THE POWER OF THE DOG: Dünyada İyi ve Güzel Olan Herşey Adına

ABD’li yazar Thomas Savage’ın (1915-2003) kendi çocukluğundan yoğun izler taşıyan 1967 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan The Power of the Dog (Köpeğin Pençesi, 2021), oyunculukları ve sinematografisiyle göz dolduran bir Jane Campion yapımı. Savage’ın eseri, kaynak metin olması açısından önemli elbette ancak uyarlama özelinde konuşursak böyle bir romanın hem senaryolaştırma hem de yönetim aşamalarında Jane Campion gibi bir ustaya teslim edilmiş olması belki de filmin en büyük artısı. Dikkat seviyelerinin saniyelerle ölçüldüğü ve aksiyon temelli sinema anlayışının hakim olduğu bu dönemde, Campion sinemasal madalyonun sanat yüzünün parladığı heyecan verici bir yapıma imza atmış.

Yukarıda “oyunculuklar göz dolduruyor” gibi bir cümle sarf ettik, bu saptamanın birçok açıdan tartışmaya açık olması (“yönetmen kötüyse oyunculuklar iyi olabilir mi” veya “oyuncu yönetimi ne kadar önemlidir” gibi) bir yana, şöyle bir soruyu doğurması da cabası: “Zaten her filmde oyunculuklar önemli değil midir?”. Evet her filmde önemlidir ancak Power of the Dog özelinde, hatta bilhassa Benedict Cumberbatch ile Kirsten Dunst üzerinden konuşmak gerekirse, Campion’ın oyuncu yönetimi, yarattığı atmosfer ve karşılığında aldığı muhteşem oyunculuklar sayesinde, film bizlere “bu rolleri bu iki oyuncu dışında kimse canlandıramazdı” dedirtmeyi başarıyor.

Jesse Plemons & Benedict Cumberbatch

1925 ve Dönemin Ruhu

Campion, filmi anavatanı olan Yeni Zelanda’da, uçsuz bucaksız arazilerin ve dağların çoğu sahnede rol çaldığı bir bölgede çekmiş, bu atmosfere Spencer ve Phantom Thread gibi filmlerin gergin müziklerine imzasını atan Jonny Greenwood’un tınılarını ve sinematografideki ciddi aurayı da eklediğimizde, ortaya son derece hüzün yüklü bir görsellik çıkıyor. Oyunculuklar üzerine vurgu yapma nedenimiz biraz da burada devreye giriyor, zira tüm bu etmenler sayesinde, 1925 yılının ağırlığının ve ağızda bıraktığı acı tadın resmen oyuncuların yüzlerinden akmasına tanık oluyoruz. Bu saptamayı bağlam dışında neredeyse hiçbir film için söyleyemeyecek olduğumuz gerçeği, söz konusu ayrıntının değerini biraz daha belirgin hale getirecektir.

Daha çok Avrupa özelinde olsa da, 1880-1914 arasındaki dönemin (La Belle Époque) sona ermesiyle iyimserlik, barış, teknolojik gelişmeler ve ekonomik refah yerini umutsuzluğa ve Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı travmaya bırakmış, hem kırsal kesimde hem de kentlerde yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan ekonomik dengesizliğin 1929’un sonlarında yaşanacak olan Büyük Buhran’a (The Great Depression) yol açmasına ise sadece birkaç yıl kalmıştır. Dolayısıyla birçok Fransız sosyologun “iki savaş arası” (L’entre-deux-guerres) şeklinde ifade ettiği, iki Dünya Savaşı arasını kapsayan (1918-1939) bu dönem birkaç istisna ülke hariç tüm Dünya için istikrarsız, umutsuz ve karamsar bir dönemi işaret eder. Power of the Dog’un hem yazınsal hem de sinemasal anlatımı, bu ruh halini (zeitgeist) o kadar iyi yansıtmış ki, filmdeki aksiyon dozu biraz yükselse mutlaka göze batar, anlatıya yapaylık katardı.

Geneviève Lemon

Phil Burbank (Benedict Cumberbatch)

Filmin adının kökenine biraz ileride değineceğiz ancak afiş, fragman veya oyuncular üzerinden film hakkında ilk bakışta bir fikir öne sürmemiz gerekse, Benedict Cumberbatch’in filmin adında geçen “köpek” olduğunu ve kötü adamı canlandırdığını söyleyebiliriz. Ne var ki bu iki saptama da yanlış olacaktır. Yapımın IMDb sayfasındaki özetinde bile “torment” fiilinin kullanıldığını görüyoruz, birçok kaynakta bu şekilde özetlenmekte filmin iskeleti: “Phil, genç Peter’a işkence eder”. Ne var ki “işkence” hayli ağır bir niteleme zira efemine bir görünüme sahip olduğu öne sürülen Peter’a (Kodi Smit-McPhee) yapılan “işkenceler”, kendisiyle toplum içinde dalga geçmekten ve yaptığı kağıttan çiçekleri yakmaktan ibaret. Bunlar elbette belli bir karşılık verilmesi gereken hareketler ama yine de “işkence” sözcüğü gerçeği yansıtmıyor gibi. Dolayısıyla Cumberbatch’in başarıyla canlandırdığı Phil karakteri, aslında tam olarak sinemadaki “kötü adam” arketipine uymuyor. Dahası, yaptıklarını gerçekte neden yaptığını açık eden birçok ipucu da dikkatli izleyiciler için mevcut.

Senaryonun Bıraktığı Ekmek Kırıntıları

Savage’ın romanını senaryolaştıran Campion, anlatının içine serpiştirilen ekmek kırıntılarını sinema izleyicisi için daha belirgin hale getirme konusunda harika bir iş çıkartmış. Örneğin Peter’ın yaptığı kağıttan çiçeklerle dalga geçilen sahnede, unutmayalım ki masada neredeyse herkesin önünde birer yapay çiçek olmasına rağmen, sadece Phil bu çiçekleri fark eder. Böyle bir ayrıntıyı fark etmesi, Klasik Filoloji eğitimi almış biri olarak (bir sahnede Remus ve Romulus’u anarak kadeh kaldırır) belli bir kültür seviyesine sahip olması, mektup yazarken tanık olduğumuz incelikli el yazısı, koleksiyon yapması derken, klişeleşmiş heteroseksüel kovboy arketipinden hayli uzaklaşmaktadır Phil. Hem bu ayrıntılar hem de Cumberbatch’in oyunculuğu sayesinde, sert adam davranışlarının kökeninde çektiği aşk acısının yattığını, dahası bu hareketleri sadece “toplumun istediği normlara” uygun gözükmek için yaptığını anlayabiliyoruz.

Filmi izlemediyseniz aşağıdaki 3 paragrafı okumamanız önerilir.

Aynı şekilde, şarbon hastalığının filmde oynayacağı rolle ilgili de filmde birçok ipucu mevcut: Hayvanların kısırlaştırılması sahnesinde Phil’e sorulan “neden eldiven takmıyorsun?” sorusu, Phil’in elindeki kesiğe birkaç farklı sahnede değinilmesi, başka bir sahnede Peter’ın eline geçirdiği eldivenlere yapılan yakın çekim gibi. Amerikan yerlilerinin Rose’a (Kirsten Dunst) takas karşılığı verdiği ipek astarlı eldivenlerin sembolik anlamına (eldivenin Rose’u mecazi olarak Phil’den koruması) ise hiç girmiyoruz. Belki de en gizemli karakter olan Peter için ise, yakaladığı tavşanı aslında ne amaçla eve getirdiği veya babasının ona “keşke biraz daha nazik olsan” demesi gibi ayrıntılar sıralanabilir. Bu tür detaylar sayesinde dikkatimiz hep ayakta kalırken, filmin seyir keyfi de artıyor.

Kirsten Dunst (Rose)

Mezmurlar Kitabı 22:20 – “Hayatımı köpeğin pençesinden kurtar”

Filmin (ve kitabın) adının nereden geldiğini Campion filmin sonunda açık ediyor; tabir Eski Ahit’de yer alan Mezmurlar Kitabı’nın (Zebur) 22. Mezmurunda bulunuyor: Canımı kılıçtan, biricik hayatımı köpeğin pençesinden kurtar [i] (Deliver me from the sword, my darling from the power of the dog). Filmde mezmurun King James versiyonu [ii] kullanılmış, farklı kaynaklarda “köpek” sözcüğünün çoğul olarak geçtiği yorumlar [iii] da mevcut: “Deliver me from the sword, my precious life from the power of the dogs”. Otuz bir bölümden oluşan bu mezmurun tamamına baktığımızda ise, onu aslında baştan sona Tanrı’ya yapılan bir yakarış, bir anlamda bir yardım talebi şeklinde yorumlayabiliriz. Bu yakarışı yapan ise, aslında Phil’den başkası değil, hamlesini yapmak üzere sinsice bekleyen “köpek” de elbette Peter. Hem filmin başlarında (bu ilk sahnede gölgeyi seçmek zor) hem de sonuna doğru iki farklı sekansta gösterilen dağlardaki “ağzı açık köpek” gölgesi, tüm bu olay örgüsü içinde çok yerinde bir gönderme / sembol olmuş.

Bu sahnede gölge daha rahat seçilebiliyor.

Neredeyse havanın açık olduğu her sabah, ona büyük aşkı Henry Bronco’yu hatırlatan köpek gölgesine bakan, bir anlamda “köpeğin pençesinden” kendini sakınan Phil, en zayıf anında tekrar kavuşmak istediği o duyguya kurban olacak, en yakınındaki köpekten kendini sakınması gerektiğinin farkına bir türlü varamayacaktır. Filmin kapanışı ise senaryodaki ustalığı bir kez daha gözler önüne seriyor, zira tamamen bağlam dışı bir sahnede Peter’ın şarbondan öldüğü belli olan bir sığırın derisini yüzmeye başlaması, yine başka bir sahnede annesi Rose ile arabada giderken Rose’un ona “tıp kitaplarını neden yanında taşıyorsun?” sorusunu yöneltmesi, hastalıklı deri parçalarının Phil’in yaralı eliyle su dolu kovadaki dansı, kapanışta da Peter’ın bitmiş olan halatı yine çıplak elle tutmuyor oluşu gibi ayrıntıları bir araya getirince senaryodaki inceliklere hayran olmamak pek mümkün değil.

Dunst’ın, benliğinin hangi derinliklerinden çıkarttığını merak etmemize yol açan ifadelerinden biri.

Jane Campion Sineması ve Ellipse’ler

Son olarak Campion sinemasında ayrıntıya, dolayısıyla da nesnelere, gündelik hayattaki sessizliklere, dile getirilmeyen duygulara verilen yerin ve önemin altını çizmek gerek. Tüm bu detay an’lara sinemasal düzlemde “ellipse” demek mümkün, ancak yaygın kullanımıyla film süresi içinde gösterilmeyen olaylar bağlamında değil de, daha çok sinemada görmeye veya dile getirilmesine alışık olmadığımız anlar düzleminde. Söylenen bir sözün diğer kişideki karşılığının sadece tüm odayı dolduran bir sessizlik olması, George’un (Jesse Plemons) Rose’a “yalnız olmamanın nasıl bir şey olduğunu ilk kez deneyimlediğini” söylerken göz yaşlarına engel olamaması veya George ile Rose’un, Phil’in odasına açılan kapının kilitli olup olmadığını kontrol ederken Phil’in yüzündeki duygusal dalgalanmayı betimleyen anlar, 1993 yapımı The Piano’dan bu yana Campion sinemasında gördüğümüz incelikli ayrıntılar arasında. Diğer bir deyişle, beyazperdede “kahraman”, “süper kahraman” veya “kötü adam” gibi arketiplerin bolluğu nedeniyle eksikliğini fazlasıyla duyduğumuz, saf haliyle “insan”, Campion sinemasında başrolde.

Kodi Smit-McPhee (Peter)

Oyunculuklar, Görüntü Yönetimi ve Müzik

Oyuncu seçimi kesinlikle çok başarılı, Phil Burbank rolünde Benedict Cumberbatch ustalığını konuşturuyor, zaten kendisini role hazırlama sürecinde sürekli sigara içtiği için birkaç kez nikotin zehirlenmesi yaşaması ve çekim aralarında dahi Rose’u canlandıran Kirsten Dunst ile konuşmamış olması bu role ne kadar önem verdiğini ve emek harcadığını gösteren ayrıntılar arasında. Peter rolünde Kodi Smit-McPhee fiziksel görünümünü rolün gereklerine uygun şekilde kullanmayı, bir anlamda yontmayı çok iyi başarmış, zira birçok sahnede çok minimalist dokunuşlarla ilerleyen performanslar sergilemesi gerekiyordu, her birinin altından rahatlıkla kalkmış gibi görünüyor.

Kirsten Dunst & Jesse Plemons

Filmdeki gibi, gerçek hayatta da evli olan Jesse Plemons (George karakteri) ile Kirsten Dunst (Rose karakteri) arasında ise seçim yapmak hiç istemeyiz ancak Kirsten Dunst yüz ifadeleriyle birçok sahnede o kadar çok şey “anlatmayı” başarıyor ki oyunculuğuna hayran olmamak imkansız. Jesse Plemons da aynı şekilde çok iyi bir performans sergilemiş, belki Plemons’ın performansı biraz da Campion’ın yönetimi sayesinde yükseliyor denebilir. Yan rollerde ise Last Night in Soho’dan hatırlayabileceğimiz Thomasin McKenzie (Lola) ve AHS’nin müdavimlerinden Frances Conroy gibi iki sürpriz, ayrıca Campion ile birçok filmde birlikte çalışmış olan Geneviève Lemon da bulunuyor.

Jesse Plemons‘ın etkileyici performansına tanık olduğumuz en gergin sahnelerden biri.

Jane Campion, The Power of the Dog’da görüntü yönetmeni Ari Wegner ile ilk kez çalışmış oluyor ancak kendisini uzaktan da olsa hayranlıkla takip ettiğini birkaç kez dile getirmiş. Ari Wegner, Grey Matter (2011), Lady Macbeth (2016) ve In Fabric (2018) gibi filmlerin sinematografisine imza atmış başarılı bir sanatçı ve The Power of the Dog’un ihtiyaç duyduğu ağırbaşlılığı, ciddiyeti ve bir anlamda 1920’lerin mal du siècle’ini beyazperdeye etkileyici biçimde yansıtmayı ustalıkla başarmış. Filmin müziklerini, son dönemde özellikle Spencer’ın midemize kramp sokma kabiliyeti olan tınılarıyla hatırladığımız Jonny Greenwood üstlenmiş. Müziği “seyircinin ne hissetmesi gerektiğini dikte eden” bir şekilde kullanmayan Campion, besteciyi de serbest bırakınca ortaya filmin yan öğesi değil, The Power of the Dog ile tam bir bütün oluşturan bir eser çıkmış. Sonuç olarak Campion yine çizgisinden sapmayarak beklentileri fazlasıyla karşılayan bir yapım ortaya koymuş. Keyifli seyirler.

H. Necmi Öztürk

İlgili yazı: Jane Campion’s “The Piano” (in English)


[i] Kaynak: Kutsal Kitap (org)

[ii] Kaynak: Wikipedia

[iii] Kaynak: Bible Wordings (com)

Bir Cevap Yazın