İtalyan yönetmen Marco Ferreri’nin tüketici topluma karşı hicivsel, aynı zamanda şiirsel bir dışavurumu olan 1973 yapımı La Grande Bouffe (Büyük Tıkınma), içinde barındırdığı toplumsal ve sosyolojik eleştirileriyle bugün hala sinema tarihindeki ağırlığını koruyor. Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz Michel Piccoli’nin de oyuncu kadrosunda olduğu La Grande Bouffe, bugün sinema tarihinde sadece insanlığın etik olarak çöküşünü simgeleyen gastronomik bir dekadans anlayışının çok daha ötesinde bir anlam evrenine sahip.

Sinematografi açısından oldukça gerçekçi konulara parmak basan La Grande Bouffe, biri yargıç, diğeri pilot ve öbürü televizyon program sunucusu olmak üzere günlük yaşamda güçlerini neredeyse mesleklerinden alan bir grup insanı aynı çatının altında buluşturuyor. Filmin başrollerinde Marcello Mastroianni, Michel Piccoli, Ugo Tognazzi ve Philippe Noiret gibi isimler var. Marco Ferreri ve Rafael Azcona’nın senaristliğini yapıp Francis Blanche’ın diyologlarını yazdığı bu film sinema dünyasına girer girmez o kadar çok ses getirdi ki sinemaya girişinden 3 yıl sonra Les 12 Travaux d’Astérix filminde adaptasyonu yapıldı.

Ölene Kadar Yemek
Film, eleştirdiği sistemin yanı sıra, karakter isimlerinin onları canlandıran oyuncularınkilerle birebir aynı olmasıyla da anlatımına yenilikçi bir unsur ekliyor. Aslında Ferreri’nin filmde açıkça sormadığı sorulardan birkaçı şöyle özetlenebilir: “Hiç ölene kadar yemek yemeye kalkıştınız mı?” ya da “Hayat, ölene dek yemek yemek şeklinde özetlenemez mi zaten?” La Grande Bouffe, bu soruları cevaplayabilmeyi kendine görev edinmiş değil elbette ama izleyici olarak anlatıda kendinizi kaybederken bu tip soruların zihninizde canlanması pekâlâ muhtemel. Filmde “yemek” başat bir şekilde temsil edilse de yönetmen, 130 dakikalık film boyunca yemek yemenin altını tüketmek / kullanmak / tamamen, sonuna kadar bitirmek gibi fiillerle desteklemiş. Bu da bize aslında daha filme başlamadan aktarılacak olan hikâyenin dolaylı yoldan değil direkt olarak zihnimize nüfuz ettiğinin bir göstergesi.

La Grande Bouffe yansıttıklarıyla izleyenleri o kadar kendinden soğutmuş ki Catherine Deneuve bile filmi izledikten sonra o sıralarda birlikte olduğu Mastroianni ile bir hafta boyunca konuşmamış ve iletişimini tamamen kesmiş. Filmin sinopsisini okuduğunuzda yemek yemenin bu kadar abartılacak bir konu olmadığını düşünebilirsiniz ancak sonunu düşünmeden sorumsuz bir şekilde sonsuz tüketimin bugün dünyaya ne kadar zarar verdiğini düşündüğümüzde aslında çok masumane gibi gözüken yemek yeme durumunun son derece ciddi bir eylem olduğunun farkına varmak güç olmayacaktır.

Elbette filmde altı çizilen en önemli unsurlardan biri de, “hayatta güzel ve ulaşılması zor olan her şeyin” tüketilmesi yoluyla aslında tüketen öznenin de tükenmesi ve yok olma sınırına gelmesi, kendi absürt varoluşunun yansımasına şöyle bir bakıp gülümsedikten sonra da kendini, benliğini, varoluşunu sonlandırması. Çünkü filmde yemek sadece tüketimin değil, aynı zamanda etik, kültürel, toplumsal, varoluşsal çöküşün de metaforu. Bu noktadan sonra filmin her seyirciyi kendi zihninde nerelere taşıdığı, midesini ne kadar bulandırdığı ise tamamen o zihnin labirentlerine bağlı.

Marco Ferreri, böylesine ciddi, bir anlamda da hassas olan “tüketim” konusunu filminde yansıtırken konuyu oldukça eğlenceli sayılabilecek unsurlarla birleştirmiş. La Grande Bouffe her ne kadar alt tabanında ciddi eleştirel unsurlara sahip olsa da bunu kesinlikle belgesel havasında, didaktik unsurlarla göstermiyor.

1972 yapımı Luis Buñuel filmi Le charme discret de la bourgeoisie’de de “yemek” unsurunun hicivsel anlamda anlatıyı nasıl daha katmanlı hale getirdiğine şahit oluruz. Peş peşe çekilen bu iki film aktardıkları hikayelerin paralelliğiyle dikkat çekiyor. Tıpkı Buñuel’in filminde olduğu gibi Ferreri’nin filminde de yüksek sınıfa mensup sosyetik insanların hayatlarında neredeyse bir amblem niteliğinde olan kulüpleri görürüz. Her iki filmde de yemek yemek gibi günlük yaşantıda herkesin yaptığı basit bir eylemin bu tip unsurlarla sıradanlık perdelerinin kaldırılıp eleştirilerin etrafının ince tebeşirle çizildiğini görebiliriz.

Marco Ferreri La Grande Bouffe’u yönettiğinde 45 yaşındaydı, o dönemde aşırı eleştiri alan film, bugün yönetmenin başyapıtları arasında sayılıyor. Örneğin Ferreri’nin önceki filmlerinden Dillinger Is Dead, klasik bir İtalyan draması olmasına rağmen fantezi ile gerçeklik arasında sıkışmış karanlık bir hiciv sunar. Michel Piccoli, Anita Pallenberg gibi isimlerin yer aldığı bu filmde, gece boyunca evine tıkılmış ve kendinden o kadar sıkılmış ki sonunda kendisine yabancılaşmış bir adamın hikayesine tanık oluruz. La Grande Bouffe da, ele aldığı konulardan biri olan yabancılaşmaya yönelik dışavurumları açısından benzer yapıdadır ancak Dillinger Is Dead kadar sürrealist değildir, daha gerçekçi bir çerçevede ilerler.

Ne Yiyorsan Osun
Spinoza’nın Ethica’sında, herkes kendi doğasının işleyişine, kurallarına göre ya iyi ya da kötüdür. Bu yüzden ya bir şeye zorunlu olarak iştah duyarsın ya da ondan süratle kaçınırsın. Herkesin kendi varlığını koruma çabası başka tezahürlerle ortaya çıkar. Marco Ferreri, La Grande Bouffe ile bu tezahürlerden sadece birine parmak basmış ancak bugün bile sinema ve dizi dünyasına baktığımızda “yemek” konusunun insanlığa yönelik eleştiri çeşitliliğini arttırmak için kullanıldığı oldukça aşikâr. Örneğin Netflix yapımı olan ve Galder Gaztelu-Urrutia’nın yönetmenliğinde tamamlanan Platform (El hoyo) ve Bong Joon Ho’nun yaratıcısı olduğu, şimdilerdeyse dizi olarak sunulan Snowpiercer gibi popüler yapımlar hala “yemek” gibi temel bir ihtiyaç üzerinden üretimlerine devam ediyor. Bir şeye iştah duymak insanın kendi özünde, temelinde yaşayan bir dışavurum olduğundan görsel dünyada da sık sık kullanılan “yemek” kavramı ile yapılan filmler, diziler, piyesler La Grande Bouffe’un öncesinde olduğu gibi sonrasında da şaşırtmıyor.

Yönetmen filmdeki karakterleri yüzeysel olarak tanımamıza izin verirken hiçbir karakterin arka plandaki hayatlarına dair herhangi bir bilgi izleyici ile paylaşılmıyor. Filmin başlangıcından beri tek bildiğimiz Philippe’in (Philippe Noiret) babasından kalan Paris’deki evinde toplanılıp bir yemek-eğlence festivali verildiği. Ev antika eşyalarla oldukça iyi dekore edilmiş, her yerde doldurulmuş hayvanlar var.

Yenilen yemekler arasında ise buzağı kellesi, Couves Ormanı’nda avlanmış geyik eti, salamura edilmiş kuzu gibi sofistike çeşitler var. Mekânın filmin kompozisyonuyla eş değer şekilde donatılmış olması bir anlamda filmi izlerken aslında ne yiyorsak o olduğumuzu, yani içimizde ne isek dışarıya da onun yansıdığını gösteriyor. Film boyunca doldurulmuş hayvanlar duvarlarda, evin köşelerinde dururken diğer yandan aynı hayvanlardan hazırlanan taze yemeklerin midelere indiriliyor olması, filmin bitişinde tüm yemekleri tüketen insanlarla yemeklerin ardında bıraktıkları bedenler arasında manidar bir ilişki çiziyor.

Ne Kadar Tüketirsen İçsel Yarana O Kadar Tuz Serpersin
Yemek yedikçe karakterlerin içsel problemlerinin, kişisel buhranlarının gittikçe azaldığını ve onlardan giderek uzaklaştıklarını tüm film boyunca hissedebiliriz. Burada kullanılan yemek aracı her ne kadar bir bedenin katharsisine ulaşımının zıddı olsa da Marco Ferreri elindeki malzemeyi öyle iyi harmanlamış ki aynı anda hem katharsis yaşayıp hem de aynı katharsisi reddetmek mümkün kılınmış. La Grande Bouffe’da her şey başlangıçta çok güzel; muhteşem bir menü hazırlanmış; insanın adeta yedikçe yiyesi geliyor. Ancak zaman geçtikçe, fark etmeden mide artık yeme sınırına yaklaşınca, rahatsızlık işaretleri ortaya çıkmaya devam ediyor. Buna rağmen yemek yeme ritüeli devam ediyor çünkü bu, tüketimde zirve yapmaya giden yolda en önemli dışavurum. Yönetmen filmde yemek yeme ihtiyacıyla cinsel ilişkiyi birleştirerek bir nevi her iki eylemi aynı potada eriterek onlara kendi dilinde eleştirel bir boyut kazandırmış.

Çektiği sahnelerde statik kamera kullanan Ferreri, izleyicinin açlığı, oburluğu geniş çerçeveden, bazen de doğrudan görebilmesini sağlamış. Film bugün, İtalyan komedi sınıfına giriyor ancak filmin sonunda herkesin tıkanmaktan yığılan bedenleri dünyaya açılan kapının önünde kötü kokular bırakan bir gerilim filmini andırıyor. La Grande Bouffe, 1973’de Cannes’da gösterildikten sonra jüri üyesi olan Ingrid Bergman’ın kustuğuna yönelik söylentiler var. Filmde de bol bol gördüğümüz kusma sahneleri, Bergman’ın böyle bir olay yaşamış olduğuna yönelik dedikoduları manidar kılıyor. Film, festivalde bolca ödülü eve götürdü ve zamanında çok da eleştirildi ancak bugün bu filme yönelik olumlu eleştiriler filmin anlatısını ve kendisini doğrudan evcilleştirmiş olduğuna işaret ediyor.

SON: Yemek, Seks, Koproloji ve Ölüm
La Grande Bouffe’u bugün izlediğimizde, onu günümüzdeki benzerlerinden ayrı tutacak olursak, bu yapımın sinema tarihindeki muadilleriyle karşılaşmak mümkün: Özellikle Pier Paolo Pasolini’nin Salo’su (1975) ve Walerian Borowcyk’in The Beast (1975) ve Peter Greenaway’in The Baby of Macon (1993) filmlerine yakın bir yapı sunuyor. Filmin genel çerçevesinden taşan Peter Paul Rubens, Gian Lorenzo Bernini, Hieronymus Bosch ve Pieter Bruegel havası da cabası.

Arrow Academy’nin 2015’te yayımladığı harika set hala satışta, ilgilenenlere duyurulur: Arrow Academy – La Grande Bouffe Blu-ray & DVD








