THE HOLE (Dong): Bir Delikten Dünyaya Bakmak

Yönetmen Tsai Ming-liang’ın dördüncü uzun metraj filmi olan 1998 tarihli The Hole (Dong), 2000 yılında, belirsiz bir virüsün Taipei şehrine gölgesini indirmesiyle insanlığın yavaş yavaş bitişine çok duru ve düşündürücü göndermeler yapan özel bir film. Issızlığını, nemliliğini, uzaklığını ve soğukluğunu herhangi bir şartlanmaya bağlı kalmaksızın aktaran film, tıpkı adını aldığı delik gibi, filmin sonuna değin içimizde bir delik açmaya ant içmiş bir yapıya sahip. Kendi benliğimizi sorgulamak için bizi evin en ücra köşelerine kadar sürükleyen The Hole, bir anlamda izleyiciye “Ben de aynı senin gibi olmak; en az senin kadar özgür ve senin kadar dingin, hiçbir şey düşünmeden öylece günün tadına varmak istiyorum” diyor. Bir şekilde bu arzusunu yerine getirmeyi de birkaç kez deniyor ancak başlangıçtan beri açılan delik, bir türlü filmi bu arzusu içinde özgür bırakmıyor. Filmdeki hayatın akışını baştan sona sadece deliğin içinden bakarak deneyimliyoruz ve bu da bize ister istemez küçücük deliğin içinde kendi benliğimizi başkalarıyla ve dünyanın yapısıyla, doğasıyla olan ilişkisi üzerinden daha iyi kavramamızı sağlıyor.

Dünyada Bir Hamamböceğine Daha Yer Var mı?

Taipei şehrinde ortaya çıkan virüsün belirtileri tıpkı bir hamamböceğinin doğasında yaşayış biçimine benzer. Film boyunca hamamböceği ile bir insan arasındaki yakın bağın ne kadar güçlü olduğunu gözlemleriz. Virüse yakalanan insanlar ıslak ve nemli ortamlarda yaşamayı seviyorlar ve bunu bir anlamda normal de karşılıyorlar. Karanlık ise umurlarında değil. The Hole, hiç de arzu edilmeyen, adeta distopik bir evrenin kapısını insan ve doğa arasındaki kuvvetli ilişkiden güç alarak aralıyor. Öyle ki biz de filmdeki karakterlerle beraber evin her bir köşesinde saklanacak yer/ler arıyoruz. Hatta elimizdeki yerler yetmiyor ve bir anlamda kendimizi aşmak istediğimizden, gözümüz küçücük bir deliğin varoluşuyla bir yarışa giriyor ve ona da sahip olmak istiyor. İnsanın kademeli olarak hem çevresinden hem de kendisinden nasıl koptuğu ve izole hale geldiğine dair hiçbir sansür yapmadan açıkça her şeyini ortaya koyan film, insanlığa tehdit oluşturan virüs ile beraber felaketle sonuçlanması muhtemel olan her şeyi büyük bir gerilimle perdeye taşıyor.

İzolasyonun İlk Kuralı: Evinde Kal, Böylece Kendi Labirentini İnşa Edebilirsin

Hiç kimseyle hiçbir etkileşimin olmadığı, tamamen kendi kendimizle baş başa kaldığımız evlerimizdeki büyük sessizliğin gürültülü yankıları her zaman o evin içinde başka labirentler doğurur. The Hole filminde bu labirentler insanın varoluşunun bitip tükenmez olan arzularıyla, dışavurumlarıyla o kadar çok dolup taşıyor ki evin içine sığamayacak bir deliğin açılmasına neden oluyor. Filmdeki deliği, kelime anlamıyla salt olarak “delik” olarak düşünmeden, “virüs”ün varoluşunu bu açılmakta ve genişlemekte olan deliğin üzerine atfedebiliriz. Yani delik, giderek kendi içinde genişleyen ve güç kazanan bir virüstür. Ne yazık ki bu delik sadece fiziki olarak görünen bir yapı deformasyonu değildir, o aynı zamanda içimizdeki dünyanın ağırlığını da kendi içine çeken ve insanın varoluşunu tüketen soyut bir yumruktur.

Tsai Ming-liang’ın film boyunca kullandığı mekanların kendi içinde sıkışmış oldukları görünümler ise doğrudan karakterlerin iç dünyasının bir nevi dışavurumu olduğundan, daha filmin ilk anlarında bu sıkışmışlığın bizi saf dışı edişini de görüyoruz. Kimsenin geçip gitmediği mekanlar, dar koridorlar, kendi içine sıkışmış karanlık apartman daireleri hepimizi birer hamamböceği yapmak için en ideal ortamı hazırlıyor.

Tek İletişim Aracımız Delik, Onun da Üzerini Örtme

Günümüzde en önemli iletişim araçlarından biri olarak kabul gören telefonu filmdeki delik ile doğrudan özdeşleştirebiliriz. Keza Üst Kattaki Adam (Kang-sheng Lee) ile Alt Kattaki Kadın’ın (Kuei-Mei Yang) tek iletişim aracı olan dairelerindeki ortak delik sayesinde iletişimsizliğin en güzel, en tatlı iletişim haline tanıklık ediyoruz. İki farklı daire, iki farklı insan ve iki farklı hayat üzerinden virüsün bir halkı neye dönüştürdüğünü temsili olarak anlayabiliyoruz. Öyle ki filmdeki her gönderme kimi zaman basit, küçük bir deliğin evdeki en büyük pencere olabileceğini hatırlatıyor. Bu da pencerelere ihtiyacımız olmadığı gibi, kapılara, evlere, mekanlara da ihtiyacımız olmadığına ancak en ufak iletişimin kendisine olan açlığımızın ne derece yoğun olduğuna işaret ediyor. Bu bağlamda filmdeki deliğin birbirini tanımayan iki yabancıyı birbirine yakınlaştırması da önemli bir ayrıntı.

İnsanlara Temastan Kaçın ama Onlara Daha Çok Dokun

The Hole, “yasak” olanın arzusal yapısını doğuma ve cinselliğe de gönderme yapan delik kavramı üzerinden işliyor. Delik aracılığıyla birbiriyle sürekli bağlantılı olan iki dairenin içinde de sürekli su birikintilerinin olması, duvarlardan suların akması, nemlilik ve rutubet ile de Tsai Ming-liang şehvetin temel unsurlarını en basit göndermelerle donatmış. Her ne kadar film boyunca gördüğümüz iki daire de bize sığ bir denizdeki gemi enkazını hatırlatıyor olsa da bu sığ yapı arzunun kıvılcımlanması için kurtarıcı bir el. Yönetmen, felaket öznesini bu anlamda olumluya evirtmiştir. Böylece kötü, arzulanmayan durumun içinde zamanın birer kölesi olarak gizli, kendimiz için bile bilinmeyen arzumuzun peşine düşüyoruz.

Geç Erkendir, Yakın ise Uzak

Filmin genel senaryosu, artık kendi sonunu hazırlamış olan bir dünyanın kıyametinin habercisi niteliğinde. Ancak filmde beklenen kıyamet bir türlü tam olarak gerçekleşmez. Sürekli olarak o kıyametin, kendi kendisinin habercisi olma haliyle karşılaşırız sadece, bize kendini hiçbir zaman tam olarak tanıtmaz. Bu yüzden sürekli olarak deliğin kendisine odaklanırız çünkü zorunlu olarak evdeyizdir ve aklımızı kurcalayan tek şey ise salonun ortasına açılmış olan ve giderek genişleyen deliktir. Delik, izleyiciye düş gördürtür ancak hepimiz deliği izlerken uyanık olduğumuzdan, gerçeklikle olan bağlarımızı da koparırız. Tıpkı filmdeki karakterlerin virüs ortaya çıktıktan sonra kendi varoluşlarından kopmaları gibi. Tsai Ming-liang, virüsün ortasında kimsesi olmayan mevcudiyetimizi uyanık tutmak için filmde olduğu gibi kafamızın içinde de bir delik açıyor.  

Delik, bir anlamda sistemin ölümcül yanını da ifade ediyor. Bu ölümcül yan ise insanları temsil eden bir yarık, çatlak. Delik, hayattaki dolaylı bir gecikme, belirsizlik, bir rastlantı. En önemlisi de delik, hepimizin boşluğu ve kaybetmiş olduğumuz zamanı yakalamak için en büyük işaret.

Sınırlarını Aşan Nehir Bir Gün Tüm Öfkesini Dindirebilir mi?

Bu yıl Cinéma du reel festivalinde izlediğimiz, Shengze Zhu tarafından yönetilmiş olan A River Runs, Turns, Erases, Replaces filminin The Hole ile çok naçizane bir bağı var. Her iki filmin de virüsün duyurusu ile beraber açılması ve bunu yaparken aynı durağanlıktan beslenmiş olması kendi aralarında edilgen bir ortak yapı oluşturuyor. Bugün içinde bulunduğumuz durumu göz önüne alacak olursak bu bağın ne kadar güçlü olduğunu hissedebiliriz. Ancak tek yapabileceğimiz tüm bu duyurulara karşılık olarak tıpkı Üst Kattaki Adam gibi koltuğumuza iyice kurulup uyumak ve her şeyin bir gün sona erecek olmasını ummak.

Hep Beraber Kalipso Yapalım

Hem oyuncu hem de şarkıcı olan Grace Chang’ın filmdeki yeri önemli. Filmdeki ilk müzikal öğenin açılışını Oh Calypso adlı şarkıyla yapan Chang, filmdeki virüs anlatısında hayattan tamamen kopukluğun en zıt ifadesi. Öyle ki onun ilk şarkısından sonra kapanan asansörün içinde Üst Kattaki Adam’ın harap halini görmemiz bu zıtlığa en güzel işaret. Filmdeki müzikal yapı ana karakterlerin bir nevi içsel şenliklerinin dışarıya vurulamayacak kadar güçsüz hallerinin yavaş kalp atışları gibi. Kalipso kelime anlamıyla “gemi”yi de ifade ettiğinden ve film boyunca suyun içinde hayatta kalmaya çalıştığımızdan Chang, hepimizin ihtiyacı olan Kalipso’nun varlığını en buruk ama neşeli haliyle hatırlatıyor.

The Hole, mevcudiyetin şimdiki haline varmak gibi, birbirini başlangıç olarak sayan iki yabancının amaç birliği içinde, sonunda kendilerine vardıkları insani bir serüven.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın