Benedetta’yı 12 Ekim’de Filmekimi’nde izlemişim, demek ki bir aydan fazla olmuş. Film hakkında yazmadık çünkü Dial M for Movie’de negatif enerji yaymayı pek tercih etmiyoruz. Ancak bu bir aylık sürecin sonunda dahi Benedetta’nın (2021) hala farklı platformlarda övgüler almaya devam ettiğine tanık olunca, kendimizi tutamadık. Filmin açılış sekansı ile başlayalım, zira bu denli amatör bir açılışla karşılaşacağımı hiç tahmin etmediğim için, sahne adeta zihnime kazındı. At arabasında ilerleyen birkaç soylu ile açılıyor film, pozitif bir ortam mevcut, yüzler gülüyor. Fakat birdenbire, kötü adamlar at üstünde ortaya çıkıyor, kötü olduklarını hemen anlıyoruz (!) çünkü kullanılan film müziği deus ex machina edasıyla “şimdi kötü şeyler olacak” diye buyuruyor. Atlıların birdenbire “kötü olmaktan vazgeçmeleri” de garabetin farklı bir seviyesinde kendine yer buluyor, oyuncuları doğrudan kameraya baktırıp “tüm bu izledikleriniz aslında bir filmden ibaret!” diye bağırtsaydı bile seyirciyi sinema atmosferinden bu kadar hızlı koparamazdı Verhoeven.

Bir başka sorun da şu ki, tüm bunlar yaşanırken henüz filmin ikinci dakikasındayız. Karakterler tanıtılmadı, hangi dönemdeyiz o bile net değil çünkü kıyafetlerin büyük kısmı daha çok Halloween kostümleri satılan bir dükkandan alınmış gibi ve en azından ben 17. yüzyıl İtalya tarihi (veya Benedetta Carlini) konusunda uzman olmadığım için, elimizde dönemi tam olarak niteleyecek pek veri de yok. Filmekimi’nin tanıtım yazısında bile film için “Ortaçağ dönem filmi” denmişti, film 17. yüzyılda geçiyor olsa da bu dil sürçmesini hoş görüyoruz zira filmin hangi dönemde geçtiğini sadece kostüm ve dekor üzerinden saptamak hayli zor. Örneğin Bartolomea’nın (Daphne Patakia) manastıra kabul edilmek amacıyla, veya Christina’nın (Louise Chevillotte) annesini korumak adına sergilediği davranışlar da 1600’lü yıllar insanının genel duruşundan hayli uzak, o sahnelerde daha çok 1950’lerde yaşayan iki kişi zamanda yolculuk yapmış gibi. Makyaj konusu da gerçekten ilginç, çoğu sahnedeki yakın çekimlerde cilt dokusu “2000’li yıllardayız” diye bağırdığı için, kişisel bakım ile giyilen kıyafetler arasındaki kronolojik zıtlık birçok sahneyi müsamere havasına sokuyor.

Benedetta Carlini Konusu
Başlığımızdaki içerik yoksunluğuna da yavaş yavaş değinelim, bu film özelinde 1590 – 1661 arasında İtalya’da yaşamış olan Benedetta Carlini’ye, ayrıca filmin “serbestçe” uyarlandığı biyografik kitabın yazarı Judith C. Brown’ın yıllar süren çalışmalarına kabaca baktığımızda bile, ortaya müthiş zengin bir içerik çıkıyor: 1600’lü yıllarda Katolik Kilisesi’nin durumu, manastırlarda rahibelerin erkek egemen dinsel yapı karşısındaki konumları, Reform hareketinin toplumda yarattığı genel sarsıntı sonrasında Reform karşıtı İtalya’da yaşam, Engizisyon Mahkemeleri nedeniyle tüm Kıta Avrupası’nda varlık gösteren cadı avı, Rönesans’ın izlerinin gündelik yaşamdaki yansımaları, halkın ve kilisenin cinselliğe veya “aykırı” olarak nitelendirdiği cinsel ilişki biçimlerine bakışı ve tabii ki bir rahibenin herşeye rağmen bu düşmanca atmosfer içinde, aşık olduğu rahibenin sevgisi uğruna canını ortaya koyarak duygularını açıkça ifade etmesi.

Yukarıdaki muhtemel konular içinden Verhoeven hangisini filmin merkezine taşıyor? Tabii ki saydıklarımız arasında yer almayan bir ayrıntıyı; sevginin fiziksel dışavurumunu. Üstelik Verhoeven bunu ilk kez de yapmıyor: Turkish Delight (1973), Basic Instinct (1992) ve Showgirls (1995) gibi filmlerinde de cinsellik merkezdeydi ve Benedetta’da olduğu gibi, cinsel ilişkiler dışında gelişen tüm olaylar, filmlerin arka planını veya yan öğelerini oluşturuyordu. “Aksesuar” olarak nitelendirilebilirdi bu kısımlar Verhoeven tarafından, sözcüğün tam anlamıyla; “olmasa da olur” (Fr: accessoire). Asıl tehlike ise, yönetmenin bu tutumunun, yapım kalitesi ve filmin genel yapısı aracılığıyla seyirciye de yansıması. Filmin neredeyse tamamının, cinsellik içeren sahnelerin ortaya konması için bir bahane konumunda olduğu anlaşılınca da, seyircinin filme olan ilgisi sönüyor. Bu noktada cinsel birleşme sahnelerinin de estetikten uzak olduğunu hatırlatmakta fayda var, örneğin Walerian Borowczyk’in filmlerinde (veya Kubrick’in Barry Lyndon’ındaki birçok sahnede) karşımıza çıkan cinsellik, filmlerin sanatsal boyutlarına hiçbir şey kaybettirmeyip aksine kazandırırken, Verhoeven’deki cinsel dışavurum, tahmin edilebilir bir bayağılığın veya malumun ilamının ötesine geçemiyor.

İsa Mesih ile Karşılaşmalar
Bu içler acısı sahnelerde William Wyler’in devasa prodüksiyonu Ben-Hur (1959) aklıma geldi, Wyler 215 dakikalık usta işi filminde, İsa Peygamber’in yüzünü hiç göstermez. Her sahnede kendisini arkadan veya yüzü görünmeyecek bir açıdan çeker ve biz de onu ancak omuzlarına düşen kıvrımlı saçlarından tanırız. İsa’nın betimlendiği her sahnede özel bir müzik çalıyor olması da önemli bir ayrıntı. Ancak asıl konu, sinema başta olmak üzere edebiyatta ve birçok sanat dalında, göstermeyerek çok daha fazla şey ifade edilebileceği ve bu yöntemin neredeyse insanlıkla yaşıt olması. Benedetta’da bunun tam tersinin yapılması sayesinde yöntemin sağlamasını da yapmış olmamız bir yana, sahnelerin çok kötü çekilmiş olması (kostümler, oyunculuklar, dekor ve olmayan sinematografi) seyirciler açısından biraz kafa karıştırıcı. Çünkü sinema tarihinde, İsa Mesih’in kendisinin (oyuncular) veya betimlemesinin (heykeller) yer aldığı sahnelerde ortaya çıkan mesaj genellikle nettir. Ben-Hur’da yücelik ve saygı, Roy Andersson’un İkinci Kattan Şarkılar’ında (2000) ise muzipçe bir alay vardır örneğin, fakat Benedetta’daki İsa sahnelerinde ne hissedeceğimiz, daha doğrusu bize ne anlatılmak istendiği hiç net değil.

Bu düşsel sahneler, Benedetta’nın dinden tamamen uzaklaştığını ifade etmek için mi gerçekdışı olarak çekilmiş, yoksa dekor yoksunluğu ve kıyafetlerin tarihsel gerçeklerle alakasız olması doğrudan Benedetta’nın İsa Mesih’i yanlış algılamasına mı işaret ediyor? “Seyirci bir filmden istediğini anlamakta özgürdür” gibi Eco’ya selam duran bir önerme de bu noktada geçerliliğini yitiriyor çünkü eğer o kuralı her sahneye gelişigüzel uygulayacaksak, sanatsal üretimin hiçbir anlamı kalmıyor. Filmleri veya romanları katı kurallarla farklı türler altında toplamaya, onları kategorize etmeye çok meraklı olduğumuz halde sinemaya bakıp “sanatta kural yoktur” düsturunu benimseyemeyiz. Her sanatsal üretim bir iletişimdir aynı zamanda ve Jakobson’un iletişimin 6 kuralına Bakhtine’in getirdiği yorumu esas alırsak; karşıda bizi anlayan birisi yoksa, iletişim gerçekleşmemiş demektir. Dolayısıyla İsa Mesih sahnelerinde Verhoeven, kendi kendine konuşuyor.

İçerik ile Biçim Arasındaki Uçurum
Başta Total Recall (1990), ardından da Robocop (1987) filmleri nedeniyle Verhoeven’e Urban Dictionary’deki “başarısızlık” tanımını (sözlüğe göre “They Verhoevened in their attempt to reach the summit.” cümlesi dilimize “Zirveye çıkmaya çalışırken herşeyi batırdılar.” olarak çevriliyor) uygun görmemek lazım elbette. Ancak Total Recall’un birçok Verhoeven filminden çok daha iyi olmasının sebeplerinden biri de, içeriğin güçlü olması. Filme kaynaklık eden metin, Philip K. Dick’in bir öyküsü. Üstelik öykünün senaryolaştırılmasını da Alien serisinden tanıdığımız ikili Ronald Shusett’e ve Dan O’Bannon’a borçluyuz. Biçimsel olarak prodüksiyon kalitesi de yüksek olunca ortaya keyifle izlenen bir film çıkmış.

Öte yandan senaryolarında Edward Neumeier’in imzası bulunan Robocop ile Starship Troopers (1997) filmleri içerik olarak belli bir varlık gösterseler de, yine hafif kalıyorlar. Biçim ise ne yazık ki imdada yetişemiyor çünkü içerik zayıf olduğunda biçim ön plana geçse de, prodüksiyona harcanan onca emeğe üzülmek dışında bir duygu bırakmıyor seyircide çoğu zaman. Tam tersi bir durumda, mesela içeriğin çok iyi olduğu ancak prodüksiyonun yer yer eksiklerinin göze çarptığı (Vincent Ward’un What Dreams May Come’ı gibi) yapımlarda, filmin etkisi kaybolmuyor, “görsel efektler kötüydü ama fikir çok iyiydi” cümlesini defalarca duymuşuzdur. Aksi yönde (“film berbattı ama prodüksiyon kalitesi çok iyiydi” gibi) bir beyan ise sadece mantıkdışı değil, aynı zamanda gereksiz olacaktır.

Sonuç
Sonuç olarak daha önce bahsettiğimiz gibi, Verhoeven keşke filmin “serbestçe” – bu niteleme hayli önemli (!) – uyarlandığı Judith C. Brown romanının veya doğrudan tarihsel gerçeklerin barındırdığı konulardan birine ağırlık verseydi. Merkezine iki rahibenin yasak aşkını alsaydı keşke, yasak sevişmelerini değil. Daha en başında içerik açısından güçlü bir şekilde oluşturulan bir yapım olsaydı, prodüksiyon kalitesi de o seviyeye ulaşmaya çalışacak ve kendisini geliştirecekti, kostümlere daha çok özen gösterilecekti, bu sayede oyuncuların performansları da parlayacak ve ortaya 1600’lerde geçen önemli bir dönem filmi çıkacaktı. Kaçırılmış bir fırsat. Charlotte Rampling ve Lambert Wilson gibi önemli, usta oyunculara da saygısızlık olmuş.
