CARRIE: Kara Safranın Melankolisi ve Rahmin Histerisinden Doğan Kadın

Carrie’yi 1974 yılında Stephen King doğurdu, 1976 yılında Brian De Palma büyüttü. Ataerkillik karşıtlığı üzerine kurulan bu hikâyede anlatılan temel mesele kadınlık eşiğine dayanmış olan genç bir kızın püriten toplum içindeki cadı avcılarına karşı hayatta kalma mücadelesidir. 

Carrie White (Sissy Spacek), dindar bir kadın olan Margaret White (Piper Laurie) tarafından dünyaya getirilen ve dünyaya geldiği andan itibaren de bir günah tohumunun en parlak şer meyvesi olarak görülen, bastırılmış bir kızdır. Bates Lisesi onun için aşağılanma ritüelleri gerçekleştiren ikincil bir cehennemdir. Birincil cehennemi ise elbette, annesiyle beraber yaşadığı ev olarak ortaya çıkar. Alfred Hitchcock imzalı Psycho (1960) filminin baş karakteri Norman Bates isminin ilham olduğu bu lisede iyi olan tek şey, Carrie‘ye daima destek olan ve onu korumak için elinden geleni yapan öğretmen Miss Collins’in (Betty Buckley) varlığıdır. Bu koruma ve kollama arzusu, kadın dayanışmasının bir örneği niteliğindedir aynı zamanda.

Carrie‘nin hayatının dönüm noktası sayılabilecek olay ona karşı her türlü vicdan dışı hareketi yapmış olan sınıf arkadaşlarının önünde gerçekleşir. İlk regl kanı Carrie‘nin bilgisiz gözlerinde ölümcül bir işaretten daha fazlası değildir. Yardım istediği diğer kızlar tarafından tampon ve ped yağmuruna tutulur. Ve bu aşağılama ritüelinde ilk taşı atan elbette ki günahsız olan değildir. 

Bu noktada Antik Roma’nın en önemli tıpçı ve düşünürlerinden Claudius Galenus’dan bahsetmek yerinde olacaktır. Kendisi Hipokrat’ın belirlediği salgıları belirli mizaç özellikleri ile ilişkilendirmiştir. Bir insanda kan baskınsa o kişi neşeli ve hareketli, balgam baskınsa sakin, ilgisiz ve ağırkanlı, kara safra baskınsa melankolik, üzgün ve düşünceli, sarı safra baskınsa asabi, sinirli ve telaşlı olmaktadır. Hipokrat‘a göre bu sıvıların orantıları uygun değilse yani armoni bozulduysa hastalık gelişir. Ve yine Hipokrat’ın görüşü kadının dişil yapısı nedeniyle doğal olarak hasta olduğu yönündedir. Regl olmanın kadınların regl öncesi gerginliğine çare olduğunu söyler ve bu sayede kötü ruhların vücuttan atıldığını savunur. Fakat mizojinist (kadın düşmanı) ve bağnaz toplumlarda bu kanamanın kendisi başlı başına kötü bir ruhtur. 

Antik Yunan’da regl kanı tıp alanında, ayrıca tarımda (nitrojen bakımından zengin olduğundan) gübre olarak kullanılırdı. Buna rağmen Romalı doğa bilgini Yaşlı Plinius, regl döneminin kadın üzerindeki etkisini Doğa Tarihi adlı eserinde şu sözlerle anlatır; “Bir bakışı aynaların ferini söndürür, çeliği köreltir ve fildişini perdahından eder. Öyle ki oğul veren arılar görse onu, oracıkta ölüverirler.” Antik Yunan’da gübre olarak kullanılan regl kanı, tarih sayfasında zaman içinde kirli olarak görülmeye başlanmıştır. Örneğin Romanya’da, bitkilerin yetiştiği toprağa kazandırılan bu kanı akıtan kadınların regl dönemlerinde çiçeklere dokunması yasaklanmıştır, çünkü dokundukları anda çiçekleri solduracaklarına inanılmıştır.

Bu inançtan yıllar öncesinde ise Başpiskopos Theodore regl olan kadınların kirli olduğu gerekçesiyle kiliseye ziyaretlerini yasaklamıştır. İncil’de ve Eski Ahit’te regl döneminde olan kadınlar kirli sayılmıştır. Bu yüzden Dominique Christina regl görmeye yönelik tüm bu önyargıların din temelli olduğunu savunur. Din temelli önyargılar kültürel önyargıları doğurup kültürlere özgü “tecrit” yöntemlerine sebebiyet vermiştir. İtalya’da regl olan bir kadının hamura dokunmasının hamurun kabarmasına engel olacağına inanılması, Japonya’da regl olan kadınların mutfağa girmelerinin istenmemesi benzer örnekler arasındadır. 

Hipokrat, regl olmayan bir kadının burnunun kanamasını bile faydalı bulur çünkü bu şekilde kendisini zehirleyen fazla kanı tahliye ettiğini savunur. Bu kan tahliye edilmezse kadınlarda histeri belirtileri görülür. Latince rahim anlamına gelen histeron kelimesinden türeyen bu rahatsızlık 16.yy’a kadar uterus / rahim kaynaklı olarak görülmüştür. Yine Antik Yunan’da kadınların sinirli, melankolik ve aşırı gürültülü olmalarının rahmin iç hareketliliğinden kaynaklandığı düşünülürdü. Rönesans döneminde histeri hastası olan kadınlar cadı oldukları gerekçesiyle yakılıyordu. Dörthe Birket’in Antik çağda melankolik kişilerde baskınlaştığına inanılan kara safranın kadın kanı ile yan yana düşünülebileceğini söylemesi de başka bir örnek.

Ne var ki tüm bu bağnaz ve püriten düşünce yapısına sahip kişilerin veya toplumların göz ardı ettiği bir nokta son derece önemlidir: İngilizcede “lütuf”, “kutsama” ve “bereket” gibi anlamlara gelen bless kelimesi, aslında eski İngilizcedeki bledan (kanamak) kelimesinden gelir. İnsanoğlunun evrimine anaerkil düzende başlayıp sonrasında çok sert bir şekilde, zorla ataerkil düzene geçişinin bir başka kanıtı, kanın sözcük bağlamında geçirdiği bu değişim.

Carrie White‘ın ilk kanı ona utanç kaynağı olarak tanıtılmıştır. Özellikle annesi Margaret‘ın davranışları ve kullandığı cümleler, düzen içindeki kadınlığa, genel anlamda kadınlara bakışın bir temsilidir. Onu hayata getiren annesi bile Carrie‘ye bir cadı avcısı edasıyla yaklaşır, onu suçlar ve cezalandırır. Ceza çekmesinin tek sebebi kadınlığının somut bir kanıt ile kendini dışarıya akıtmasıdır. Kadınlık içeride durduğu sürece sorun yoktur, ne zaman ki dışarıya akar ve gözler önüne serilir işte o zaman iğrenme ve uzaklaşma ortaya çıkar. Bu durumdan utanmayan kadınlar ise “cadı” olarak nitelendirilirler. Korku dolu bir toplum için güçlü bir kadın tehdittir ve onu yaftalayıp uzaklaştırmak hatta bazı durumlarda ortadan kaldırmak gerekir. Carrie de bu yüzden cadı olarak nitelendirilir. Doğaüstü güçlerini ilk regl oluşundan hemen sonra keşfetmesi de Carrie’nin kadınlık eşiğine güçlü bir var oluş ile geldiğini göstermektedir. 

Bir “genç” kadının sadece kadın olma hikayesinin bir uzantısı da nefretin yarattığı nefrettir. Zalim, yolunu kaybetmiş veya yolu olmayana yaptıklarıyla onu zalime, yani kendisine çevirir. Gerçek canavarlar ise bir canavar yaratırlar ve daha sonra yarattıklarından korkup kaçarlar. Fakat Carrie‘nin hikayesinde kaçabilenler fazla olmamıştır çünkü Carrie’nin dönüştüğü şey saf nefret barındırmaz. İçinde cinsel ve kadınsal bir güç vardır. Tüm bunlar birleştiğinde Carrie korkulan bir kabus, cehennemde yanacak bir cadı haline gelir. 

İlk kan ve son kan, Carrie‘nin normlar düzleminde nasıl görüldüğünü kanıtlar. İlk kan ilk kadınlığın “kirli” kanıdır, son kan ise kadınlığın gücünün suni olarak somutlaştırılmış hali olan domuz kanıdır. Çünkü toplumsal bakışa göre domuz kanı ile güçlü bir kadının kanı eşdeğerdir. 

Carrie White‘ın var oluşu bir korku hikayesi değil, bir korkunun hikayesidir. Bu korkuya sahip olan Carrie değil çevresindeki mizojinistler, yobazlar ve zorbalardır. Kadınlığın birçok halini içinde barındıran 1976 yapımı olan bu film başlı başına kanların tahlili niteliğindedir. Bu hikâyede ve sinematografide okunması gereken şey kandır. Söz uçar, yazı kaçar ama bir damla kan aktığı yeri asla terk etmez. 

Berfin Tutucu

Bir Cevap Yazın