Hakkında onlarca makale yazılan, belgesel, söyleşi ve çeşit çeşit film analizi yapılan Blade Runner (1982) pek çok kişinin bugüne kadar çekilmiş en iyi bilim kurgu olarak gördüğü, zamanının ötesinde bir iş. Efsane yönetmen Ridley Scott’ın bugüne kadar yayımlanan 27 filminden belki de en çok öne çıkan, kendinden sonraki pek çok filmi etkileyen bir yapım Blade Runner. Philip K. Dick’in “Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?” romanından uyarlanan film, kitabın aksine din, inanç gibi konuları merkezine almıyor. İnce bir katmana sarılı olarak bünyesinde barındırsa da onları ana malzemeye katmaktan uzak duruyor. Bunun yerine toplumsal çöküş, ekolojik dengenin bozulması ve en çok da insan olmanın ne demek olduğu gibi sorguları merkezine yerleştiriyor. İnsan olabilmek için bir varlığın kendi iradesinin olması yeterli mi? Peki yaşanmışlıklar, anılar, tüm bunların insan olmak üzerindeki etkisi nedir? Ya da vicdan, merhamet, korku, üzüntü, endişe gibi duygulara sahip olan bir varlık, insan sayılabilir mi?

İnsandan Daha Özgür, İnsandan Daha İnsan
Blade Runner evreninde, aslında “Replicant” diye adlandırılan ve çok gelişmiş genetik teknolojiler ile üretilen yapay varlıklar, bir anlamda insandan daha insan bir konuma ulaşmıştır. Pek çok bakımdan bizden daha üstündürler. Zihinsel ve fiziksel olarak üstün olmaları bir yana, film boyunca gördüğümüz bütün insanlardan da daha duygusallar. Özgür iradelerini koruyabilmek için insanlarınkinden daha büyük bir çaba ile savaş veriyorlar. Filmin anlatısında insanların özgürlüklerinin çeşitli yollarla engellendiğini görüyoruz. Karşıdan karşıya geçmeye çalışan insanlar bile emirlere uyması beklenen robotlara, kölelere dönüştürülmüş. Sistem onlara ne zaman yürüyüp ne zaman hareket edeceklerine varıncaya dek kesin emirler veriyor. Sokaklar polislerin denetimi altında ve sürekli gözetleniyor. Bu filmde ışığın ve gölgelerin estetik anlamda mükemmel bir şekilde kullanıldığı doğru fakat ışık yalnızca göze hoş görünüp filmin neo-noir atmosferini desteklesin diye kullanılmamış: Filmde insanlar, özel alanları olması gereken evlerinde bile aslında denetimden kaçamıyor.

Yönetime ait olanlar dışındaki bütün kapalı mekanların içerisine dışarıdan devamlı olarak hareket eden ışık huzmeleri giriyor. Sanki gökyüzünde gezinen araçlar sürekli bir şey arıyor, evlerin pencerelerine ışık tutarak insanları gözlemliyorlar. Yönetim ve onun çevresindeki kurumlara geldiğimiz zaman ise durum değişiyor. Ofisleri dışarı ile bağlarını tamamen kesebilen ya da yalnızca saf güneş ışığı ile aydınlanan sistemlere sahip. Pencerelerin önünden geçen belirsiz ışık huzmeleri ya da rahatsız edici reklam sesleri yok. Eldon Tyrell’in (Joe Turkel) kişisel alanı olan yatak odasında ise hiçbir pencere bulunmuyor. Bu durum onun diğer insanlardan daha ayrıcalıklı bir mahremiyete sahip olacak kadar önemli bir kişi olduğunu göstermekle birlikte toplumdan ve şehrin geri kalanından da ne kadar kopuk yaşadığını bizlere gösteriyor. Taktığı gözlüklerin o denli kalın çerçeveye sahip olması da kör bir tanrının simgesi denebilir. Kendisini toplumdan tamamıyla soyutlamış.

İnsanların aslında hiçbir şekilde özgür olmadıklarını, hareketleri ve eylemleriyle daimî bir denetim altında tutulduklarını Rick Deckard (Harrison Ford) üzerinde de görebiliriz. Örneğin film boyunca ne zaman yemek yiyecek olsa Gaff (Edward James Olmos) LAPD (Los Angeles Police Department) adına yanında belirir ve yemeğini bölerek onlar için çalışmaya devam etmesi gerektiğini hatırlatır. Deckard aslında toplumun bir özetidir. Eylemleri iradesinin kalemi ile çizilir fakat bu yalnızca yönetici sınıfın denetimi altında olur. İnsanların pek çoğu artık duygusal yeteneklerini kaybetmiştir. Karşımıza çıkan insan karakterlerin hiçbirinde vicdan ya da empati göremeyiz. Öyle ki insanlar suçluluk hissine kapılmamak için en az kendileri kadar insan olan Replicant’ların öldürülmesine infaz değil emekliye ayırmak diyorlar. Halbuki baktığımız zaman replikantlar demir yığınlarının arasında karanlığa gömülen ıslak sokaklarda yaşadığını iddia eden pek çok sözde insandan daha insancıl güdülere ve davranışlara sahipler. Devasa şehrin kalabalığında oradan oraya koşturan kayıp ruhlar insanlığın ne olduğunu unutmuşken onların yarattığı yeni bir tür ortaya çıkmakta: İnsan 2.0…

Yaratıcıya Karşı Açılan Bir Savaş
Filmin açılış sahnesinde gördüğümüz göz ve gökyüzüne alevler saçan fabrikalar birkaç farklı yönden yorumlanabilir. Biz ilk olarak yaratıcısına karşı gelen Roy Batty’nin (Rutger Hauer) yolundan inceleyelim. Yazının ilerleyen kısımlarında diğer yorumlamalara da bakacağız. Los Angeles – Kasım 2019 yazısından sonra ekranda ilk gördüğümüz şey sanki göklere savaş açmışçasına yukarı doğru yükselen alevler ve buna karşılık olarak yeryüzüne şiddetle çarpan mavi yıldırımdır. Toprağın göğsünü yararak diktiğimiz demirden zigguratlar ise adeta kendimizi tanrı yerine koyuşumuzun bir sembolü. Ridley Scott, Tyrell şirketinin bina tasarımını bu şekilde seçerken onun kendisini artık bu dünyanın tanrısı olarak gördüğünü belirtmek istemektedir. Bir tanrı ve demir yığınları ile yağan yağmur altında boğulmakta olan “kulları”.

Ancak tanrı olmak için yalnızca göklere savaş açmak ve tapınağın tepesinde oturup çevresine müritlerini toplamak yeterli değil elbette. Bir yaratı ortaya koyması gerek. Kendi insanını yaratmalı. İnsan 2.0 ya da Nexus-6. Tyrell yalnızca sıradan Replicant’lar üretmiyor aynı zamanda onlara anılar yüklüyor, hayatlarını şekillendiriyor. Aynı oyun hamuruyla oynar gibi onları belli bir forma sokuyor. Öyle ki insana daha çok benzemeleri için onlara birer Replicant olduklarını dahi söylemiyor. Rachael (Sean Young) aslında gerçek bir insan olmadığını, anılarının tamamen sahte olduğunu öğrendiği zaman bir varoluşsal krize girer. Anıların önemini sorgulamaya başlar. Piyano derslerini hatırlıyordur fakat bunlar kendi anıları mıdır yoksa yüklenen anılardan mıdır emin olamaz. Kendi anıları olmasa bile o anıları kendininmiş gibi kullandığı için bunun bir değerinin olması gerektiğini düşünür.

Tanrısı ile yüzleşmeye gelen Roy’un onunla ilk karşılaştığı sahneye baktığımız zaman Tyrell’i beyaz kıyafetler içerisinde, adeta bir rahipmiş gibi görürüz. Roy ile olan konuşması da sanki doğrudan İncil’den alınmış gibidir. Odasında hiç pencere olmaması da bir yere kadar kilise ile bağdaştırılabilir. Kiliselerde vitray cam kullanılmasının birçok sebebinden biri de insanların dua ederken dış dünya ile bağlarını tamamen koparmalarına olanak vermektir. Aynı durum Tyrell’in odası için de geçerli. Dikkat etmemiz gereken bir diğer şey ise odanın içerisinde çok fazla mum olması. Teknolojinin bu denli geliştiği, sokakları aydınlatan tek şeyin neon ışıklar olduğu bir dünyada Tyrell neden odasını mumlar ile aydınlatır? Çünkü o artık kendisini tanrı ya da tanrının sağ kolu olarak görmektedir. Odasını bu şekilde mumlar ile aydınlatması, sarı ve siyahın tonlarına sahip renkler, Victoria Dönemi tarzındaki mobilyalar aklımıza doğrudan kiliseyi getirir. Roy, tanrısı ile olan konuşmanın ardından önce boynunu kırıp ardından elleriyle gözlerini oyarak onu öldürür. Vahşetten uzak bir yolla öldürebilecekken gözlerini oyarak sözde tanrıyı yok etmesinin sebebini Roy’un Tyrell’den öğrendiği bilgilere göre ömrünü uzatamayacağını, insan 2.0 olsa bile insanlar kadar uzun yaşayamayacağını anlaması ve bu yüzden içinde oluşan öfke, hayal kırıklığı gibi duygulara yorabiliriz.

İkinci bir yorum yapacak olursak Roy’un Tyrell’i öldürmeden hemen önce onu öpmesine dikkat etmemiz gerek. Roy’un bunu yapmasındaki amaç yaratıcısından yani babasından beklediği şefkat hissi, ona olan nefret ve sevgiyle olan çatışmalı duyguları olabilir. Roy bu noktaya gelene kadar babasının onu ölümlü olma lanetinden kurtarabileceğine inanıyor, tanrısı ile yüzleşirse ebedi yaşama ulaşabileceğinin hayalini kuruyordur. Hiç olmazsa insanlar kadar uzun yaşayıp hayatı biraz daha deneyimlemek istemektedir. Fakat babası onu yüz üstü bırakınca bugüne kadar ona karşı aynı anda hem sevgi hem de nefret besleyen Roy bu duygularını dışarı yansıttı. Asla bir insan olamayacağını bile bile onu dünyaya getiren ve ona eziyetler çektiren kişinin yaşamına son vermek istedi.

İnsan Toplumunun Çürüyüşü
Blade Runner evreninde insanlar hakikatin anlamını arama gayelerinden vazgeçmiş, hayatlarını eğlence ve zevk çizgisinde sürdürmektedirler. Kalabalık barlarda dans edip, sirk gösterisinden hallice şeyler izlemek için vakitlerini ve paralarını harcamaktadırlar. Türlü ahlaksızlıkların boy gösterdiği karanlık geleceği aydınlatan tek şey neon ışıklarıyken insanlar bu gezegen dışında başka bir gezegenin vaadi ile kandırılmaktadır. Bir nevi cennetin vaadidir bu. Cennetin hayali ile yaşamlarına devam eden insanlar artık varoluş amacı, insan olmanın getirileri, özgürlüğün ve esaretin anlamı, yaşamın vazgeçilmez güzelliği ve kırılganlığı gibi şeyler üzerine düşünmemektedir. Replikantları, özellikle Roy’u bu gibi sorgulanması gereken konular üzerine kafa yorarken görürüz. Yaşamının son anlarında bile onu insanlara ders verme ve bu sorguları yeniden hatırlamaları için çabalarken görürüz.

Fakat toplum artık bütünüyle değerlerini kaybetmiştir. Sokaklarda gezen insanlara şöyle bir baktığımız zaman fikirleriyle değil dış görünüşlerinin ilgi çekiciliği ile ön plana çıkmaya çalışan kişiler görürüz. Üzerlerine geçirdikleri absürt statüdeki kıyafetler onların kişiliklerini doldurmanın bir yoludur. Ridley Scott sokaklardaki insanların kostümlerinin bu şekilde olmasına karar verirken tek amacı ilgi çekici bir gelecek portresi çizmek değildi muhakkak. Sahte bir gelişmişliği de resmetmek istemişti. Bu durumu Deckard üzerinde de görmekteyiz. Kendisi boş vakitlerinde sokak satıcılarında takılıp evde viski içerek zaman öldürmektedir. Görev için gittiği bir barda Rachael’ı arar ve onun da oraya gelmesini ister. Fakat Rachael bunu reddeder; onluk bir yer olmadığını söyler. Bu durum yine replikant ve insan ayrımının bir göstergesidir. Bu konuda bakabileceğimiz bir diğer sahne ise Deckard’ın sorusu üzerine Rachael’ın Tyrell şirketinde bulunan baykuşun sahte olduğunu söylemesi. Baykuşun bilgeliği sembolize ettiği düşünülürse bu gönderme, sahte bilgelik anlamında kullanılmış. Dışarıdan bakıldığında her ne kadar gerçek gibi dursa da aslında yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. İnsanlığın bilgeliği artık replikantlara geçmektedir. Medeniyetimiz son zamanlarını yaşamakta, inşa ettiğimiz devasa yapıların görkemine bakarken büyülenmiş ve bilgeliğimizi kaybetmiş durumdayızdır. Bu durum filmin teması ile uyumlu olacak şekilde korkutucu olmak yerine dramatize edilerek gösterilmektedir. Çürümüş bir toplumun kurtarıcıları onlar tarafından yaratılan insanlar olabilir mi sorusu filmin bir noktasında kafamızı kurcalasa da buna ne yazık ki net bir cevap bulamıyoruz.

Gezegenin Karanlığa Bürünüşü
Açılış sahnesi için ikinci bir yorum yapacak olursak dikkat kesilmemiz gereken ilk nokta alevler ve yıldırımlar düşerken pencereden dışarı bakarak olanları izleyen mavi göz olacaktır. Adeta gezegenin ciğerlerine işleyen bir katliam yaşanır, toplum demirden tapınakların altında ezilirken, gücü elinde bulunduran sınıf türlü türlü insanlık dışı suç işlerken bunları gören, sessizliğini koruyarak yalnızca izleyen birileri var. Kimin gözü olduğu konusunda film bir açıklama yapmadığı için bu gözü toplum olarak düşünebiliriz. Olan bitenden her birimiz haberdar olsak, bu noktaya evrilişimizi her detayıyla görmüş olsak bile buna karşı mücadele etmemiş ya da edememişizdir. Bu durumun bir sebebi de üst sınıf ile arasını iyi tutmaya çalışan ve dediklerini sorgulamadan yapan insanlar: Bu bağlamda eğer kendi muhakememizi kullanmayıp körü körüne başkalarına güvenirsek olacaklardan şikâyet etme hakkımızı da çoktan kaybetmişiz demektir. Roy’un hem Hannibal Chew’i (James Hong) hem de J.F. Sebastian’ı (William Sanderson) öldürmesinin sebebi de yönetici sınıfın verdikleri emirleri ahlaki ya da insancıl sorgulardan geçirmeden gerçekleştirmeleridir. İnsan olmalarını sağlayan özelliklerini yani özgür iradeleri ile sorgulama yetilerini kaybetmişlerdir. Bu ilk başta sorduğumuz sorulardan birisine cevap veriyor. Blade Runner bir kişinin insan olmasını, sorgulama yetisi ile bağdaştırıyor.

Like Tears in the Rain
Filmin belki de en etkileyici ve en akılda kalıcı sahnelerinden birisi David Peoples tarafından yazılan Tears in Rain monoloğudur. Verilen röportajlara ve orijinal senaryonun ana taslağına göre Rutger Hauer bu monoloğun üzerinde bazı değişiklikler yapmıştır. Bunlardan en önemlisi eklemiş olduğu “All those moments will be lost in time, like tears in rain” (Yaşanan tüm anlar, yağmur altında dökülen göz yaşları misali, zamanda kaybolup gidecek) cümlesidir. Bu diyaloğun da sayesinde sahne, sinema tarihinde unutulmazlar arasında yerini almıştır. Rutger Hauer’ın mükemmel performansı, Vangelis’in içinde kaybolunası besteleri ile birleşince ekrandaki sahne tarifi olmaz bir deneyim haline geliyor. Bu sahneyi genel olarak inceleyecek olursak cevaplamamız gereken ilk soru Roy’un Deckard’ı neden öldürmediği olacaktır.

Bunun aslında çok basit bir cevabı var: Roy babası gibi olmak istememektedir. Babası yani onun sözde tanrısı, Roy’a daha fazla yaşam veremedi ama Roy’un elinde Deckard’ın hayatını biraz daha uzatabilecek güç mevcut. Ayrıca Sebastian ve Hannibal Chew’in aksine Deckard sorgulama yeteneğini hâlâ kaybetmemiştir. Film boyunca replikantları öldürmenin ne derece doğru olduğunu sorgulamakta, yaptığı işi zorunda bırakıldığı için yapmaktadır. Blade Runner için insan olmanın anlamının, sorgulamaktan ve bireye has duyguları barındırmaktan geçtiğini söylemiştik. Roy, Deckard’ı öldürmeyerek onu Sebastian ve Hannibal Chew’den ayırıyor, dolayısıyla onu insan yerine koyuyor. Fakat filmin, “yönetmenin kurgusu” versiyonunun sonunda öğreniyoruz ki aslında Deckard da bir replikant. İşte bu durum bizlere tekrar, insanların yerini replikantların aldığını gösteriyor. Bundan böyle “insan 2.0” sahnede.

İkinci bir yorum olarak Roy’un babasından ve insanlardan daha üstün olduğunu göstermek için Deckard’ı öldürmediğini söyleyebiliriz. Ölmeden önce elinde tuttuğu beyaz güvercin ile insanlara son bir ders vermek ister. Ölümü ile birlikte yağmur sularının bile temizleyemediği karanlık ve pis şehrin ortasından göğe doğru yükselen beyaz güvercini görürüz. Umudun hikayelerde bile unutulduğu bir dünyaya oldukça tezat düşecek bir güvercin. Roy ölüm korkusunun ve yaşama tutunma hırsının ne olduğunu belki de insanlardan çok daha iyi biliyordu. Bu yüzden Deckard’ı kurtarması oldukça öngörülebilir bir son. Yazının başından beri replikantların insandan daha insan olduklarını, onların İnsan 2.0 olduklarını söylüyoruz. İşte Roy insanların aksine duygularını hala kaybetmemiş, kendi yoldaşlarını öldürmelerine rağmen ölürken insanları affedip onları yozlaşmışlıkları, geri kalmışlıkları için suçlamak yerine bu dünyadaki kısa ömründe öğrendiklerini onlara aktarmaya çalışmıştır. İşte burada tam da kutsal kitaplardaki tasvire uygun bir kurtarıcı görmekteyiz. Çarmıha gerilip türlü kötülüğe maruz kalsa bile insanlardan ümidini kesmeyip affedici olan İsa Mesih ya da defalarca kez kulları için affedici ve bağışlayıcı olduğu söylenen bir Tanrı portresi ile karşı karşıyayızdır. Roy affediciliği ile hem Deckard’a yaşam vermiş hem de insanların aksine insani duygulara sahip olduğunu göstererek onların yozlaşmış yapılarını açığa çıkarmıştır. Fakat Roy’un da dediği gibi bu anların hepsi yağmurda yitip giden gözyaşları gibi kaybolacaktır.

İzlerken Soluyarak Hissettiğimiz Bir Dünya
Blade Runner set tasarımı ve Douglas Trumbull tarafından yönetilen, günümüz için bile yüksek seviyede olan görsel efektleri ile bize kendisini yalnızca izletmiyor aynı zamanda o dünyada yaşamamıza, sokaklardaki havayı solumamıza olanak sağlıyor. 80’lerde ortalama film yapım maliyetlerinin 6 milyon USD civarında olduğu ve Blade Runner’ın 28 milyon doları bulan bütçesi düşünülürse bu durum aslında çok da şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak ne yazık ki stüdyonun ortaya koyduğu bunca çabaya rağmen film gişede yalnızca 41 milyon dolar kazanabilmiştir. 13 milyon dolar kâr elde etmiş işte diyebilirsiniz fakat stüdyolar ortaya koydukları paranın en az iki katı kadar gişe görmeyi beklerler. Bu durum da Blade Runner’ın geleceği için çok iyi sonuçlar ortaya koymadı. Blade Runner çıktığı yıl efsaneler arasına girmese de ilerleyen yıllarda büyük kıymet görecek, kendinden sonraki pek çok filmi gerek sanat tasarımıyla gerekse temasında bulundurduğu unsurlarla etkileyecekti.

Philip K. Dick filmin çekim aşamasında kendisine hiçbir bilgi verilmemesinden şikayetçi olur. Ardından stüdyo yazarın ölümünden kısa bir süre önce kendisini stüdyoya davet ederek değiştirilen senaryoyu ve 20 dakikalık özel bir gösterimi paylaşır. Bu paylaşımları neticesinde Philip K. Dick tasarımlardan, görsel efektlerden ve senaryodan oldukça memnun kaldığını ve yaratılan dünyanın tam olarak onun düşündüğü gibi olduğunu söyler. Ayrıca senaryo konusunda filmin romanı, romanın da kitabı desteklediğini ekler. Ridley Scott filmin tasarım sürecinde set ekibine Amerikalı realist ressam Edward Hopper’ın Nighthawks tablosunu referans almalarını ve setlerin tablodaki atmosferi yansıtması gerektiğini defalarca tekrarlamıştır. Resmi şöyle bir inceleyecek olursak Ridley Scott’ın neden bu tabloyu seçtiğini kolaylıkla anlayabiliriz.

Tablo yalnızlık, dünyadan soyutlanmışlık üzerine kurulmuş. 1942 yılında çizildiği de düşünülürse bu aslında oldukça normal. Zaten sanatçı da tablo hakkında büyük bir şehrin yalnızlığını resmettiğini söylüyor. Aynı Blade Runner evreninde bize sunulan Los Angeles gibi. Kalabalık ve büyük olmasına rağmen insanların yalnız olduğu bir şehir. Sokağın karşısındaki binaya baktığımız zaman perdesiz pencerelerin ardında içi boş odalar görürüz. Bu bize filmdeki perdesiz dairelerin daima belli ışıklar ile denetlendiğini anımsatır. Aynı zamanda yalnızlık kavramına dikkat çekip bireyin toplumdan koparak kocaman apartmanlarda bile toplum olarak yaşayamayışını da anlatıyor olabilir. Aynı filmdeki gibi. Dükkanın içine baktığımız zaman ise kim olduklarını bilmediğimiz insanlar görürüz. Aralarından birisi yalnız başına oturmuşken tezgâhın diğer tarafında bir kadın ve adam görürüz. İkisi de hareketsiz şekilde oturarak gecenin akışında kaybolmuş durumdadırlar. Dükkânın içi insanı ısıtacak sıcak renklerle yansıtılmışken dışarıdan bakan bizim bulunduğumuz sokak soğuk renklerle tasvir edilmiştir.

Dükkânın dışarısında kalarak kendimizi yabancılaşmış ve yalnız hissediyoruz. Dükkânın önüne konan cam ve herhangi bir girişinin olmaması da bu duyguyu pekiştiriyor. Dışarının soğuk, içerinin sıcak renklerle yansıtılması ile oluşan zıtlığa filmde de rastlıyoruz. Sıcak renklerle ortamı aydınlatan neon ışıklarına tezat olacak şekilde dışarının duygusal anlamdaki karanlığı ve soğukluğu seyirciyi sarıyor. Kamera pek çok sekansta dışarının soğuğundan sahneyi bizlere gösterir. Tabloda fazla nesne kullanılmamış, gördüğümüz her şey Amerikan kültürünün gündelik yaşamındaki sıradan nesneler. Karşı sokaktaki boş dükkâna baktığımızda ise gözümüze çarpan şey yazarkasa olur. Vitrinlerin boş olmasına rağmen içeride bir yazarkasa olması bir zamanlar burada birilerinin olduğunun göstergesidir. Fakat artık terk edilmiş ve unutulmuştur.

Belki de yerine yeni gelecek birilerini beklemektedir. Aynı filmde insanların bıraktığı boşluğu doldurma potansiyeline sahip replikantları bekleyen insani duygular ve düşünceler gibi. Bunlar düşünülecek olursa zamanın durgunluğunu, insanların yalnızlığını ve suskunluğunu bizlere gösteren tablonun filmin tasarım sürecinde referans olarak kullanılması ve Ridley Scott’ın ekibine ısrarla bu tabloyu göstermesi oldukça mantıklı. Filmde gördüğümüz ziggurat benzeri yapıların, devasa binaların ve şehrin tasarımında fütürist İtalyan mimar Antonio Sant’Elia’nın tasarımları referans alınmış. Bunun yanı sıra filmde Syd Mead’in konsept tasarımları kullanılmış, dünya onun estetik anlayışı ile ekrana yansıtılmış. Blade Runner’ın bugün bile halen pek çok kişiyi etkileyip onlarca esere ilham olmasını sağlayan hususlardan birisi de bu kadar özen gösterilip onlarca harika insanın tasarımları ile şekillendirilmiş bir film olmasıdır. Arka planında yatan sanatsal ve tasarımsal çalışmalar filmi zamanının ötesinde, uzun yıllar unutulmayacak bir konuma taşmış.

Olimpos Dağı’ndan Dökülen Besteler
Mitolojiden ve dinlerden gerek senaryosuyla gerek görsel alandaki sanat tasarımıyla etkilenmiş bir filmde müzik için ayrı bir özen gösterilmese olmazdı. Blade Runner’ın müzikleri usta besteci Vangelis tarafından bestelenmiştir. Yunan asıllı müzisyen parçalarında da bu bölgenin ezgilerini ve Yunan mitolojisini hissettirmekten geri durmuyor. Hem elektronik düzenlemeler kullanıp hem de bunları mitolojik birer besteymiş gibi Blade Runner evrenine yedirebilmiş olması etkileyici bir başarı. Dinlerken adeta gelecekte geçen bir destanın arka planına dinleyici olarak katılmışsınız, sanki önlerinde neon ışıkları ve uçan araçlar geçerken keder dolu bir ezgi tutturmuş melekleri dinliyor gibi hissediyorsunuz. Aynı zamanda Vangelis filmin neo-noir atmosferine uyacak şekilde, bestelerini akılda kalıcı caz parçalarıyla da desteklemeyi ihmal etmemiş.

Son Söz
Blade Runner’ın sinema tarihi açısından oldukça önemli, hatta eşsiz bir film olduğu pek çok sinemasever tarafından kabul edilmiş bir gerçek. Kendisinden sonraki onlarca filme ilham verip onların öncülü oldu. Çıktığı dönem hak ettiği değeri tam olarak göremese de ilerleyen yıllarda bu açığı kapattı. Seyircisine “İnsan olmak ne demek” gibi derinlikli sorular sormaktan geri durmadı. Aynı zamanda son derece yetenekli sayısız insanın bir araya gelerek yaratıcılıklarını ellerinden geldiğince kullanıp oluşturduğu bir film Blade Runner. Bize kim olduğumuzu ve dünyada birey olarak varlığımızı nasıl koruyabileceğimizi anlattığı gibi, sürüden ayrılıp birey olarak düşünmemizi, özgür irademizle sorgulamalar yapmamızı da öğütlüyor. Eşsiz sanat tasarımları, romanını destekler nitelikteki senaryosu, karakterleri gerçek dünyada karşılığı olan bireyler haline getiren oyuncuları, geleceğin hayalinde kaybolmanızı sağlayan müzikleri ve daha övgüyü hak eden onlarca unsuru ile Blade Runner sinema tarihinin unutulmazları arasında. Daha önce izlemediyseniz en kısa zamanda izlemeniz tavsiyemizdir. Filmi seven okurlarımız için de güzel bir haber verelim, Amazon çatısı altında Ridley Scott’ın da dahil olduğu bir proje ile bir Blade Runner dizisi yapılmakta. Gelen söylentilere göre dizi 2099 yılında geçecek. Şimdiden iyi seyirler.

Bir Not
Film için böyle bir yazı yazmaya başlamadan önce araştırma ve okumalar yaparken Blade Runner ile ilgili onlarca ürün ile karşılaştım. Bunlardan en çok ilgimi çeken video oyunu ve masaüstü rol yapma oyunu oldu. 1997 yılında Westwood Studios tarafından yayımlanıp 2022 yılında enhanced edition olarak yeniden piyasaya sürülen Blade Runner, point and click türünde oynanışa sahip. İçerisindeki hikayeler filmdeki evreni koruyup üzerine farklı anlatılar ekleyerek devam ediyor. Örneğin oyunda karşılaştığımız The Tyger şiiri aracılığıyla, William Blake’in The Marriage of Heaven and Hell kitabından alıntı yapılarak “A fool sees not the same tree a wise man sees” sözünün kullanılması, öne çıkan detaylardan sadece biri. Fakat video oyunu bir yana esas ilgi odağıma koyduğum şey Free League tarafından geliştirilen Blade Runner RPG sistemiydi. Masaüstü rol yapma oyunlarına ilgi duyan kişilere denemelerini muhakkak tavsiye ederim. Blade Runner evreninde dedektif olup ekibiniz ile birlikte farklı davaları çözerek eğlenceli saatler geçirebilirsiniz. Burada sistemi uzun uzadıya anlatmak pek doğru olmaz fakat Blade Runner evrenini seviyorsanız ve o evrene kısa süreli misafir olmak isterseniz denenecekler listenize ekleyebilirsiniz.
