PORDENONE Sessiz Filmleri ve G.W. Pabst, Brigitte Helm, Cecil B. DeMille

Bu yıl 39. kez izleyici karşısına, hem de pandemi nedeniyle ilk defa çevrimiçi olarak çıkan Pordenone Sessiz Film Festivali (Le Giornate Del Cinema Muto), sessiz sinema tutkunları için tam bir hazine. 1982’den bu yana her yıl İtalya’nın en kuzeyindeki Pordenone kentinde düzenlenen festival, bu sene çevrimiçi olarak tüm Dünya’dan izleyicilere açık bir şekilde (2020 Londra Film Festivali’nin aksine) gerçekleştiği için izleyici kitlesinde de büyük bir artış ve çeşitlilik oldu doğal olarak. Festivalin düzenleme komitesinin başındaki Jay Weissberg tam da bu nedenle “bu yeni kitleyi selamlıyoruz” demişti açılış konuşmasında.

Pordenone’yi sadece “sessiz film gösterimleri yapan bir festival” olarak görmek çok yanlış olacaktır çünkü hem geçmiş yıllarda hem de bu yıl, festivalde gösterilen yapımların neredeyse tamamı, başka hiçbir yerde izleyemeyeceğimiz filmlerden oluşuyor, en azından gösterildikleri yıl boyunca. Le Giornate Del Cinema Muto, Dünya’nın önde gelen sinema odaklı kurumlarıyla (müzeler, arşivler, vakıflar, vs.) ortak çalışmalar yürüterek daha önce seyirci karşısına çıkması imkânsız olan filmleri bulup restorasyonunu gerçekleştiriyor ve olabilecek en iyi şekilde sunuyor. Restorasyon (filmin negatiflerine doğrudan müdahale) veya koruma (preservation: varolan filmi dijital olarak çoğaltıp yayma) çalışmalarını elbette söz konusu kurumlar üstleniyor ancak ortaya çıkan bu “yeni” filmlerin seyircilerle buluşmasını da doğal olarak Pordenone Sessiz Film Festivali sağlıyor.

10 Ekim 2020 akşamı “Laurel or Hardy” seçkisiyle 39. çevrimiçi edisyonunun kapanışını yapan festival boyunca izlediğimiz ve bu yazımızda bahsedeceğimiz filmler sırasıyla şöyle:

  1. Penrod and Sam (William Beaudine, 1923 – 84 dk.)
  2. The Brilliant Biograph: Earliest Moving Images of Europe (1897-1902) – Frank Roumen, 52 dk.
  3. Guofeng (Luo Mingyou & Zhu Shilin, 1935 – 104 dk.)
  4. The Apaches of Athens (Dimitrios Gaziades, 1930 – 92 dk.)
  5. Where Lights Are Low (Colin Campbell, 1921 – 68 dk.)
  6. Abwege (Georg Wilhelm Pabst, 1928 – 98 dk.)
  7. A Romance of The Redwoods (Cecil B. Demille, 1917 – 92 dk.)

Penrod and Sam (1923)

1916’da Booth Tarkington tarafından yayımlanan aynı adlı romana dayanan Penrod and Sam, yönetmen William Beaudine’in ilk işlerinden biri. D.W. Griffith’in setteki sağ kolu olan Bobby Harron’ın asistanı olarak 17 yaşında Biograph’ta çalışmaya başlayarak sinema dünyasına girişini yapan Beaudine, kariyeri boyunca çok çeşitli konuları ele alan sayısız film çeker. Penrod and Sam bir çocuk filmi, zaten Beaudine de kendisinden “ben bir çocuk yönetmendim” diye bahseder, hem çocukların başrolde olduğu birçok film çektiği, hem de bunların çoğunu 23-30 yaşları arasında tamamladığı için.

Penrod and Sam’in çocuk oyuncuları hiç “sırıtmayan” oyunculuklar sergiliyorlar, bu elbette 1924’te “sette çocukları yönetmek” konulu bir makale de kaleme alan yönetmenin başarısı. Beaudine bu makalesinde şöyle der: “Çocuk oyuncuları yönetebilmek için öncelikle inanılmaz oranda sabra ihtiyacınız vardır. Çocukların genç zihinleri onlara anlatmaya çalıştığınız fikri sünger gibi hemen emer ve hayal gücü sayesinde de bu fikir bambaşka şeylere dönüşür”. Başrolü paylaşan çocuk oyunculardan ikisinin Afrikalı Amerikalı olması da 1923 için yönetmen adına takdir edilecek bir durum. Tabii oyuncuların farklı etnik kökenden olması gibi son derece normal bir durumu “dikkat çekici” hale getiren vahametin, ABD’nin bitmek bilmeyen ırkçı tutumu olduğunun altını çizmeden de geçmeyelim.

Penrod (Ben Alexander), zamanının çoğunu arkadaşları Sam (Joe Butterworth), Georgie (Newton Hall) ve Marjorie (Gertrude Messinger) ile birlikte evlerinin bitişiğinde, içinde küçük bir kulübenin bulunduğu arazide geçirir. Burası Penrod’un babasına aittir ve boşta durduğu için de tamamen Penrod ve arkadaşlarının oyun alanı haline gelmiştir. Kulüpler kurulur, türlü oyunlar yapılırken günün birinde Penrod’un çok sevdiği köpeği Duke’a (Duke – cameo) araba çarpar ve Duke oracıkta ölür. Penrod elbette buna çok üzülür ve küçük bir törenle Duke’u oyun oynadıkları arazinin bir köşesine gömerler. Duke’u kazara öldüren arabanın sahibi, “kasabada herkesin borçlu olduğu” Roderick Bitts’den, (William V. Mong) Penrod’un can düşmanı Roddy Bitts’in (Buddy Messinger) babasından başkası değildir ve bir süre sonra Penrod’un babası, söz konusu küçük araziyi Bitts ailesine satınca, Penrod rahmetli köpeği Duke’un mezarını ziyaret etmek için bile bu araziye giremez artık.

Sonrasında işler tatlıya bağlanacaktır ancak anlatıdaki mitolojik seviyede gezinen şu ağır trajediye bakar mısınız? Roderick, Penrod’un köpeğini öldürüyor, ardından köpeğini gömdüğü araziyi de satın alıp Penrod’un buraya girmesini yasaklıyor! 1923 yapımı bir çocuk filminden beklenmeyecek denli ağır bir olay akışı. Sonuç olarak hem çocuk oyuncuların hem de yetişkinlerin çok iyi bir iş çıkarttığı, her saniyesini merakla izlettiren başarılı bir film, Penrod and Sam. Bunda özellikle yönetmenin oyuncu yönetimi de ön plana çıkıyor, Penrod’un ağladığı melodramatik sahnelerde oyunculuk ve jestler tam kararında kullanılmış, hiç aşırıya kaçılmamış. Filmin müziklerini Le Giornate Del Cinema Muto için özel olarak Stephen Horne bestelemiş, film bir şekilde karşınıza çıkarsa mutlaka izleyin deriz.

The Brilliant Biograph: Earliest Moving Images of Europe (1897-1902)

Festivalde izleme şansına eriştiğimiz ikinci yapım, özellikle Pordenone için restorasyonu yapılarak bir araya getirilen filmlerden bir derleme: 1897 ile 1902 yılları arasında Biograph adlı şirketin çektiği gündelik yaşamla ilgili görüntüler. Bunlar arasında karısı ve çocuğuyla birlikte Venedik’te güvercinleri besleyen mucit William Kennedy gibi sıradan (!) kayıtların yanı sıra, Vatikan’da kameranın önünden ona merakla bakarak geçen Kapusen rahipleri, Newcastle’da demir madeninde çalışan işçiler veya 1899’da Oceanic’in (denize açılan en büyük gemi) suya bırakılması gibi daha nadir görüntüler de mevcut. Gerçekten de çok keyifli bir seyirlik.

Kısaca Biograph’tan da bahsedelim, 1890’larda “görüntü kaydediyorsa patenti benimdir” mottosuyla etrafa dava açıp duran Thomas Edison’un en büyük rakibi, Jeremiah J. Kennedy’nin kurduğu Biograph film şirketiydi. Edison’un kendilerine açtığı patent davasını da kazanmış olan Biograph, kendi icadı olan 68 mm’lik Mutoscope negatifleriyle sinema ve görüntü kaydetme tarihinde önemli bir yere sahip. Mutoscope filmlerinde biraz daha kalın olan 35 mm’lik filmlerde bulunan kenar delikleri bulunmadığı için özel bir projeksiyon makinesi gerekiyordu ve bunu da elbette yine Biograph sağlıyordu. Formatı nedeniyle son derece geniş planları parlak bir şekilde kaydedebilen Biograph filmleri hem ilk gösterildiği yıllarda hem de günümüzde kendine hayran bırakıyor.

Guofeng (1935)

Birebir çeviriyle “National Customs” (ulusal gelenekler) adlı Çin Halk Cumhuriyeti yapımı film, ne yazık ki başroldeki Lily Yuen’in (Zhang Lan karakterine hayat veren oyuncu) son filmi, Pordenone’nin internet sitesindeki bilgilere göre oyuncu 25 yaşında, filmin çekimleri tamamlandıktan kısa bir süre sonra, Mart 1935’te intihar etmiş, filmin Şangay’da gösterime girmesine iki ay kala.

Tıpkı yukarıda paylaştığımız bilginin filme bakışımızı ikiye bölmesi gibi, anlatı düzeyinde de film çok düzlemli bir yapı sergiliyor. Bu katmanlardan en başat olan iki tanesi; inanılmaz boyutlarda süregiden bir fedakârlık ile, Japonya’nın 1930’ların başında Çin’e yaptığı saldırılar sonucu ülkeye sızan kapitalist hayat biçimi. İlki kendini tamamen senaryo düzeyinde gerçekleştirirken, ikinci konu elbette gerçek tarihsel olaylara dayanıyor. Japonya 18 Eylül 1931’de Mançurya’ya, 28 Ocak 1932’de ise Şangay’a saldırılar düzenleyince, tüm halk gibi yönetmenler de taraf seçmek zorunda kalır: Ya sosyalizme dönecek, ya da ulusal değerleri benimseyeceklerdi. Guofeng’in kapanışında da bu etkinin yansımasını fazlasıyla görmek mümkün.

Senaryo, az önce de söylediğimiz gibi, bir fedakârlık üzerine kurulu. Zhang Lan (Lily Yuen) ve Zhang Tao (Li Lili), kırsal kesimde yaşayan iki kız kardeştir. Zhang Lan, uzun yıllardan beri evlenmek istediği Chen Zuo (Zheng Junli) ile nişanlanmak üzereyken, kız kardeşinin de Chen Zuo’ya aşık olduğunu öğrenince evlilikten vazgeçer, Zhang Tao’nun da Chen Zuo ile evlenmesini sağladıktan sonra okuldaki başarısı nedeniyle devlet bursuyla, öğretmen olmak için Şangay’a okumaya gönderilir. Bunu duyan Zhang Tao da Şangay’a gitmek ister ve kocası, yani Zhang Lan’ın evlenmekten kız kardeşi nedeniyle vazgeçtiği Chen Zuo, borç batağına girerek karısını Şangay’a gönderir. Sonuç olarak burada Bo Yang (Peng Luo) ile tanışıp evliliğini bir kenara atan Zhang Tao, filmin anlatısına göre Bo Yang ile beraber ulusal değerlerden koparak yozlaşmaya başlar. Chen Zuo’nun Zhang Lan ile evlenmek isterken birdenbire neden kız kardeşiyle evlenmeyi kabul ettiği garabeti üzerine pek durulmamış olsa da, durum genel olarak böyle.

Sonrasında ise film tamamen bir sosyal sorumluluk projesi halini alıyor. Ulusal değerler yüceltilirken kapitalist girişimler lanetleniyor, Şangay’daki zengin yaşama kötü gözle bakılıyor, vs. Bu bakımdan süre olarak son çeyreğe girildiğinde, film 180 derece yön değiştirerek hayli politize bir anlatıma giriyor. Yine de SSCB’nin propaganda filmlerinde, veya Akira Iwasaki’nin dediği gibi KMT (Kuomintang: Ulusalcı Parti) propaganda filmlerinde gördüğümüz ağır politik duruş Guofeng’de bulunmuyor. Filmin tamamında değil, sonuna doğru ortaya çıkan bir politik duruş söz konusu, ancak buna rağmen birçok seyirciyi rahatsız edebilecek kapasiteye sahip. Sonuçta sinemaya bir Caravaggio veya Delacroix tablosuna bakmaya gider gibi gidiyoruz, Anti-Dühring veya Ekonomi Politik okuma havamızda olmuyoruz pek.

The Apaches of Athens (1930)

Yunan yönetmen Dimitrios Gaziades’in yönettiği film Amerikan Yerlilerini, yani Apachi’leri anlatmıyor elbette, “apache” tabiri Fransızca’dan gelmekte ve 1900’lerin yeraltı kültürüne sahip çıkan topluluğu ifade ediyor. Nikos Hadjiapostolou’nun 1921’de sergilenen aynı adlı (Oi Apachides Ton Athinon) operetinin ilk uyarlaması olan film, 2016’da Cinémathèque Française’de bulunana kadar kayıp sanılıyordu. Orijinal 35 mm (nitrat) bobinlerden 4K olarak restore edilen filmin görüntü kalitesi gerçekten de harika.

Ne yazık ki filmin kendisi için şahsen aynı şeyi söylemem çok zor, zira sonuna kadar izlemeyi başaramadığım tek film kendisi. Festivale katılan bazı seyircilerin de belirttiği gibi, “operet” türünün müzikal olarak bir sessiz filme bindirilmesinin, sessiz sinemaya ne kadar uygun olduğu tartışılır. Bu film için de Yunanistan Ulusal Opera sanatçıları, opereti profesyonel bir şekilde seslendirmişler ancak soprano ve tenorların icra ettiği bu aryaları filmi izlerken aralarda duymak insanda oldukça tuhaf bir algı yaratıyor. Sanki sessiz filmin “eksikleri” tamamlanmaya çalışılıyormuş gibi.

Ancak şöyle bir sorun var; sessiz sinemanın hiçbir eksiği yok ki! Sessiz sinema kendi başına bir tür zaten. Kendi kuralları, kendi haşmeti içinde bir sanat dalı. Bu bakımdan sessiz filmlere ses efektleri veya burada olduğu gibi şarkılar eklemek, sessiz sinemaya saygıda kusur etmekle eşanlamlı. Sessiz filmler gösterilirken bir piyanist hatta bazı durumlarda orkestra filmlere eşlik ederdi ve bazen davul veya trompetle bazı ses efektleri taklit edilirdi ancak The Apaches of Athens’de gördüğümüz durum son derece ileri boyutta, sonuç olarak rahatsız edici.

Hikâye klasik “yoksul çocuk zengin kız” öyküsü, üstelik oyunculuklar da hayli primitif olunca, icra edilen aryalar bile filmi kurtaramıyor naçizane görüşüme göre. Sinema sanatının anlaşılmamış olması bu filmdeki oyunculukların yerlerde sürünmesinin en büyük nedeni sanırım. Örneğin kamera bir insanı gülerken çekiyorsa, bu gülme sahnesini seyirciye iki saniye boyunca göstermek, insan algısı için yeterli. Ne var ki “anlaşılsın diye” 8-9 saniye boyunca gülen bir adamın görüntüsünü beyazperdeye taşıdığınızda, geçen her ekstra saniyede, film sanat olmaktan uzaklaşıp, bayağı bir “görüntü yığını” haline geliyor. “1930’larda sinema emekleme çağında” argümanına da hiç gerek yok, çünkü Charles Chaplin 1914’ten beri harika oyunculuklar sergilemekle kalmamış, ayrıca 1921’de, sinema henüz 20’li yaşlarındayken, The Kid gibi bir şahesere de imza atmıştır.

Where Lights Are Low (1921)

Robert Louis Stevenson’ın üvey oğlu Lloyd Osbourne’un yazdığı bir öyküden uyarlanan Where Lights Are Low’un yönetmen koltuğunda Colin Campbell oturuyor ve yapım; başrolü üstlenen, ayrıca filmin ABD merkezli prodüksiyon şirketinin de sahibi olan Japon Sessue Hayakawa’ya rağmen, klasik bir Amerikan filmi. Polisiye ve dedektiflik türlerinin arketiplerinin de yer aldığı film, takip eden yıllarda ve çok sonrasında da taklit edilen birçok “klasik” motife sahip.

Senaryoyu kısaca sevdiği kızı San Francisco – Chinatown’daki (Çin Mahallesi) mafyanın elinden kurtarmaya çalışan Çin Prensi T’Su Wong’un (Sessue Hayakawa) başından geçenler şeklinde özetleyebiliriz. Wong’un, birlikte evlenme planları yaptıkları sevgilisi Quan Yin (Gloria Payton) kaybolur, aslında Çin Mahallesi’ndeki belalı tipler tarafından kaçırılmıştır. Wong, tesadüfen rastladığı bir açık artırmada, zengin babasına da güvenerek 10.000 dolara Quan Yin’i “satın alır”. Ancak Wong’un babası, Yin’in bir bahçıvanın kızı olması nedeniyle ne evlenmelerine ne de söz konusu 10.000 doları vermeye ikna olur. Dolayısıyla gereken parayı bulana dek sevdiği kadını “rehin bırakır”. Parayı bulmak için de yıllarca bulaşık dahil her türlü işi yapar.

Filmin 1921 tarihli olması nedeniyle, günümüz filmlerinde dahi hep karşımıza çıkan bazı kilit motifleri paylaşmadan geçmeyelim:

  • Karakterin kendisine saldırılacağını saldırganın gölgesiyle fark etmesi
  • Telefon kulübesi gibi küçük bir mekânda cinayet işlenmesi
  • Farklı mekanlarda geçen iki olayın eşzamanlı temsili
  • İyi ile kötü adam arasındaki büyük karşılaşmanın silahların varlığına rağmen yumruk yumruğa yapılması

ABWEGE (1928)

İngilizce “The Devious Path” başlığıyla genel gösterime giren bu Georg Wilhelm Pabst filmi, kesinlikle Pordenone Sessiz Film Festivali’nin en iyilerindendi. Almanca “abwege” sözcüğünün Türkçe karşılığı “yoldan çıkan” veya “yolundan şaşmış” şeklinde özetlenebilir (İngilizce karşılığı “astray”). Senaryo açısından Brigitte Helm’in canlandırdığı Irene karakterinin yaptıkları tam olarak yoldan çıkma sayılır mı orası tartışılır ancak hem oyunculuklar, hem Weimar sineması hem de kamera teknikleri açısından gerçek bir hazine, Abwege.

Evli bir çiftin anlaşmazlıkları üzerinden Weimar döneminin çılgınlıklarını gözler önüne seren G.W. Pabst, kendisiyle aynı dönemde eser veren birçok yönetmenden ne kadar ileride olduğunu rahatlıkla kanıtlıyor. Öyle ki prömiyerini Berlin yerine Hamburg’da 10 Ağustos 1928’de yapan film, daha sonra Berlin’de gösterildiğinde yer yer seyircilerin kahkahaları eşliğinde izlenmiş, sonunda da yuhalanmış. Seyirciler ne Brigitte Helm’in Alman dışavurumculuğunun en ince ve sofistike temsillerinden birini gözler önüne serdiğini, ne de filmin oyuncu odaklı ilerleyişini anlayabilmiş.

