Hiçliğin Ortasında: MEEK’S CUTOFF

Gerçek bir hikâyeden esinlenen Meek’s Cutoff’u (Kestirme Yol, 2010) bu ay yine İKSV Mart Seçkisi sayesinde izleme imkânı bulduk. Normal şartlarda son birkaç sene içerisinde çekilmiş veya daha güncel filmleri seçkisine dahil eden İKSV zaman zaman eskilerde kalmış filmleri de serpiştirebiliyor seçkilerinin arasına. Biz de böylelikle geçmişte izleyemediğimiz veya o sırada haberdar olmadığımız filmleri seneler sonra keşfetme olanağını buluyoruz. Kestirme Yol da bu filmlerden biri. 19. yüzyılda geçen filmde bizi boğucu ve toz içindeki çöl havası karşılıyor. Film boyunca yolda olan kafileyle beraber biz de bir evsizlik ve susuzluk “serüvenine” dahil ediliyoruz. Esasen “200 atlı arabalı 1000 kişilik bir kafile”[1]nin batıya doğru yaptıkları yolculuğu anlatan film, onların bu yol boyunca çektikleri çileye, kararsızlıklarına, grup içi anlaşmazlıklarına ve düşman-dost ayrımına odaklanıyor. Kestirme Yol bir Western gibi gözükmesi ve konusu itibariyle heyecanlı ve hareketli sanılabilecek film, ancak durum gerçekte hiç de öyle değil. Durağan bir tonda, düşük bir tempoyla hareket eden film izleyicisine düşünmek için sıklıkla vakit tanıyor. Bu yüzden, eğer filmin konusu sebebiyle heyecanlı ve temposu yüksek bir yapım bekleniyorsa, önceden uyarmak gerekir diye düşünüyoruz.

Filmin yönetmeni Kelly Reichardt’ın bir kadın olmasının filmin alışılagelmişten uzak havasına oldukça katkıda bulunduğu söylenebilir. Film bütünüyle “kadın gücü”ne odaklanmaktan çok uzak, ancak filmin hikâyesi içerisinde ilerledikçe özellikle Michelle Williams’ın canlandırdığı Emily Tetherow karakterinin başı çeker şekilde erkeklere meydan okuduğunu ve doğru düşündüğü şeyi yaptığını görüyoruz. Yine de filmde hiçbir şeyin adını tam anlamıyla koyamamak biraz sıkıntı yaratıyor gibi görünüyor. Bu cümleyle asıl demek istediğimiz şu: Film bir yolculuk hikâyesi anlatıyor bizlere. Yolda susuz kalan kafile hem yerlilerden korkuyor hem de açlık ve susuzluktan ölmeyi beklerken günde kilometrelerce yol yürüyorlar. Kararları daima erkekler alıyor. Kadınlarsa çamaşırlarla ve varsa çocuklarıyla ilgileniyorlar. Ana gruptan ayrıldıkları için yapayalnızlar ve onların ufacıklığı geniş çöl ile müthiş bir kontrast yaratıyor. Kendi içlerinde anlaşmazlığa düşüyor, Meek’in (Stephen Meek, Bruce Greenwood) kestirme yolunu sorguluyorlar. Yine de hiçbir anlaşmazlık tam bir kavgaya, hiçbir başkaldırı gerçek bir isyana, sözü geçen veya hissedilen hiçbir durum somut bir varlığa dönüşemiyor. Bu da filmin zaman zaman bir olmamışlık, yarıda bırakılmışlık hissettirmesine yol açıyor.

Korku ve “Öteki” Üzerine

Daha çok kadınları yakın planda görmemiz ve duygularına tanık olmamızla ister istemez kendimizi onların yerinde görüyoruz. Buna ek olarak erkeklerin yüzünün genellikle sakal veya tozla fazlasıyla kapatılmış olması bir şekilde onlarla iletişime geçmemize engel oluyor. Meek karakteri buna çok güzel bir örnek oluşturmakta. Kendisinin en ufak bir mimiği bile görünmüyor. Bu da “güvenilmez” olarak yansıtılmasına katkıda bulunuyor. Kendi başarılarını abartarak anlatan ve kestirme yolu bildiğini iddia edip grubun kaybolmasına sebep olan Meek vakit geçtikçe zaten çok az olan güvenilirliğini de yitiriyor. Karşılarına bir yerlinin çıkmasıysa Meek’in sözünün geçiyor olması durumunun sonunu getiriyor. Bomboş ve kurak arazide hayatta kalabilmek adına su bulmak için tek umut bu yerlinin varlığı hâline gelince, grup -etnik kimliği sebebiyle- ezelden beri düşman bellediği bu kişiye bel bağlamaya başlıyor.

Emily Tetherow, Meek’in aksine “kadınsı” bir içgüdüyle bu yerliye nezaketle ve anlayışla yaklaşıyor. Emily’nin davranışını gören diğerleri de bu duruma ayak uydurarak yerliye battaniye vb. eşyalarını vermekte bir sakınca görmüyorlar. Emily bu yerlinin ayakkabısını onarıyor ve her şeyden öte yerliye güveniyor, bütünüyle olmasa bile Meek’e güvendiğinden çok daha fazla diyebiliriz. Hatta yerli aracılığıyla kurtuluşu bulma adına Meek’e silah çekmekten bile geri kalmıyor Emily. Bu durumda Emily’nin eşi olan Soloman’ın (Will Patton) klasik bir Western’den beklenilebileceği üzere Emily’ye “haddini bildirmemesi” ilginç bir nokta olarak göze çarpıyor. Aslen şunu da eklemek gerek, klasik bir Western’de herhangi bir kadın tüfeği alıp da kimseye, hele de daha güçlü konumdaki bir erkeğe asla doğrultamazdı.

Filmde aynı zamanda “ötekileştirilenin” nasıl insanlık dışı bir portre altında sunulduğunu ve bu ötekileştirmenin karşı tarafa düşmanlık beslemeyi nasıl kolay kıldığını görüyoruz. Muhtemelen insanlık tarihinin en başından itibaren husumet ötekileştirmeyi, ötekileştirmekse daha çok husumeti doğurdu. Bu durumsa akıllara Black Mirror’ın Men Against Fire (Acımadan Öldürmek, 2016) bölümünü getiriyor. Bu bölümde, orduya yazılan askerlerin zihnine özel bir biçimde müdahale ediliyor, böylelikle bu askerler öldürmeleri “gereken” normal insanları korkunç zombiler, canavarlar olarak görüyorlardı. Bu da onları yok etmelerini fazlasıyla kolaylaştırıyor, ordunun başarılarına başarı ekliyordu, tabii askerlerden bir tanesi bu oyunun farkına varana kadar.

“Black Mirror ile Western’in ne gibi bir ilgisi olabilir?” denebilir tabii ki ancak görülüyor ki bu iki olay arasında büyük benzerlikler var. Kızılderilileri ve diğer kabileleri vahşi olarak tasvir etmek, onların insanlara ne denli korkunç şeyler yaptıklarını ağızdan ağıza dolaşan hikâyeler hâline getirmek onları insan gözünde canavarlaştırmaya, böylelikle onları hiç düşünmeden öldürebilmeye olanak tanıyor. Filmdeki Emily karakteri ise bunu tersine çevirip, “kendi türünden” olanlara inanmamayı seçip, “düşman” olarak adlandırılana güvenmeyi seçiyor. Bu açıdan düşünüldüğünde hikâyenin dönüm noktası burası diyebiliriz.

Adeta meditatif ve dinlendirici yapıda ilerleyen film, karakterlerini çerçeve oranı sebebiyle – geniş ekrana kıyasla çok daha dar bir oranla gösteriliyor – daracık bir alana sıkıştırıyor ve bu durum çölün sonsuz genişliğiyle birleştiğinde ortadaki büyük çaresizlik ve yapayalnızlık hissini pekiştiriyor. Karakterlerin susuzluğu ve hissettikleri umutsuzluk izleyiciyi de içine katıyor. Sonuç olarak film vermek istediği hissiyatı sinematografisiyle oldukça başarılı bir biçimde vermiş diyebiliriz. Buna ek olarak, bir macera hikâyesi olmak yerine adeta 19. yüzyılın gündelik hayatından bir kesit sunan filmde başka yapımlardan çok iyi bildiğimiz Paul Dano ve Shirley Henderson gibi oyuncuları da görmek mümkün. Kestirme Yol keyifli bir seyir deneyimi yaşatan, kendinden önce gelen türdeşlerinden farklı şeyler sunan değerli bir film. İyi seyirler!

Ece Mercan Yüksel


[1] İKSV’nin kendi sitesindeki tanıtım yazısından alıntı.

Bir Cevap Yazın