Geçtiğimiz ay İKSV Galaları kapsamında, Killing Them Softly (Kibarca Öldürmek, 2012) ve The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti, 2007) gibi filmlerle tanıdığımız Yeni Zelandalı yönetmen Andrew Dominik tarafından yönetilen This Much I Know to Be True’yu izleme imkânını bulduk (tabii yazıdaki bu gecikme için özürlerimizi sunmayı da unutmayalım). 2022 yapımı belgeselde ünlü müzisyen Nick Cave ile Warren Ellis arasındaki dinamik ilişkiye, aynı zamanda da ikilinin Ghosteen ve Carnage adlı son iki stüdyo albümlerini ortaya çıkarma süreçlerine odaklanıyoruz.
This Much I Know to Be True’yu kesinlikle 2016 yapımı One More Time with Feeling ile birlikte düşünmek gerekiyor. Yine Andrew Dominik tarafından yönetilen One More Time with Feeling’te Nick Cave’in genel yaratım sürecine, grubuyla olan ilişkisine ve oğlunun ölümüyle gelen trajediye odaklanılıyor. Dolayısıyla yeni izlediğimiz belgeselle bu sözünü ettiğimiz ilk belgesel arasında farklılıklar mevcut. Birinde henüz yaşanmış bir kaybın acısı çok ağır basarken, diğerinde ikilinin yaratım süreci ve ilham kaynakları daha çok ön planda gibi görünüyor. Yine de This Much I Know to Be True’da daha yoğun işleniyor gibi duran bu yaratım sürecine rağmen, Cave’in artık kendisini mesleğiyle tanımlamaması ve “insani” yönlerini gözler önüne sermesi belki de ilk belgeseldeki gözle görülür duygusallığa rağmen çok daha fazla duygu taşıyor yakından bakınca. Dolayısıyla aralarında altı sene olan bu iki yapımın izleyicide uyandırdıkları hisler göz önünde bulundurulduğu zaman, rahatlıkla bambaşka iki şarkıymış gibi birbiriyle kıyaslanamayacak tınılara sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Birlikte ve Birbirinin Aracılığıyla İyileşmek
Nick Cave’in veya müziğinin hayranı olmasanız bile insan olmaya, hayatın kendisine, üretmeye, sevmeye ve iletişim kurmaya dair pek çok şey bulabileceğiniz bu belgesel, adeta bir terapi seansı özelliği taşıyor. Filmin içine girmek seyirci için zor belki de ancak ilk adımları attıktan sonra filmin içerisine kolaylıkla çekiliyoruz ve filmin başında geçirdiğimiz süre ilerledikçe daha da derinlere inilen, oldukça kişisel bir yolculuğa çıkıyoruz. Filmin çoğunluğu ikilinin ürettiği müzikleri dinlemekle geçiyor. Ancak araya serpiştirilen ve oldukça yerinde olan röportajlar zaman zaman bizi müziğin soktuğu trans halinden çıkarıp biraz olsun durulmamızı sağlıyor. Müzikle geçen dakikaları su altında olmaya benzetirsek, röportajla dolu anları da suyun yüzeyine çıkıp derin bir nefes aldığımız zamanlar olarak adlandırabiliriz. İkisi de bu yolculuk için çok gerekli, ancak tabii su altında olmanın verdiği büyülü hissin tarifi de imkânsız. Tanığı olduğumuz müzik farklı, Nick Cave’in sözleri beynimizde farklı yerleri uyarıyor sanki ve bunların oldukça hassas bir dengede tutulması, izleyiciyi yormadan filmle kurduğu bağı sürdürmesini sağlıyor.

Belgeselin başında Nick Cave’in şeytanın yolculuğuyla ilgili yaptığı seramikleri görmek ve Cave’in onlar hakkındaki yorumlarını dinlemek müthiş bir deneyimdi. Cave yaptığı seramikleri öyle büyülü bir biçimde anlatıyor ki onu saatlerce dinleyebilecek gibi hissediyor izleyici. Buna ek olarak filmde Cave’in The Red Hand Files adındaki oluşumuna da tanık olma fırsatını yakalıyoruz. The Red Hand Files’ta katılımcılar Nick Cave’e dilediği soruyu sorabiliyor ve Cave de bunları cevaplıyor. Hatta belgesel çekimleri esnasında Cave canlı olarak bazı soruları okuyor ve cevap veriyor. Kendisini bir müzisyen olarak tanımlamayı, daha doğrusu mesleğiyle tanımlamayı reddeden Cave izleyicilerin sorularına cevap ararken kendi hayatındaki sorulara da cevaplar buluyor ve kolektif bir biçimde iyileşmeyi amaçlıyor. Müzik yapmak, eğer konserleri saymazsak, tek taraflı iken The Red Hand Files kesinlikle iki taraflı, etken bir iletişim olanağı sunmuş oluyor ve Cave’in de kendi yüreğini dinlendirebildiği bir alan hâline geliyor. Başkalarının acılarını dinleyerek, onlarla empati kurup onların sorunlarına cevaplar bulmaya çalışarak kendi yaralarını onarmaya, en kötü ihtimalle de “birlikte” kanamaya, böylece iyileşmeye dair olan bu oluşum gerçekten de mucizevi. Nick Cave’i biraz olsun bu şekilde daha yakından deneyimleme fırsatı bulabilmiş olmak izleyici için de apayrı bir anlam taşıyor.

Herkese Dair Bir Şeyler
Cave ile Ellis arasındaki ilişkiye neredeyse kutsal ve adeta “bu dünyanın dışından” bir ilişki demek mümkün. Birlikte inanılmaz bir dinamizm oluşturan ikilinin arasındaki ilişki gibi bir ilişkinin sırf bu dünyada var olabildiğini görmek için bile bu belgesel izlenebilir. İkilinin arasındaki dinamizmin hızına kameralar da ayak uyduruyor. Çalışırken kendinden geçen ikiliyi mercek altına alan kameralar inanılmaz şekilde dönüyor, tüm odayı büyülü bir atmosferle izleyicinin gözleri önüne seriyor. Yarattıkları müziğin ötesinde, yan yana oluşları bile ayrı bir serüven meydana getiren bu ikili, insanın kalbini açmasına ve yaralanabilir hâle gelmesine ve bir başkasıyla bu denli “bir” olabilmeye dair içten bir anlatı sunuyor. One More Time with Feeling’de Nick Cave ile eşi Susie Bick’in oğullarını kaybettiklerinden söz etmiştik. Bir başka trajedi daha söz konusu ne yazık ki: Cave’in Beau Lazenby ile birlikteliğinden olan Jethro Cave de geçtiğimiz ay bu belgeselin yayınlanmasından kısa bir süre sonra vefat etti. Cave ailesine buradan başsağlığı diliyoruz elbette ancak Nick Cave’in bu süreçten de bambaşka bir dönüşüm geçirerek çıkacağına ve kendini yeniden yaratabileceğine dair hiçbir şüphemiz yok.

Filmde Cave’in diğer oğlu Earl ile yaşadığı, oldukça duygusal olan “catch-up”a tanık olmak çok ilginç bir deneyimdi. Saçları ve her daim giydiği takım elbisesiyle inanılmaz “cool” görünen Nick Cave bile kendi evlatlarının gözünde bir baba ve herkes gibi o da bir insan. Bu gerçeğin elbette hepimiz farkındayız ancak ünlüler söz konusu olduğunda sık sık unutabiliyoruz bunu. Bilip saydığımız sanatçıların bu tarz insani ve bizden olan yönlerini görmek açısından özellikle önem taşıyor bu yapım. Buna ek olarak filmde efsanevi isim Marianne Faithfull’u da görmek mümkün. Kendisinin şiir okuduğu kısma tanık olmak, aynı zamanda bu sahnenin arka planını Faithfull’un ortama inanılmaz derecede ağır basan karakteriyle birlikte izlemek çok keyifli bir deneyimdi. Cave ile ilgili belgesellere doyamadıysanız ve eğer henüz izlemediyseniz Iain Forsyth ile Jane Pollard ikilisinden çıkma 20,000 Days on Earth (Dünyada 20.000 Gün, 2014) adlı belgeseli de öneririz. Bu belgeselde yine Cave gibi Avustralyalı bir sanatçı olan Kylie Minogue’a da rastlamak mümkün.