Brigitte Helm

Sessiz sinema döneminin şüphesiz en gizemli oyuncularından biri olan Helm daha çok Alraune (1928) ya da L’Argent (1928) gibi filmlerde sergilediği vamp kadın rolleriyle, en çok da elbette Fritz Lang’ın çağları aşan Metropolis’indeki (1927) başrolleriyle (Maria ve robot Maria) hatırlanıyor. Ancak 1996’da 88 yaşında hayata gözlerini yumduğunda, Dünya’nın haberi bile olmadı dersek abartmış olmayız. Bunun sebebi biraz da Helm’in, 1935 yılında sinema ile olan tüm bağını kopartmış olmasıydı.

Sonraki yıllarda hiçbir gazetecinin röportaj isteğini kabul etmemiş, kendisine sinema kariyeriyle ilgili bir tek soru bile sorulamayacağını her röportaj talebinde dile getirmiştir. Bu kopuşun temelinde hem 1933’te başa gelen Nasyonal Sosyalist partinin Alman sinemasını kontrol etmeye başlaması, hem de Brigitte Helm’in UFA şirketine açtığı davayı kaybederek neredeyse tüm birikimini kaybetmesi bulunuyor. Sinemadan ve nazilerin her yere sızmış olmasından nefret eden Helm, sanayici Hugo Kunheim ile evlenerek İsviçre’ye yerleşir ve bir daha asla film çekmez.

G. W. Pabst ile daha önce de Die Liebe der Jeanne Ney adlı (1927) bir film çekmiş bulunan Helm, belki de hep vamp rollerde göründüğü için Pabst ile yaptığı toplam iki ortak çalışmada da hak ettiği övgüyü alamadı, dönemin male gaze’inin, eril beklentilerinin kurbanı oldu bir anlamda. Abwege’de de Helm, elbette Pabst’ın da katkısıyla, son derece minimal bir oyunculuk sergiler ve tüm oyuncuların Alman dışavurumculuğuna şapka çıkaran, tutumlu hareket, mimik ve jestleri bu filmi kesinlikle zamanının ötesine taşır. Kişisel bir not düşmem gerekirse, tarihin tozlu sayfalarından bir belge izliyormuş hissine hiç kapılmadım Abwege’yi izlerken.

Kamera Kullanımı

Pordenone Sessiz Film Festivali’nin dijital kataloğunda Stefan Droessler şöyle der Abwege için: “Filmdeki kamera kullanımı, en az Brigitte Helm’in canlandırdığı karakter kadar tahmin edilemez bir yapıya sahip”. Gerçekten de Pabst gerek yakın çekimler, gerekse hareketli sahnelerde 1950’lerden fırlamış hissi veren bir kamera kullanımını gözler önüne seriyor.

Bu konuda çok örnek verilebilir ancak iki teknik üzerine durmak yeterli olacaktır diye umuyorum. İlki filmin açılışından itibaren defalarca yapılan yakın çekim tekniği: Kamera yavaşça, sohbet eden iki kişiye yaklaşıp sabitlenir; bu noktada bugün bile seyirci olarak, yakın çekime alınan karakterin kameraya bakacağını düşünürüz, yıllardır izlediğimiz filmler sonucu böyle bir beklenti oluşmuştur bizde. Ancak hayır, Pabst bu beklentimizi yerine hemen getirmez, önce algımızla biraz oynar ve sohbet eden oyuncuların tavırlarında hiçbir değişiklik olmaz. Ancak gerekli olduğunda Brigitte Helm’in yavaşça kameraya doğru döndüğüne tanık oluruz. Dolayısıyla sadece 1928 için değil, 2000’ler için bile öne çıkan, oyunbaz bir çekim.

Diğer bir örnek de Irene (Helm) karakteri ile kocası Dr. Thomas Beck’in (inanılmaz yüz hatlarına sahip oyuncu Gustav Diessl), Irene’in evden kaçma planı ortaya çıktıktan sonra arabaya bindikleri ve ölüm sessizliği içinde geçen sahne. Araba ilerledikçe sokak lambaları arabanın içini ritmik olarak ışığa ve gölgeye boyar, bu da yine 1920’ler için yadsınamayacak derecede yaratıcı bir anlatım tarzı: Helm’in karakteri öfkeden, Diessl’ın karakteri ise düştüğü boşluktan dolayı sürekli iniş çıkışlar yaşayan bir ruh hali içindedirler o anda ve bu ışık oyunu çok başarılı bir metafor olarak akıllara kazınıyor.

A Romance of The Redwoods (1917)

Pordenone seçkisinde bahsedeceğimiz son film, Hollywood’un yere göğe sığdıramadığı Cecil B. DeMille’e ait: 1917 yapımı, Mary Pickford’ın başrolde olduğu bir western. Amerikan Sineması’nın kurucularından sayılan DeMille, gerçekten de hem sessiz dönemde, hem de sesli sinema döneminde çok çeşitli türlerde eser vermiş, hatta birçok türün tanımlanmasına katkıda bulunmuş, başarılı bir yönetmen ve prodüktör. Öte yandan, DeMille’in adını Jean Renoir, Fritz Lang, Charlie Chaplin veya Carl Theodor Dreyer gibi büyük sinema ustalarıyla bir arada anmanın ne kadar doğru olduğu da tartışılır.

Cecil Blount DeMille için “ticari açıdan en başarılı filmlerin yönetmeni” denmesi bile çok üzücü çünkü sadece gişede başarılı olan filmler çeken bir yönetmenin, sanat icra ettiğinden bahsedilebilir mi ondan bile emin değilim. Bu fazlasıyla kişisel konuyu daha fazla uzatmadan filmimize geçelim. A Romance of The Redwoods, “Kızılderilileri”, at üstünde kovalama sahneleri, “Saloon” dansları ve patlayan silahlarıyla tam anlamıyla bir western, ve yıl 1917. ABD’nin ilk uzun metraj westernlerinden biri olan yapım, “Amerika’nın Sevgilisi” (America’s Sweetheart) olarak anılan yıldız oyuncu Mary Pickford’ın da başrolde olması sayesinde ABD’nin sessiz dönemine ait unutulmaz filmler arasında.

Mary Pickford gerçekten de sadece sayısız filmdeki oyunculuklarıyla değil, aynı zamanda senaryoları elden geçirmesi, sette sürekli yönetmen ve senaristlerle yapıcı bir şekilde tartışması ve sinema konusunda ticaret kafasına sahip olmasıyla da Amerikan sinema tarihinde önemli bir “aktör”. En önemli hamlelerinden biri de Charlie Chaplin, Douglas Fairbanks ve D.W. Griffith ile bir araya gelerek United Artists’in dört kurucusundan biri olmasıdır örneğin. Filme dönecek olursak hem senaryo hem de oyunculuk (Pickford’ın harika oyunculuğu hariç) açısından romantizmin aşırı uçlarında gezinen, inandırıcılıktan hayli uzak bir yapım, A Romance in the Redwoods. “Black Brown” lakaplı haydutu canlandıran Elliott Dexter’ın ise her fırsatta doğrudan kameraya bakması (dördüncü duvarı yıkmak için değil, sadece meraktan) pek unutulacak türden değil.

Sonuç olarak Pordenone Sessiz Film Festivali’ne, günümüz seyircisinin sinema anlayışına getirdiği sonsuz katkılar nedeniyle teşekkür etmek gerek. Zira sinema nasıl ilk ortaya çıktığından bu yana geliştirilmesi gereken bir kas görevi görüyorsa, aynı şey sessiz sinema için de geçerli ve bu resmen “yok olup giden” (bazı nitrat film bobinleri zamanla çürüyüp çözünüyor) sanat dalı muhafaza edilmeyi, kurtarılmayı ve günümüz seyircisi tarafından, yeni bir gözle izlenerek tekrar keşfedilmeyi sonuna dek hak ediyor. Ne kadar çok sessiz film deneyimlersek, bu kasımız ve filmlerden aldığımız zevk de bir o kadar gelişecek. Herkese bol filmli günler.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın