derler, 1979 tarihli Alien da gerçekten bu sözü doğrular nitelikte. Nostromo’nun içinde gezindiğimiz çoğu sahne birer “art installation”, birçok kilit sahne birer “performance art”, korkunun tavan yaptığı sahneler ise pekâlâ birer “video installation” olarak nitelendirilebilir. Tüm seriyi kolayca sırtlayan bu filmi ilk fırsatta tekrar izlemenizi tavsiye ederiz.

Effacer l’historique (Ece Mercan Yüksel)

Benoît Delépine ve Gustave Kervern’ün yönetmenliğini yaptığı Effacer L’historique’i (Geçmişi Silmek) İKSV’nin Ocak Ayı Seçkisi’nde online olarak izleme fırsatını bulduk. Normalde komedi filmlerini sevmiyor olsanız bile sevebileceğiniz, kendinizden bir şeyler bulabileceğiniz ve izlerken bol bol gülebileceğiniz bir yapım olan filmde, günümüz dünyasındaki teknoloji baskınlığının yarattığı distopik çerçeveyle alay ediliyor. Müşteri hizmetleriyle görüşebilmek için saatlerce hatta kalınan günler, internette hız kesmeden yayılan seks kasetleri, Amerika’daki ulaşılamaz teknoloji devleri, bir taksi şoförünün müşterilerden sürekli olarak düşük yıldız alışı, bitmek bilmeyen kredi kartı borçları vb. gibi durumlar filmde oldukça yalın ve komik bir dilde aktarılmış.

Küçük ve inanılmaz sıkıcı bir kasabada geçen filmde kendi hayatlarıyla başa çıkamayan yetişkinler, iletişim problemleri ve bu insanların teknolojiyle imtihanı anlatılıyor. Ayrıca bu yetişkinlerin doğal olarak bir başka nesle ait olan çocuklarıyla yaşadıkları anlaşmazlıklar, iletişim çağında bu iletişimin “i”sinin bulunamadığı anlar ve markaların telefondan sürekli arayarak müşterilerini taciz ediyor oluşu da filmde mercek altına alınanlardan.

Herkesin içinde “Ben bunu yaşadım!” diyebileceği bir şeyler bulabileceği film Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülünü kazandı. Bunlara ek olarak Blanche Gardin, Denis Podalydès ve Corinne Masiero’nun başrollerde olduğu filmde, oldukça popüler olan Jean Dujardin’ı da kısaca görmek mümkün. Film ayrıca drama filmlerinin bolluğundan yorulan kişiler için de biçilmiş kaftan ve tam bir hafta sonu komedisi diyebiliriz.

L’Homme à la valise (Burcu Meltem Tohum)

İsimsiz bir kahramana hayat veren Chantal Akerman’ın L’Homme à la valise (Bavullu Adam) adlı filmi basit bir fikirden yola çıkan ve kendinden aşkın (transcendental) hikayeler yaratan filmler arasına girebilecek denli güçlü ve tanıdık bir dünya ile karşımıza çıkıyor. Her şey Chantal’ın (filmde isimsiz karakter, yönetmen tarafından canlandırılmaktadır) Henri‘ye bir süreliğine kalmasına izin verdiği dairesine geri dönmesiyle başlar. Akerman’ın bu filminde insan kendine “evinde kalmasına izin verecek kadar kendine yakın hissedilen birisiyle bir araya gelindiğinde ondan nefret edecek hale nasıl gelinebilir” benzeri sorular sormadan edemiyor. Filmin yapısını en güçlü kılan yönlerden biri de tam olarak bu “yabancılık” hissi. Film, içerisinde komedi modellemeleri barındırıyor olsa da Kafkaesk dışavurumundan hiçbir şey kaybetmiyor.

Akerman, L’Homme à la valise ile söylenmemiş olanın görüntüyle nasıl söylenmeye açık hale getirilebileceği deneyinin sınırlarını zorluyor. Bu da hikâyede “yakın gerilimler”in oluşmasına neden olmakta. Filmdeki hikâye çok kişisel gibi gözükse de “diğerinden”, “yabancı”dan kaçma durumunun sadeliğini, en şiddetsiz halini bu denli üst seviyeye çıkarmasıyla Akerman, zengin bir paranoya ve saplantının abartısız bir modellemesini yansıtıyor. Televizyon için yapılmış olan bu film, insanın en konforlu alanını bile darmadağın edebilecek güçte. Aynı zamanda “sessizlik”, “yalnızlık” ve “mutluluk” kavramlarının en derin formlarını da L’Homme à la valise ile yakalayabilirsiniz.

My Name is Nobody (H. Necmi Öztürk)

Western, vahşi batı veya “Spaghetti Western” (sırf İtalyan yönetmenler tarafından çekildikleri için bu tür western’lere “spaghetti” nitelemesini yapıştıran 1960’lardaki film eleştirmenlerine ne denebilir, apaçık ırkçı bir takma isim) türündeki filmlerden bahsedildiğinde akla doğal olarak en önce Sergio LeoneClint Eastwood işbirliğinden doğmuş filmler geliyor. Bu kötü bir şey değil çünkü üstad Leone’nin filmlerini severek, izleyerek büyüdük. Ancak bazı durumlarda çok iyi de değil çünkü bu ün, My Name is Nobody (Benim Adım Hiçkimse, ancak Türkiye’de “Adsız Kahraman” adıyla gösterime girer) gibi harika filmlerin gölgede kalmasına da sebep olabiliyor.

Senaryo fikri Sergio Leone’ye, fikrin senaryolaştırılması ise Ernesto Gastaldi ile Fulvio Morsella’ya ait olan filmin efsanevi müziği de yine başka bir ustanın, Ennio Morricone’nin elinden çıkmış. Leone’nin Dolar Üçlemesi (1964-66) nedeniyle “Man with No Name” (ismi olmayan adam) lakaplı Clint Eastwood alınmasın, gönüllerdeki “Benim Adım Hiçkimse” tabii ki bu filmin başrolündeki Terence Hill. Yeşil gözleri, güler yüzü ve her daim rahat tavırlarıyla seyirciye de pozitif enerji ve belli bir rahatlık bulaştıran oyuncu, Henry Fonda gibi büyük bir ustanın yanında harika bir performans sergiliyor. Yeri gelmişken bu filmin, Henry Fonda’nın (1905-1982) oynadığı son western olduğunu da hatırlatalım.

Adını Homeros’un Odysseia’sından (Polyphemus ile olan 9. Kanto) alan filmde Terence Hill, hayran olduğu yaşlı ama usta bir silahşor olan Jack Beauregard’ın (Henry Fonda) peşinden ayrılmayan, ona tabiri caizse “tarih yazdırmaya” çalışan Nobody adlı bir silahşoru canlandırır. Nobody’nin “yetenekleri” arasında, karşı karşıya geldiği silahşorun tabancasını çekip (kendi tabancasını değil) tekrar yerine koyması ve bu arada da boşta kalan eliyle rakibine sağlam bir tokat indirmesi, elindeki küçük aynadan onlarca metre arkasındaki rakibini vurması ve tamamen aynalarla kaplı karanlık bir odada sizi delirtmesi gibi meziyetler (!) mevcut. Baştan aşağı keşfedilmeyi bekleyen bu şiir gibi filmin Morricone’nin elinden çıkan muhteşem müziklerinden bahsetmiyoruz bile. Şimdiden keyifli seyirler.

Pi (H. Necmi Öztürk)

Aronofsky dendiğinde çoğunlukla benden biraz daha genç nesil (30’lu yaşlar) Requiem for A Dream (Bir Rüya İçin Ağıt) veya The Fountain (Kaynak) temelinde ABD’li yönetmeni överler. Haklılar da, bunlar kötü filmler değil elbette ancak benim için Aronofsky ilginç bir şekilde, 1998 tarihli ilk uzun metrajının zenginliğini bir daha hiçbir filminde yakalayamayan yönetmen olarak kalacak her zaman. Daha doğrusu, Pi kadar etkileyici başka bir film çekene kadar. Pi filmi, Aronofsky’nin sinemada yeni şeyler denemeye çalışan sinema öğrencisi damarını, yetkin senaryo yazımı, alışılmışın çok dışında kamera açıları ve tüm bu kaosa uygun düşen sarsıcı bir müzikle birleştiriyor. Ortaya da kâbus gibi, bir o kadar da zihin açıcı bir film çıkıyor.

Aronofsky bundan sonraki projelerinde Jared Leto, Hugh Jackman, Rachel Weisz, Mickey Rourke, Natalie Portman, Russell Crowe gibi Hollywood devleriyle çalışacağını tahmin etmiş gibi, bu ilk uzun metrajına hayal gücünde ve bilgi birikiminde ne varsa herşeyi döküp baştan sona deneysel bir formda, sinema düzleminde tekrar bir araya getirmiş sanki. Yapım açısından bu varsayımımız gerçeklikten çok uzak da değil çünkü Pi, tamamen Aronofsky’nin arkadaşlarıyla bir araya gelerek çektiği, hatta yönetmenin annesinin çekimler boyunca “catering hizmeti” verdiği, dolayısıyla “daha bağımsız olamazdı” diyebileceğimiz bir ilk film. Sonrasında giriştiği büyük prodüksiyonlar, yönetmenin bu serbest düşünce yapısına, dizginlenmesi zor hayal gücüne ket vurmuş anlaşılan.

Uzun lafın kısası matematiğe hiç ilgi duymasanız bile baştan sona merakınızı kolayca cezbedebilecek, Dünya’ya bakışınızı zenginleştirebilecek kâbus tadında, siyah beyaz bir film Pi ve genel yapısı itibariyle de Eraserhead (Lynch), Institute Benjamenta (Quay Brothers) ve The Hourglass Sanatorium (Wojciech Has) gibi önemli filmlerle benzerlik gösteren bir başyapıt. Clint Mansell’in olağanüstü, neredeyse filmle organik bir bağı bulunan müziği ise başka bir yazının konusu. Şimdiden keyifli seyirler.

Plein Soleil (Burcu Meltem Tohum)

Şubat seçkimiz içinde daha önceki seçkilerimize istinaden bir farklılık yaparak bu sefer biri Fransız diğeri Amerikalı olmak üzere iki farklı yönetmenin aynı adlı romandan esinlenerek sinemaya uyarladıkları yapımlara yer veriyoruz.Geçtiğimiz ay doğumunun 100. yılı kutlanan, 1995’te kaybettiğimizABD’li yazar Patricia Highsmith’in1955 tarihli The Talented Mr. Ripley (Yetenekli Bay Ripley)adlı romanı söz konusu. Auteur sinemacılardan René Clément’ın imzasını taşıyan Plein Soleil’in, Amerikan versiyonuna oranla karakter odaklı olmaktan ziyade hikâye odaklı ilerleyen bir ritmi var. Anthony Minghella’nın gri dünyasından burada eser yok. Bu anlamda iki uyarlamanın da bu denli birbirinden farklı bir şekilde dışarı vurulması ikisinin de farklı unsurlar çerçevesinde değerlendirilmesi konusunda izleyiciyi zorluyor.

René Clément’ın filmde kullandığı renkli dünya, güneşin en yakıcı sıcağında insanın soğuk soğuk terlemesine neden oluyor. Minghella’nın versiyonuna göre burada öfke ve intikamın yüzünü açıkça görebiliyoruz. Ayrıca Clément’ın öfkeyi bu denli içten hissedilebilir şekilde şiddetli olarak sunması da hikâyenin ağırlığını besliyor. Her iki versiyonda da Tom Ripley karakterinin dönüşümünün son raddeye gelmesi, farklı neden ve sonuçlara bağlanıyor. Clément, filmin içine hiçbir aldatmacı unsur eklemeden her şeyi şeffaf bir şekilde sunarak gerilimin farklı bir biçimini gösteriyor seyirciye. Filmin İtalyan renk kontrastlarıyla da tamamen bütünleşmesi ortaya bir yaz mevsimi gerilimi ve tedirginliği çıkarıyor.

René Clément’ın “bağlılık” kavramına yeni bir maske kazandırdığı Plein Soleil, salt bir aksiyon türünden çok uzakta yüzüyor. Ayrıca klasik masumiyet duruşunun varlığını ortaya çıkarmasıyla da mükemmel bir iblisin nasıl doğduğuna tanıklık etmemizi sağlıyor. Minghella’ya göre çok daha didaktik bir anlatı sunan René Clément, bir insanın dış görünüşüne dair aldatıcı olan her şeyi gün yüzüne çıkarıyor. Bu anlatımın varlığından ortaya çıkan karakter yapısını, zorunlu olarak tanımlamaktan vazgeçemiyorsunuz. Bu da hikâyeye bir dinginlik katabiliyor. Plein Soleil, bir başkasına dönüşme olanağının sınırlarında dolaşmaktansa olanağın birebir kendisi oluyor. Uyarlamanın her iki versiyonu da birbirinden farklı anlam ve derinliklere sahipken her ikisinin de kullandığı anlatım teknikleri bakımından aynı yolu takip etmediğini de hatırlatalım.

Santa Sangre (Ece Mercan Yüksel)

Holy Mountain (Kutsal Dağ, 1973) ve El Topo (Köstebek, 1970) gibi yapımlardan tanıdığımız, gerçeküstü filmlerin yönetmeni Alejandro Jodorowsky’nin 1989 yapımı Santa Sangre’si (Kutsal Kan) yine yoğun sembolizm barındıran ilginç bir hikâye sunuyor bizlere. Film Jodorowsky’nin öz oğlu tarafından canlandırılan Fenix (Axel Jodorowsky) karakterinin akıl hastanesinde kendisini yırtıcı bir kuş sandığı -veya gerçekten de öyle olduğu- zamanlardan başlıyor, onun geçmişi -çocukluğu-, şimdisi ve geleceği arasında dokuma yapıyor. Fenix’in buhranları ve sürreel vizyonları arasında gidip gelirken ne “gerçek”, ne doğru ayırt etmek imkânsız. Ancak az önce de sözünü ettiğimiz üzere filmde gösterilen çoğu şey -hepsi değilse de- derin bir anlam taşıyor. Çocuk-baba ve çocuk-anne ilişkisindeki zehirli yapıyı merkezine alan filmin devamında anne-çocuk arası ilişki baskın çıkıyor ve Oedipus kompleksinin en belirgin hâli gözler önüne seriliyor.

Fenix filmin devamında kollarını kaybetmiş olan annesinin kolları ve hatta bedeni hâline geliyor. Anne düşünüyor, oğul uyguluyor. Filmde Fenix’in çocukluk hâlini Jodorowsky’nin bir diğer oğlu olan Adan Jodorowsky canlandırıyor, bunu da ekleyelim. Bu açıdan absürt bir biçimde hem içerik hem de oyunculuk açısından tam bir “aile filmi” diyebiliriz Kutsal Kan için -bu cümle kesinlikle kinaye içermektedir-. 

Film ilerledikçe Fenix’in annesi aynı zamanda onun şeytanı hâline gelir ve biz filmde Fenix bu şeytanla nasıl başa çıkar ya da çıkabilir mi, işte bunu izleriz. Sirk ve akrobasi ögeleri filme ayrı bir büyüleyicilik ve gerçeküstücülük katıyor. Ayrıca filmde Jodorowsky’nin diğer filmlerinden aşina olduğumuz üzere dinsel metaforlar da göze çarparken, daha önce sözünü ettiğimiz Freudyen ögeler baskınlaşıyor. Kutsal Kan ya seveceğiniz ya da tam tersi olacak bir yapım.

Some Came Running (Ece Mercan Yüksel)

Efsanevi Frank Sinatra’lı Some Came Running 1958 yapımı bir drama filmi olmakla beraber Türkçe’ye “Aşk Uğruna” şeklinde çevrilmiş. Vincente Minelli’nin yönetmenliğini yaptığı filmde Sinatra savaştan dönen ancak ruhu pek çok sebepten ötürü parçalanmış, asabi ve alkolik bir adamı canlandırıyor. Planı bambaşka yerlere gitmekken şans eseri eski kasabasına geri dönmek durumunda kalan Dave Hirsh (Sinatra), aile sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalır ve bir aşk üçgenine dahil olur. Bunların sonucundaysa herkes yaralanır ve küçük Amerikan kasabasının kirli iç yüzüne ışık tutulmuş olur.

Savaş sebebiyle bozulan psikoloji, aile içi yıkımlar, dönemin “Amerikan ailesi” konsepti, toplumdaki yozlaşma gibi konulara değinen filmdeki tek saf ve karşılıksız sevgi toplum tarafından dışlanan ve “ucuz” bir kadın olarak görülen Ginnie’ye (Shirley MacLaine) ait. Dave Hirsh’ün yanında olabilmek adına onun her türlü kötü davranışına göz yuman Ginnie bu saflığı pekiştirilircesine neredeyse “aptal” bir kadın olarak tasvir edilmiş. Ginnie’nin “rakibi” ise onun aksine eğitimli, mesafeli ve cinsel açıdan fazlasıyla bastırılmış olan Gwen French (Martha Hyer). Filmin çekildiği yıllar düşünüldüğünde bu iki karakterin zıtlık yaşadıkları noktalar şaşırılacak şeyler değiller elbette.

Frank Sinatra’nın canlandırdığı Dave Hirsh karakteri zihinde pek çok açıdan Humphrey Bogart’ın filmlerde canlandırdığı karakterleri anımsatıyor. Humphrey Bogart da filmlerinde genellikle huysuz, bol alkol tüketen, sözleriyle yolunu bulmasını bilen, “cool” ve kadınların sevdiği karakterleri canlandırmaktaydı. Some Came Running Amerikan sinemasında bazı konuların işlenişinin zaman geçtikçe nasıl evrildiğini görmek açısından da, özellikle 1940’lar ve öncesinde çekilmiş filmlere aşinaysanız çok iyi bir tercih.

The Talented Mr. Ripley (Burcu Meltem Tohum)

Patricia Highsmith uyarlamasının Amerikan versiyonunda Tom Ripley karakterinin entelektüel yanları oldukça sağlam bir şekilde dışarıya vurulmuş. Ayrıca onun bu entelektüel yanlarını takiben tutkularının da filmin ilerleyen sahneleri boyunca seviye atlayarak katlanmasına daha doğrudan tanık olduğumuz için izleyici için romanın bu uyarlanmış versiyonunun daha yakın (samimi) ve bu yakınlığından ötürü de daha rahatsız edici olduğunu söyleyebiliriz. Fransız uyarlaması ile Amerikan uyarlaması arasında uçurumlar olan The Talented Mr. Ripley, her iki uyarlamayı da izleyenler için kaçınılmaz olarak farklı serüvenler sunuyor. Yönetmen Minghella, filmin ilk sahnesinde sınırlarını asla belli etmezken ilerledikçe sınırların kademeli olarak keskinleştiğini görmemize izin verir.

Film her ne kadar İtalya’nın en ideal tatil mekanlarında geçiyor olsa da yönetmenin kamerasındaki o grilik ve soğuk atmosfer filmdeki tedirginlik seviyesini yükseltiyor ve mekân ve anlatı üzerinde yaratılan bu zıtlık, izleyiciyi bilindik İtalya havasından koparıp alıyor. The Talented Mr. Ripley’nin Amerikan versiyonu tam anlamıyla karakter analizi üzerine kuruluyken filmdeki tüm karakterlerin iç dünyasına zekice giriş yapabiliyorsunuz ve hikâye ilerledikçe bıçağını göğsünüze daha derinden saplamaya başlıyor. Bu noktada Minghella’nın karakter oluşturmasının inceliklerini ve ayrıntılarını görebilirsiniz. İçsel rahatsızlığın ne denli büyüyüp masum bir düşünceden can yakıcı boyuta ulaşabileceğini incitici ve rahatsız edici yüzüne maruz kalırken aynı zamanda kendinizi, kontrolden çıkmanın eldeki unsurlarla nasıl bu hale gelebildiğine şaşırırken de bulabilirsiniz.

Wrong Turn (Burcu Meltem Tohum)

Wrong Turn serisinin sinema dünyasıyla ilk buluştuğu zamanlar, 2003 civarıydı. O yıllarda The Hills Have Eyes gibi, deneyler nedeniyle mutasyona uğramış bir grup insanın, ormana kamp yapmaya, nefes almaya gidenlere yaptığı çeşitli işkencelere 80 ya da en fazla 90 dakika boyunca tanık oluyorduk. 2000’lerin başından 2010’lara değin süren, bu mutasyona uğrayan insanların dehşet saçtığı fenomen alıp başını gitmişti. Wrong Turn, kendi türündeki filmler arasında en ön plana çıkan seri oldu ve son nefesini verdiği 2014’e kadar sürdü.

Sinemada korku türüne 2011 yılında The Cabin in the Woods gibi filmlerin dahil olmasıyla Wrong Turn’lerin soyu tükenmeye başladı. Artık gençleri kamp mekanlarında av olarak göremiyorduk. Bu durum, korku-gerilim ve slasher türünde önemli bir dönüm noktasıydı aslında. Akabinde korku türünde Insidious (2010) ve The Conjuring (2013) gibi görsel olarak izleyiciyi düşündüren ve yoran korku filmleri franchise halinde patlak verdi. Wrong Turn serilerinin kanlı pabucu neredeyse dama atılmışken 2021 yılında Mike P. Nelson’ın Wrong Turn’ü, adıyla sanıyla tekrar ekranlarımızın konuğu oldu. Ancak bu sefer o eski bildiğimiz serinin hikayesinden eser yok.

Yönetmenin üçüncü uzun metraj filmi olan Wrong Turn, 2021 versiyonuyla asıl olan hikayesinin anlatısından bir hayli uzaklaşmış. Filmin anlatısının kullandığı materyaller, karakter yapıları tamamen aynı kalsa da hikâyenin özündeki anlatımda büyük değişimler göze çarpmakta. Bu nedenle serinin hayranları için bu anlamda bir hayal kırıklığı olabilecek Wrong Turn, kendi içinde açtığı evren ile akıllara hemen 2019 yılının “parlayan” filmlerinden Midsommar’ı getirdi.

Toplumsal ayrılıklar, insanlar arasında kuralların, yasaların, gelenek ve göreneklerin birbirinden ayrıldığı birçok noktada bu türden ufak dokunuşlar görebilirsiniz. Filmin tam sonunda ise filmin oyuncaları arasında yer alan Matthew Modine’ın kızı olan ve daha çok Shameless dizisiyle tanınan Ruby Modine’in daha önce birçok kişi tarafından yorumlanan This Land Is Your Land adlı şarkıyı seslendirmesi hikâyenin bitişini serinin önceki bitişlerine göre daha da yumuşatmış. Wrong Turn bu yeni seri başlangıcıyla kendine ait sert kimliğinden sıyrılarak korku türünde dram yaratan film kategorisinde yerini alıyor.

Dial M for Movie

Tüm seçkilerdeki kısa eleştirilere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın