VIVE L’AMOUR: Bir Şehir Kendi Gençliğine Yabancılaşınca

Varoluş anlayışı üzerine yeni kumaştan yapılma karakteristik bir ceket atan Tayvanlı yönetmen Tsai Ming-liang, 1994 yapımı Vive l’amour (Yaşasın Aşk) filmi ile birbirinden farklı, bağımsız ve birbirini hiç tanımayan üç kişiyi aynı evde buluşturuyor. Bu her üç kişi için de ev, asla tam anlamıyla ev olarak yansımıyor. Öyle ki evin kendi varoluşu bile inşa edilemeyecek düzeyde kendine yabancı; her odada farklı yüzler, farklı deneyimlerin portreleri, köşeye sıkışmışlık hisleri evi defalarca kez yeniden tanımlar nitelikte. Bu da bildiğimiz ve kabul ettiğimiz düzeyde minimalizmin sınırlarını zorluyor ve alt metnin dinamiklerini zonklatıyor.

Kang-sheng Lee

Herkesin birbirine yabancı olduğu bir noktada karakterlerin birbirlerini tanıma noktasında dahi “tanımak” fiiline defalarca kez uzaklaşan bu akışta ne içinde kalınan, nefes alınan ev gençliğini hatırlıyor ne de evi kendine misafir olarak kabul eden şehir, kimliğindeki yaşından haberdar. Tüm anlatı akışı içerisinde karakterlerin, nesneleşmiş kalıpların hepsi birer hatırlanmayı bekleyen yaz hatırası gibi; yanına ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım beklenilen, düşlerdeki o mevsim asla gelmiyor. Ancak ona yanaşma umudu karakterlerin adımlarını atma konusunda önemli bir itki. Şehre nefes aldıran ve onu ayağa kaldıran da bu hiç gelmeyecek olan mevsimin varlığı.

Kalabalığın Arasında, Hiç Olmadık Yerlerde Kendinle Karşılaşırsın

Ölçülemez yalnızlığın yaşayan damarları, hiç çürümeyeceğine yemin etmiş olan bedenin içine zehrini salıyor. Kang-sheng Lee’nin canlandırmış olduğu Hsiao-kang karakteri filmin ilk yarısında rastgele içine girilmiş olan ufak bir markette kendi yansımasıyla karşılaştığında uzun bir süre izleyiciyle kurduğu göz takibini kolayca bırakmıyor. Bir imaj olarak kendi çehresiyle farkında olmadan yüz yüze gelen Hsiao-kang kendine bir kez daha benliğini hatırlatıyor. Ancak imaj olarak benlik, Hsiao-kang’ın bedeni içinde kendine yaşayacak bir mekân bulmuş olmasına rağmen Hsiao-kang’ın kendisi için özgün bir mekânı yoktur. Bunun yokluğu onu kendi bedeninin içinde misafir konumuna düşürmüştür. Bu açıdan marketin içinde kendisiyle karşılaştığı sahnenin ağırlığı film boyunca fazlasıyla hissedilir. Tsai Ming-liang’ın 1998 tarihli The Hole (Dong) adlı filminde anlatının en önemli temsilini kucaklayan bir delik, Vive l’amour’daki bu bakışmaya denk düşecek noktadır.

Kuei-Mei Yang

Filmdeki karakterler arasında ilkel, kökene yönelik bir dönüşüm ve hareket hali mevcuttur. Yönetmenin kendine özgü imgeleri aracılığıyla karşımıza çıkan üç ana karakter de kendi aralarında ortak bir simetri bulmaya çabalar. Filmdeki biçimci girişimin rengi ise hem Tayvan Sineması’na özgü formları barındırırken aynı zamanda Tsai Ming-liang’ın duyusal bakış açısını da temsil ediyor. Film boyunca yer yer aralarında köşe kapmaca oynayan kimi zaman ise birbirlerinin haberi olmadan birbirlerini gözleyen birer destekçi görevi gören üç ana karakter her ne kadar aynı evi paylaşıyor olsa da, üçünün de yalnızlığın zirvesinde top sektirdiği oldukça açık. Yönetmen her filminde olduğu gibi bu filminde de yalnızlığa övgüler yağdırırken sadece karakterlerin yalnızlığına değil aynı zamanda evin, şehrin yalnızlığını da açığa vuruşuyla tüm yalnızlık öğelerini çarpıştırıyor.

Bir Karakter Aynı Yalnızlığı Kaç Kez Tadabilir?

Tsai Ming-liang’ın hemen her filminde Hsiao-kang karakteriyle karşılaşırız ve bu karakterin baş yöneticisi Kang-sheng Lee’dir. Daimî olarak aynı karakterin yalnızlık adı altında başka kostümler giyerek karşımıza çıkmasını izleriz. O, yalnızlığın bütün tonlarını deneyimlerken her seferinde yalnızlık aynı yalnızlık olsa da onu farklı biçimde göstererek izleyiciyi bu konuda çıkmaz sokağa yönlendirmez. Karakterin sadece yalnızlık konusunda benzerliğinin aynılığını değil aynı zamanda nevroz ve manik halinin değişmediğini de görürüz. Anlatıda sadece bir karakterin bu açıdan sunacağı malzemenin çeşitliliği oldukça fazlayken Vive l’amour’da bu durumların üç karakterin üzerine de yayıldığına tanık oluruz. Bu tip noktalar karakterlerin zihninin sürekli yıkanmasına ve baştan başlamasına neden olurken aynı durumdan arka planda duran şehir de payını alıyor. Böylece şehir yaşından bihaberken kimliğini tamamen unutmaya doğru emin adımlarla ilerler. Durumun ağırlığı karakterleri geleceğe doğru zorunlu olarak sürüklerken karakterlerden geçmişin olduğu gibi geleceğin hafızasını da alır ve bunun acısı çok ağır bir süreç üzerince ince bir şekilde işlenir.  

Birlikte Çok Daha İyi Yalnızız

Tsai Ming-liang’ın film boyunca yaratmak istediği zıtlık duvarı oldukça sağlam bir şekilde inşa edilmiş bulunuyor. Yalnızlığı en iyi yalnızlığın zıt haliyle resmetmeyi tercih eden yönetmen oldukça mizahi bir virajla anlatımına zenginlik katıyor. Öte yandan filmde karakterlerin aynı evi paylaşmasını görünceye kadar karakterlerin yalnızlıkla savaştığını fark edemiyorduk. Ne zamanki bir varlık diğer varlığın yansımasını gördü o an yalnızlık birlikte inşa edilmeye başlandı. Hatta bu başlangıç noktasını Hsiao-kang karakterinin kendi yansımasıyla olan karşılaşmasına dahi alabiliriz. Dolayısıyla varlık, ancak bir diğerinin yaşam potansiyelini gördüğü an yalnızlığı ile boğuşmaya başlıyor. Bu durumu ayraç içerisine almakta fayda olsa da, yönetmenin felsefesi rahatlıkla içselleştirilebilir. Ancak altı çizilmelidir ki buradaki amaç yalnızlığın geleceğini düşünmek ya da onu kurtarmak değildir. Yalnızlığın durumu, kendi içinde yine yalnızlıkla kurtarılmış bir noktadır. Tsai Ming-liang’ın burada yaptığı anlamı kökten tersine çevirip onun pratik yanını askıya almaktır. Geleneksel bir anlatım düzleminden uzakta olan filmin görsel dilinin açılmasının, tüm potansiyel boşlukları doldurduğunu söyleyebiliriz. Uzun sekansların kamera dilinde izleyici üzerinde manyetik bir bağlantı oluşturması filmi kendi dilinde mükemmel bir müzeye dönüştürüyor.

Chao-jung Chen & Kuei-Mei Yang

Taşınmazların İçi Boşaldıkça Melankolinin Dozu Artıyor

May Lin karakterini canlandıran Kuei-Mei Yang, bir taşınmazdan diğerine olan serüveni boyunca bizi içi bomboş, eşyadan yoksun mekânlarda gezdiriyor. Dışarının doğal ışıklarından beslenen bu ortamların yaratmış olduğu kendine has ışık tonu ise nesneleri olabildiğinde önemsizleştiriyor, adeta onların üzerine gölgeler çekiyor. Filmin bu kareleri örtük ve kişisel yargıları içinde beslerken dışarıya yabancı bir yüz takınıyor. Karakterler her ne kadar bir durağanlığın peşine takılmış gibi gözükseler de dünyanın rutin işleyişinde kovalanmayı bekleyen tüm olay ve durumları katlayacak düzeyde enerjiye sahipler. Onlardaki bu görünmez enerji ise geçici buhranlara sebebiyet veriyor. Bu doğrultuda her bir karakterin yüzüne işlemiş karakteristik aykırılık, bir anlamda gösterilenle gösterenin arasını kapatıyor.

Hayatımızın Kasvetli Baharında Aşkı Kutlayalım

May Lin, Hsiao-kang ve Ah-jung (Chao-jung Chen) üçlüsünün arasında geçen gergin şehvet üçgeni, birleşmenin mümkün olmadığı bir aşkı temsil ediyor. Tsai Ming-liang’ın filmografisinde yer alan yapımların teması ne olursa olsun her zaman şehvetin bir temsili vardır ve bir noktada aslında ana karakter de odur. Vive l’amour ise üçe bölünmeyi bekleyen bir arzunun tanığı. Her ne kadar her birinin yollarının birbiri için kesiştiği odalar, koridorlar ve bir yatak olsa da etrafta habersizce dolaşan arzu, cenazesine hazırlanmakta olan soluk bir bedenden ibarettir.

Taipei şehri her ne kadar karakterler arasındaki etkin enerji alanına doğrudan girmemiş olsa da, hem şehirde ölülere ayrılan yerlerin yetersizliği, hem de bir türlü satılamayan evler ve buna rağmen apartman dairelerinin bile boş oluşu dışarının içeriye verdiği yoğun ağırlığın en etkili manzarası olarak kendini gösteriyor. Bu aynı zamanda dönemin Taipei şehrinin ekonomik yapısına dair ipuçları verirken karakterlerin buhranlarına yönelik bir başka neden daha eklememizi sağlıyor. Yine Tsai Ming-liang’ın klasik nesnelerinden olan suyun ve karpuzun kullanımı ise Vive l’amour için önemli bir nokta oluşturuyor. Bu da açıkça gösterilen arzunun bir başka arzuya yönelik öğeler ile yer değiştirmesine yol açıyor. Her ne kadar bu nesne ile arzunun kökenine inemesek de karakterler üzerindeki ruhsal işlevine tanık olabiliyoruz. Öznesi kişisel olmayan Vive l’amour; sevinç, acı ve can sıkıntısı arasında gidip gelen, ötekini aynı olanın içine karıştırıp aynı olmayanı doğuran, öldüren ve tekrardan canlandıran, nesnesine bağlı bir düğüm.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın