Bedenin ve gözlerin hiçe sayıldığı kandan yapılma bir yaşam hücresinde, saplantı haline gelmiş eşsiz bir “benlik” sureti etrafında koşmak yaşamın niceliğini değiştirmeksizin uzayda kapladığı alanının esnekliğini artırıyor. Olivia Wilde’ın ikinci uzun metrajı olan Don’t Worry Darling (Dert Etme Sevgilim, 2022), yönetmenin üç yıl önce gösterime giren ilk filmi Booksmart’tan oldukça uzak bir anlatı ve kompozisyon yapısıyla karşımıza çıkıyor. “Mutlu olma”nın kutsal sayıldığı ve “mutluluk (Eudaimonia)” kavramı üzerinden üretilen bir fantezi dünyası, sahip olduğu büyüleyici hırs dinamiği ile kendi yolculuğunu tamamlıyor. İnsanın bir nevi kafes’i olarak da nitelendirilen bedene asla ihtiyaç duyulmadığı düşsel bir galakside gökyüzündeki yıldızların gücüne güç kazandıran yegâne konum, organize edilmiş ayrıcalıklı zihinlerin işlerliği olarak sembolize ediliyor. Don’t Worry Darling, bu anlamda hikâyesini hemen açığa vuran bir mekanizmaya sahip değil. Bu da filmin belli noktaya kadar başka açılardan değerlendirilmesine olanak sağlıyor. Böylece anlatının dinamiği başlangıçtaki gizemini beslemeye devam ediyor. Bu senenin en sansasyonel filmlerinden sayılan filmin başrollerinde Florence Pugh (Alice Chambers), Harry Styles (Jack Chambers), Olivia Wilde (Bunny) ve Chris Pine (Frank) bulunuyor.

Beden Öğütme Makinesine Bağlanan Zihinler
Fiziksel veyahut zihinsel olarak acı çekmenin “mutluluk” kavramına dair ilgi çekici nüanslara sahip olması Don’t Worry Darling’de yaratılan atmosferin üzerine tarafsız bir battaniye atıyor ve onu insan bedeni sıcaklığında eritiyor. Pastoral bir barışın ve ebedi bir yazın hâkim olduğu 1950’lerden ıssız bir mekânın içinde herkesten ve her şeyden uzakta varlığını sürdüren bir avuç kasaba sakini, aristokrat mahallelerinde kişisel halüsinasyonlarını besliyorlar. “Mutluluk” etiketi altında sunulan bu yaşam formu çift taraflı bir onaya sahip. Lorcan Finnegan’ın Vivarium’undakine (2019) benzer tek taraflı bir alışverişin kurbanı olmayan Don’t Worry Darling sakinlerinin her biri kişisel şeytanını yanında taşıyor. Filmde baştan sona kullanılan mekânın arka planında daima Amerikan rüyası var. Bu türden bir rüyanın içine yerleştirilen yaşamda “sorgulamak” en büyük yasak olarak görülünce belirsiz ancak her gün kendini tekrar eden duygunun kurbanı olmak bireye saldırılacak türden açık bir kapı bırakıyor.

Alice karakteri bu anlamda bir dışavurumu temsil ederken kendisi için çoktan inşa edilen tabunun da detaylarını izleyici ile paylaşıyor. Böylece düşülecek olan nokta, düşme eylemini gerçekleştiren kişiden ne kadar uzakta ise, düşüş de o kadar anlam kazanıyor. Alice karakteri bu anlamda filmin kompozisyonuna “tanıtıcı rol” kapsamında tur attıran bir rehber oluyor. Alice in Wonderland anlatısını da ele alacak olursak karakterin adının, üstlendiği görev ile ne denli bütünleştiğini görebiliriz. Jack karakteri ise Amerikan rüyasını olanaklı kılmak için bir anlamda ara durak görevi görüyor. Don’t Worry Darling’in “mutlak mutluluk” düzleminde eylemsel etkinin nedenselliğine olan sonsuz bağlılığı, söz konusu olanaksız önermenin sorunlarını kusuyor. Böylece filmin dinamiği arzu edilen ile imkânsız olanın arasında sıkışmış bir biçimde, sabit kalıyor.

Kartpostal Kasabasının Yapay Baharı
Filmin üçüncü yarısına değin ortaya bir türlü çıkmayan bilim-kurgu türü, filmin ilk yarısındaki fantezi dünyasının ve eleştirel bakış açısının dışavurumunda kayboluyor. Bu durum filmin bağlı olabileceği muhtemel türlerin de kalıbında melez bir etki yaratıyor. Bunun üzerine eklenen sahnelerin ilk bakışta birbiriyle neredeyse alakasız duruşu, karakterlerin aynı biçimde kendileriyle olan kopukluklarına göndermede bulunuyor ancak bu tip kopukluklar aynı zamanda filmin akışında duraklamalar da yarattığından, Don’t Worry Darling’in seyri boyunca başka filmlere yapılan referansları fark etmek daha da kolaylaşıyor. Buna örnek olarak filmin ilk kırılma noktasını verebiliriz, “uçağın düşüşü”nde Alfred Hitchcock’un North by Northwest (1959) etkisini kaçırmak çok zor. Kullanılan mekânlardaki çöle yapılan güzelleme ile oluşturulan alanlar bir anlamda sınırsızlık hissini verirken diğer yandan sıkışmışlık yaklaşımı üzerinden tezat bir gölge yaratıyor.

Olivia Wilde’ın görsel karşıtlıklar yaratması filmde dikkat çeken önemli noktalardan bir diğeri. Buna göre üzerine oldukça fazla düşünülen ve özen gösterilen bedenlere giydirilen kıyafetlerin, tadına varılan hoş anların, sahip olunan mülkün ifadesinin kocaman bir boşluktan ibaret olması, onların ihtişamından hiçbir şey kaybettirmiyor. Buna da filmin karanlık atmosferinin içine doğan ihtişamlı bir perde gözüyle bakabiliriz. Tıpkı Marco Ferreri’nin La Grande Bouffe filminde olduğu gibi yemekler sanki az sonra ölmek üzere olan insanların midesine gitmeyecekmiş gibi harika gözüküyorlar. Don’t Worry Darling’de sergilenen bedenlere de tam olarak bu gözle bakılabilir. Wilde bu konuda titiz bir şekilde davranarak gözü rahatsız edebilecek her ayrıntıdan kaçınmış. Eşyaların devrilmesinde dahi belli bir düzene oturtulan “güzellik” anlayışı, ait olduğu mekânda ihtişamlı bir şekilde çirkinleşiyor. İhtişamı ise özündeki “çirkinlikte” yattığı için yarattığı zıtlık, kendi içindeki anlamı daha da vurguluyor.

“Bazen” Seni Kurtarmak İsterdim
Filmin hikâye ve senaryo koltuğundaki Katie Silberman, Olivia Wilde’ın bir önceki projesinde de yazar konumundaydı. Bu filmde Silberman’a aynı koltukta Carey Van Dyke ve Shane Van Dyke eşlik ediyor. Hikâye, anlatı, kompozisyon gibi unsurlardan ziyade mekân odaklı olan Don’t Worry Darling, gücünü çevresini saran nesnelerden alıyor. Kendisini anlatısında hedef haline getirmiyor, onun yerine “mükemmellik” arayışındaki estetik kaygılara ayak uyduruyor. Bu da onu, içeriğe dayalı olsa bile, daha çok görsel bir şölen haline getiriyor. Öte yandan filmdeki karakterlerin “Victory (Zafer)” adı altındaki bir nevi düşsel şirket için çalışmaları dahi gösterilen ile işaret edilen arasındaki farka dayalı bir eleştiri saklıyor. Ussal içgörülerden kaynaklı bir kuruntunun peşine düşmek, aynı şekilde karakterleri Zafer’e gittikleri her günkü aynı yolda avlayan en önemli silah haline geliyor. Kendini yalnızca deneyimden var olan bedenler halinde sunmak ise bir anlamda Kazuo Ishiguro’nun son kitabını, Klara and the Sun (Klara ile Güneş) adlı eserini akla getiriyor. Bedenin deneyim kazanmadan önceki olanaksızlığı, yetersizliği, özsel olmayan amacı karşısında var olması gerektiği olgusu, film boyunca insan usuna dair büyük direnç gösteriyor.
