Bu yazımızda oldukça büyük bir izleyici kitlesine ulaşan İngiliz TV dizisi Black Mirror’dan (Kara Ayna) ve bize sunduğu gelecek portresinden bahsedecek, insanlığın şimdisi ve geleceği üzerine sohbet havasında birkaç kelam edeceğiz. Yazının sınırları içinde Black Mirror bölümlerinden tek tek bahsetmek elbette ki mümkün değil. Zira dizinin bölümlerinin pek çoğu neredeyse bir film uzunluğuna sahip olmakla birlikte üzerine saatlerce konuşulabilecek dopdolu içeriklere sahip. Her bölümün oyuncularının, yönetmenlerinin ve içinde geçtiği ortamın da farklı olması bu doluluğa katkı sağlıyor.

Black Mirror’dan genel olarak bahsetmek gerekirse, yayın hayatına 2011 yılında başlayan dizi şimdilik 5 sezon ve 22 bölümden oluşuyor. Ayrıca gösterdiği başarıyla online dizi izleme platformu Netflix’in radarına girdiğinden, 4 senedir bu platformun bir parçası olarak senaryo üretmeye devam ediyor. Dizinin yaratıcısı Charlie Brooker aynı zamanda dizinin senaristi ve de genel yöneticisi diyebiliriz. Bu durumu yönetmen olmakla karıştırmayalım zira az önce de sözünü ettiğimiz gibi bölümler farklı yönetmenler tarafından yönetiliyor.

Dizinin 6. sezonu planlandığı gibi 2020 yılında gelmedi zira 2020 yılı tuhaf teknolojik ürünlere veya korkunç senaryolara gerek kalmadan kendi başına yeterince ilginç ve distopik bir yıl olarak devam etmekte. Dizinin Madrid kentinde otobüs duraklarına yerleştirdiği reklamları hatırlayacak olursak, slogan olarak “6. Sezon. Şimdi Canlı Yayında, her yerde” (orijinal hâli: 6th Season. Live Now, everywhere) gibi, okuyanı yakalayıcı bir cümle kurmuş olduklarını anımsarız.

Bu reklamın fotoğrafını çekmeye çalışacak kişinin de bu sloganın altında kendisini maskeli ve eldivenli bir şekilde göreceğini de (eğer takıyorsa tabii) unutmayalım. Brooker 2020 yılı için aynı zamanda “Bu sene gerçekten de toplumların ayrışmasını izlemeyi kaldırabilecek bir kişi var mı bilmiyorum” gibi bir beyanatta da bulunmuştu. Özet geçmek gerekirse, 2020 yılı pek çok kişi için müthiş beyinlerden çıkma senaryolara vakit ayıramayacak kadar dolu ve kaotik bir yıl gibi görünüyor. Öyle ki hiçbir şeyin kesin olmadığı ve her şeyin her an değişebileceği bir yılı hiç bu kadar “içinden” deneyimlememiştik.

Neden Bu Diziyi İzliyoruz?
Bu soru muhtemelen diziyi izleyen pek çoğumuzun kendisine sorduğu bir soru. Benim de diziyi izleme sürecim boyunca kendime sık sık sorduğum bir soru oldu açıkçası. “Bu dizi bu kadar iç sıkıcıysa ve de rahatsız ediyorsa, gerçekten neden izliyoruz?” Bu soruyu “İnsan kendini bile bile korkutur, bile bile sıkar mı?” şeklinde yöneltmek de mümkün. Bu soruların pek çok cevabı olabilir. Lakin içlerindeki -bizce- en alakalı olanları şu şekilde aktarmaya başlayabiliriz: İlk olarak, korku filmlerini veya gerilim filmlerini neden izliyorsak o yüzden. Lâkin bu cevap sorumuzu tam anlamıyla ortadan kaldırmış olmuyor çünkü Black Mirror’ın korku veya gerilim filmlerinden pek çok farkı var.

Öncelikle insanlar korku filmlerini genellikle artmış bir heyecan ve his dalgası – akabinde de rahatlama tabii ki – yaşamak için izliyor diyebiliriz. Buna ek olarak filmlerde gerçekleşen şeylerin gerçeklikten çok uzak olduğunun farkındayız. Bir canavar filmi izlediğimizde o canavarın asla gerçek olmadığını ve de olamayacağını bilmenin rahatlığıyla izliyoruz. O anlık korkuyoruz, belki iğreniyoruz ancak her şey bittiğinde sinema salonundan çıkıyor, güvenli ortamımıza geri dönüyoruz. Black Mirror ise her açıdan bu normları kırıyor gibi görünüyor.

Dizide “henüz” gerçek olmamış olsa da teknoloji ilerledikçe yapılması mümkün olabilecek pek çok şey mevcut. Bu açıdan dizi bizim “güvendeyiz” duygumuzu bütünüyle alt ediyor gibi görünüyor. Bu noktada biraz tekinsizlik duygusuna da değinmek gerekir diye düşünüyorum. Bir filmde herhangi bir canavar, insan formuna ne kadar uzak olursa o kadar az rahatsız eder izleyiciyi. Bir şey ara form olmaya ne kadar yaklaşırsa, tam tersi biçimde o kadar tekinsizlik hissi uyandırır ve rahatsız eder. Aradalık insan zihni için tehlikeli bir şeydir.

Buna örnek olarak muhtemelen çoğumuzun biliyor olduğu Smeagol-Gollum dönüşümünü örnek verelim. Yüzüklerin Efendisi serisinin üçüncü filmi olan Kralın Dönüşü’nün başında Smeagol karakterinin ünlü Gollum’a dönüşümünü izleriz. Gollum karakteri en başta itici gelse bile, onun son hâlinin rahatsız ediciliği Smeagol’un Gollum’a dönüşürkenki ara formlarının korkunçluğuna yaklaşamaz bile. Çünkü o ara form hem hâlen insan (veya hobbit) olmanın özelliklerini taşır hem de artık canavarlaşmıştır ve geri dönülemez bir noktadadır. Ayrıca bu ara form zamanında bize benzeyen bir karakterin nelere dönüşebileceğinin habercisidir adeta, işte tam da bu sebepten huzursuz eder.

Black Mirror’a dönecek olursak eğer, dizide korku ve aşırı gerilim öğesini oluşturan, genellikle insanlar ve yaptıkları şeyler (birkaç bölüm dışında – mesela Metalhead). Bizim gibi, bizden gibi görünen ve her gün dışarıda karşılaşabileceğimiz insanlar, teknolojinin de yardımıyla korkunç şeyler yapıyor, adeta bir cehennem yaratıyorlar. Belki de Black Mirror dizisiyle alakalı en rahatsız edici şey de bu: O kaosu ve distopyayı yaratan şey bir canavar veya yaratık değil, her gün aynada ve dışarıda gördüğümüz insan. Bu yüzden Black Mirror ibresini izleyicinin ta kendisine tutan, izleyicinin kendi doğasıyla alakalı pek çok soru sormasına yol açan bir dizi. Öyle ki insan her bölümde “Onun yerinde ben olsam ne yapardım?” diye sormadan edemiyor. Verilebilecek cevaplar sebebiyle dizi oldukça huzur kaçırıcı, o yüzden bir o kadar da korkunç.

Belki de bizi izleyici olarak en çok rahatlatan şeylerden bir tanesi “Teknoloji ileride bunu da yapamaz, yok artık!” diyebilmek. Bu düşünce kısa süreli de olsa bir rahatlık ve kurtuluş hissi veriyor. Lâkin unutmamak gerekir ki geçmiş yüzyıllarda yaşamış olan insanlar da, şu an bizim sahip olduğumuz teknolojiyi hayal bile edemezdi. Özetle, önümüzdeki çağlarda insanlığı neyin beklediği konusunda bir tahmin yürütmek imkânsız. Yine de bizi rahatlatan şey dizide gördüğümüz “geleceğin” bizden çok uzakta olması olabilir. Bu belki de yalancı bir rahatlama. Tıpkı küresel ısınmanın “henüz” bizim sonumuzu getirmeyeceğini düşünerek sahte bir rahatlık yaşamamız gibi. Yine de şunu söylemek gerek: Black Mirror, izleyici kendini ne kadar rahatlatmaya çalışırsa çalışsın, daimi bir kıymık bırakıyor izleyicinin düşünce evreninde.

En Büyük Kamçılardan Bir Tanesi: Bilme İhtiyacı
Black Mirror’ı izlememizin bir sebebi de bilme ihtiyacı olabilir. Geleceğe dair böylesi senaryolar kurabilen ve üretebilen zihinlerin ürünlerini tüketmek için açız. Çünkü neler olabileceğine dair distopik de olsa bir senaryoyu izleyebilmek, bir fikir edinmek, belki de önceden gardımızı alabilmek, bilinçlenmek istiyoruz. Böylesine büyük ve ayrıntılı bir prodüksiyonun işlerini sinema severler olarak kaçırmama isteği de cabası. Hayal gücünün çokça yer kapladığı yapımı izlemek, doğası gereği insanın ufkunun fazlasıyla gelişmesine de yardımcı oluyor. Buna ek olarak insanlar insan ruhunun en karanlık köşelerini korksa ve çekinse dahi her daim merak etmiş, bilmek istemiştir. Yoksa pek çok gerilim, ihanet ve Hitchcock filmi ortaya çıkmazdı diye düşünmemek elde değil.

Black Mirror’ın sorduğu sorulara gelince, dizide bir karakterin kötü bir şey yaptığını biliyoruz. Ancak dizi en baştan genellikle bizi o karakterle eşleştirerek o suça ortak ediyor. Böylelikle huzursuzluk ve rahatsızlık hissine suçluluk da ekleniyor. Bölümün hangi karakter gösterilerek başladığına dikkat etmek gerekli. Bu durum sinemada da oldukça geçerli tabii ki. Mesela Arkangel bölümündeki anne karakterini ele alalım. Kendisinin doğum yapma anına tanık oluyoruz. Hatta en başta bebeğinin ölmüş olmasına dair korkularına ortak oluyoruz. Bu durum anneyle anında bir bağ kurmamızı sağlıyor. Akabinde bebeğin sağlıklı olduğunu öğreniyor, mutlu oluyoruz. Ancak söz konusu Black Mirror olduğu için her şeyin bu kadar mutlu gitmeyeceğini biliyoruz.

Bebek büyüyor ve küçük bir kız oluyor. Bu sefer de küçük kız parkta kaybolunca, anne kendini tutamayarak ona implant taktırıyor. Bu implantın özellikleri sayesinde anne bir tablet aracılığıyla kızının nerede olduğunu, neler görmekte olduğunu anında görebiliyor. Anneye bu noktada hak bile veriyoruz çünkü Black Mirror karakterlerin hareketlerinin arkasında bize çoğunlukla geçerli bir sebep sunuyor. Anne bu implantı taktırdı çünkü kızı kaybolmuştu ve onu korumaya güvende tutmaya çalışıyor, Robert Daly karakteri nefret ettiği kişileri bir oyunun içine hapsetti çünkü hepsi gerçek hayatta ona korkunç davranıyordu (USS Callister), Danny eşiyle sevişmek yerine bir oyun aracılığıyla en yakın arkadaşıyla sevişmeyi tercih etti çünkü hayatı çok monotonlaşmıştı ve mutsuzdu (Striking Vipers). Bu örnekler akıp gidebilir.

Her ne kadar bu karakterleri bir noktaya kadar anlayabiliyor olsak da bu karakterler hayatlarının bir noktasında illa ki büyük bir yanlış yapıyorlar. Aşmamaları gereken bir çizgiyi aşıyor, abartmamaları gereken bir şeyi abartıyorlar. Teknolojiyi aracı olarak kullanmakla teknolojinin tutsağı olmak arasındaki farkta kayboluyorlar. Kızının güvenliğini sağlayan anne, kızı konusunda aşırı korumacı olmaktan kendini alamıyor. Her zaman kızını koruyabilmek ve neler yaptığını kontrol edebilmek varken, anne aksi durumun riskini göze alamıyor. Teknoloji öyle bir kolaylık ve “güven” ortamı sağlıyor ki, o kolaylığı elinin tersiyle itmek büyük bir anksiyete yaratıyor. Bu da hayatın doğal ve olası akışını mahvediyor, dolayısıyla pek çok hayatı da.

Gelecek Gerçekten de Bu Kadar Karanlık mı?
Dizinin bize sunmakta olduğu senaryolar gayet açık. “Ancak gelecek gerçekten de bu kadar karanlık ve korku dolu olmak zorunda mı?” diye sormaktan alıkoyamıyoruz kendimizi. Teknolojinin pek çok kötü olayı veya yatkınlığı gün yüzüne çıkardığı bilinen bir gerçek, bazı şeyleri daha incinebilir kıldığı da. Ancak bu negatif kısımlara pozitif kısımları fazlasıyla unutarak odaklanıyoruz belki de. Her şeyin, sahip olduğumuz her nesne veya özelliğin birçok iyi ve de kötü yanı mevcut, aslına bakılırsa bu, insan var olduğundan beri böyleydi. Asıl olan şey bizim gerek teknoloji kaynaklı olsun gerekse kendimizden kaynaklansın, sahip olduğumuz gücü kullanacağımızı bilmemiz.

İleride şu anda sahip olduğumuz işler, arkadaşlıklar ve nesneler ne kadar değişir bilemeyiz. Yine de tüm bölümlerde olayları gittikçe yokuşa süren tek bir ortak şey varsa o da toplum ve insanlık olarak bir bütün oluşumuzun unutuluyor olması. Diğer şey de kesinlikle iletişim ve güven eksikliği. İnsanlık olarak bir bütün olduğumuzu unutmadan, bencilleşmeden, birine saldıracakken onun da aslında bizden bir parça olduğunu hatırlayarak, bir “toplum” olmayı bilip, birlikteliği koruyarak, iletişimi en üst noktada tutarak, konuşarak ve anlaşarak teknolojinin nimetlerinden de en üst düzeyde faydalanmaya devam edebiliriz. En azından bizim diziden çıkardığımız sonuç bu şekilde.

Bu yazıda elimizden geldiğince Black Mirror’dan bahsetmeye ve bunu “insan olma” durumuna fazlasıyla indirgeyerek hayattan kesitler sunmaya çalıştık. Tabii ki tüm bölümlerden hatta Black Mirror ile gerçek hayata dair tüm ilişkilerden bahsetmek mümkün değildi. Diziyi izlerken aklımıza gelen senaryoların, ayrıntıların ve de durumların onda birinden ancak bahsedebildik belki. Ancak yazının fazla uzamamasını istediğimizden, tüm bu beyin fırtınasına belli bir yerde son vermeyi uygun bulduk.

Yine de yazımızı bitirmeden birkaç detaydan daha söz etmemiz gerekirse, Black Museum bölümündeki kümülatif çalışmanın müthişliğine değinmeyen geçemeyeceğiz. Adeta “Yıldızlar Geçidi” tadındaki bölüm, diğer Black Mirror bölümlerindeki teknoloji suçlarına ait ögeleri kendi müzesinde toplamıştı. Buna ek olarak Hated in the Nation bölümü de yine aynı şekilde çağımızın nefret suçları ve sosyal medya üzerinden gelen saldırılara dair yüksek bir farkındalık oluşturuyordu. Tüm bölümler izlendikten sonra aklımızda kalan en çarpıcı bölümlerden bazıları bunlar. Dizi her ne kadar karanlık bir dünya sunuyor olsa da bizlere, biz yine de Dünya’nın gelecekteki hâlini görmek için sabırsızlanıyoruz. Gelecekteki Dünya’nın güzelliği için şimdiden bir şeyler yapmanın şart olduğunu da unutmadan tabii.
