Yönetmenliğini Kentucker Audley ile Albert Birney’nin yaptığı Strawberry Mansion (2021) retro-fütüristik teması ve olabildiğine pastel renkleri ile seyircinin dikkatini üzerine çekiyor. Sinemada sürrealizm söz konusu olduğunda genellikle görünür bir bağlantı olsa da olmasa da sıklıkla David Lynch sineması üzerinden bir değerlendirme yapılır. Temelsiz David Lynch benzetmeleri bir yana, bu filme tam bir Lynch üslubu hakim denebilir. Onun psikanalitik tutumunu feyz alan, bireyin rüya sekanslarındaki sembolik karakterler ile uyanık yaşamı arasında köprüler kuran bir yapım Strawberry Mansion, aynı zamanda temel düzeyde alegori kullanmayı da ihmal etmiyor. Anlatısının merkezinde rüyalar olan filmin ayakları yere basıyor olmasına, tonlarca kilo ağırlığında bir çöl yaratığı gibi gözükmesine ve atmosferin en üst katmanlarında dolaşmasına karşın film sanki bir tüy gibi süzülüyor, yerçekimini hiçe sayarak seyircisinin bilincinde yeni bir gerçeklik oluşturuyor. Bunca şeyi seyircisine sunarken sanki çok karmaşık bir meseleyi derin suların dibinde anlaşılması, görülmesi zormuş gibi gösteriyorsa da seyirciye oldukça kolay ulaşan bir film. Kurduğu alegorilerin tamamı saydam bir camın ardındaymış gibi görünüyor ancak kimi noktalarda kendisini yarı saydam bir tülün ardına gizlemiş. Bu durum sayesinde seyircisine karşı bir saygı duruşuna geçiyor fakat aradaki mesafeyi samimiyete ulaşmayacak ölçüde tutuyor.

Film 2035 yılında Preble (Kentucker Audley) adlı bir vergi memurunu merkez alarak ilerliyor. Yansıtılan dünyada artık hükümetler insanların rüyalarında gördükleri şeylerden bile vergi almaya, hatta rüyalarımızı işgal eden reklamlar ile tüketim biçimlerimizi yönlendirmeye başlamıştır. Filmin açılışında Preble uzun süredir vergilendirmesi yapılmayan yaşlı bir kadının evine gider ve rüyalarını inceleyip derinlere indikçe Bella (Penny Fuller) ile aralında romantik bir ilişki boy göstermeye başlar. Bu romantik ilişkinin ilerleyen safhalarında Preble, Bella sayesinde rüyalarının reklamlar ile işgal edildiğini ve Bella’nın bunu engellemek için adblocker gibi çalışan bir kask icat ettiğini öğrenir.

İşler aslında tam da bu noktada kopmaya başlıyor diyebiliriz. Film bu ana kadar ufak tefek absürtlükler ile oldukça sıradan bir bilim kurgu gibi ilerlerken aniden sürrealizmin engin okyanuslarına, sahillerine ve çöllerine doğru uzun bir yolculuğa çıkıyor. Yolculuk boyunca Preble, Bella’yı arıyor, onunla olan vaktini biraz daha uzatmak için çabalıyor. Bunun yanı sıra filmin başından beri Preble’ın rüyalarını işgal edip onu çeşitli reklamlar ile taciz eden Buddy (Linas Phillips) karakterini görüyor, Preble’ın onunla olan mücadelesine tanıklık ediyoruz. Buddy için başlı başına kapitalizmin beden bulmuş hali denebilir. Tüketim çılgınlığını, insanların ihtiyacı olmayan şeyleri alması için ortaya attığı manipülasyonları ile seyircisine apaçık bir anlatı sunuyor.

Strawberry Mansion ve Uyanış
Film, medya şirketlerinin toplumun alışveriş geleneklerini nasıl değiştirdiği ve aslında hiçbir zaman ihtiyacımız olmayan şeyleri nasıl ihtiyacımızmış gibi gösterdiğini oldukça berrak bir biçimde aktarıyor. Bireyin medya şirketlerinin yönlendirmesinden kurtulabilmesi için iki aşamalı bir uyanışın gerçekleşmesi gerektiğini savunan Strawberry Mansion bunların ilkini rüyalar üzerinden ele alıyor. Filme göre yönlendirildiğimiz ve belli tüketim alışkanlıklarımızın kontrol edildiği, tüketim çılgınlığının hat safhada olduğu kapitalist sistemlerde ilk uyanışımız bunların varlığını kabul etmek ve bu yönlendirmelerden olabildiğince kaçıp özel alanımızı korumamızla olacaktır. İkinci uyanış ise bulunduğumuz bu sistemden tamamen uyanarak rüya halinden çıkmak, yani Strawberry Mansion’ın kurduğu alegori ile konuşacak olursak yanan evimizden dışarı çıkmamız ile olacaktır. Uyanık dünya ile olan bağını tamamen kopardığı sahnelere yani rüyalara bakacak olursak aslında yalnızca tüketim çılgınlığını ve kapitalizmi eleştirmiyor, aynı zamanda toplumun asla ölmediğini, yalnızca daimi bir değişim içerisinde olduğunu anlatısının unsurlarından biri haline getiriyor. Bunu yapmak için kimi zaman Bella’nın babası ile olan anılarından, kimi zaman da Bella ile Preble arasındaki aşktan destek alıyor.

Aslında müziklerin de tüm bu anlatıyı, filmin kendi içinde tanımladığı uyanışı desteklediğini söyleyebiliriz. Müzikler retro-fütüristik sanat tasarımına hizmet eder nitelikte olup dinlerken görsellikte sunulan pastel renklerin kulaklarınızda da canlanmasına sebep oluyor. Dan Deacon müziğini içerisine yapay bir koro ekleyerek, elektronik müzik aletlerini retro seslerle destekleyip filmin öyküsünü müziğe de yedirmiş, film ile arasında sıkı bir bağ kurmuş. Strawberry Mansion retro sanat üslubunu bu sayede yalnızca görsellikte bırakmayarak işitsel olarak da seyircisine hissettirmeyi başarabilmiş. Böyle bir filme de ancak bu tür ezgiler yaraşırdı zaten.

Yapım Hakkında
Oyunculuklar bu denli düşük bütçeli bağımsız bir filme göre oldukça göz kamaştırıcı, sizi filmin dünyasına girmeniz için yalnızca davet etmekle kalmıyor kolunuzdan tutup sürüklüyor. Fakat sizi o dünyaya çeken en önemli hususlardan bir diğeri ise teknoloji kullanımı. Strawberry Mansion bünyesinde CGI, stop-motion ve çeşitli teknolojileri kullanan görsel efektleri bulunduruyor. Bunları kendi boyutunun farkında olarak en minimal fakat en etkili şekilde kullanıyor. Bizleri karakterlerin rüyalarına ve kısmi gerçeklerine misafir olarak alabilmek amacıyla görselliğe bir araç, zihinlerimize açılan bir anahtar gibi davranıyor.

Filmin 16:9 oranında olması o dünyayı daha geniş bir sinematografi ile görebilmemize bu sayede düşsel dünya ile gerçeklik olgusunun birbirine daha sıkı kenetlenmesini sağlamış. Bu yüzden bu çerçeve oranının seçilmesini doğru buluyorum. Diğer yandan 4:3 olsaydı eğer çerçeve hikâye anlatımına daha çok destek olabilir, retro atmosferini daha iyi yansıtabilirdi. Bunun yanısıra ışık pek çok sahnede yalnızca sahneyi aydınlatmak için değil aynı zamanda kompozisyonu desteklemek için de kullanılarak ayrı bir seyir zevki sunulmuş. Elbette ışığa yalnızca kompozisyonu estetik göstermek için değil aynı zamanda anlatının temellerini oluşturan, eleştirilen ve karşı çıkılan hususların da bir kez daha altını çizmek için başvurulmuş.

Yazının başında da belirttiğimiz gibi film pastel renkleri yoğun olarak kullanıyor. Ayrıca seçtiği renkleri gerek sahneler arası geçişlerde gerek tek bir sahne içerisinde oldukça uyumlu bir şekilde harmanlıyor. Bu durum bizlere 91 dakikalığına da olsa yönetmenlerin gözlerinden, onların gördüğü renklerden dünyaya şöyle bir bakabilmemize olanak tanımış. Yönetmenler Birney ve Audley, sürrealist anlatılarında maddenin manayı kaybedişi, tüketim çılgınlığı, sömürge kültürü gibi onlarca konuyu tek potada başarılı bir şekilde eritiyor. Bu filmi yalnızca 20 milyon gibi düşük bir bütçeyle çekebilmiş olmaları da gerçekten taktiri hakkediyor. Yönetmenlerin önceki filmlerinden olan Sylvio’yu (2017) bir hayli deneysel ve amatörce bulmakla birlikte bu filmin oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Her ne olursa olsun Birney ile Audley bir sonraki filmlerinde bize neler gösterecekler diye merakla bekliyor olacağım.
