Polonya doğumlu yönetmen Robert Wiene’nin 1920 yapımı dışavurumcu filmi Dr. Caligari’nin Muayenehanesi (Das Cabinet Des Dr. Caligari) bu sene 100. yılını kutlarken, izleyenler üzerinde büyük etki bırakmaya devam ediyor. Günümüz izleyicisinin, içinde yer aldığı bu teknolojik çağa rağmen filmi çok yetkin bulacağı ve bir deha ürünü olarak göreceği aşikâr. Öte yandan içinde bulunduğumuz dönemde, biraz da çabuk tüketilip sindirilebilecek filmlerin bolluğu sebebiyle, bu tarz altyapısı zengin filmler gerçek anlam ve değerlerine kavuşuyor denebilir. Dr. Caligari’nin Muayenehanesi hem hükümetin kısıtlamaları hem de savaş sonrası sosyal bunalımlar sebebiyle kendi içinde sıkışıp kalmış bir milleti yansıtırken, bu kısıtlama ve baskıların bir milletin kendini ifade ediş tarzını ne derece etkileyebileceğini de gözler önüne seriyor.

Film 1. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış yorgun ve bitik Almanya’da, küçük bir kasabada geçer. Yapım tarihinin kronolojik olarak I. ve II. Dünya Savaşı yılları arasında ve Weimar Cumhuriyeti döneminde yer alıyor olmasından ötürü ayrı bir öneme sahip olan film, birçok politik mesaj ve sosyal ipucu içeriyor. Bu ipuçlarıyla ilgili en çarpıcı kısım ise, çoğunun bilinçaltının yansımasıyla, senaryoyu yazanlar veya filmi yöneten kişi fark etmeden açığa çıkması ve kolektif bir durumu, istemsizce dışa vurması.

Görsel açıdan değerlendirilecek olursa, öncelikle savaş sonrası ekonomik buhran sebebiyle ortaya çıkan maddi yetersizliklerin yarattığı durumlar göze çarpıyor. Almanya’daki elektrik kullanımı kısıtlaması sonucunda filmde ışık kullanımı iyice zorlaşıyor. Bu durumun üstesinden gelmek için başvurulan el yapımı dekorlar göz dolduruyor. Ayrıca filmde zemin ve duvarlar bir gölge havası verecek şekilde boyanmış durumda. Buna ek olarak kısıtlı bir alana sahip olunduğundan, yönetmen Wiene çareyi filmi alışılagelmedik açılarla çekmekte buluyor. Tüm bu sosyal ve maddi çerçeveyle birlikte, ortaya halen kendisinden söz ettirmeyi başaran, görsel ve anlamsal zenginlik dolu, neredeyse hiç düz açısı bulunmayan bir film doğuyor.

Gerçeklik Algısını Yitirmek
Alman Ekspresyonizmi’nin en önemli temsilcilerinden biri olan bu film için görsel olarak kesinlikle hayret uyandırıcı diyebiliriz; geometrik şekiller, sivri uçlu yapılar, sert açılar, sürreel kapılar, teatral dekorlar ve oyunculuklar, aşırıya kaçan makyajlar… Hepsi izleyiciye korkunç bir rüyadan fırlamış izlenimi verebilme özelliğine sahip. Ayrıca film sessiz sinema dönemine mensup olduğu için karakterlerin oyunculukları ve mimikleri ekstra önem taşıyor. Mimikleriyle aktarılması gereken her şeyi olduğu gibi aktarabilen oyuncular bulunduran filmde herhangi bir açıklayıcı yazı veya ses konulmasaydı bile filmin yine de başarılı olacağından eminiz adeta.

Filmde delilik hissiyatını tam verebilmek adına abartılı bir teatral hava var, ancak bu durum filmin gerçekliğinden ve inandırıcılığından hiçbir şey kaybettirmiyor. Görüntülerin bu kadar sürreel olduğu düşünülürse, böyle bir filmin bu kadar gerçek hissettiriyor olması çok tuhaf aslında. Ancak burada metnin vuruculuğu ve izleyiciyi içine alışı, verilen duyguların gerçekçiliği devreye giriyor. Zira bu filmdeki dışavurumculuk, çarpık yapılar ve açılar aslında dönemin bitik Almanya’sını sembolize ediyor. Yaşadığı savaş ve içinde bulunduğu bunalımdan ötürü “gerçeklik” algısından tamamen kopmuş olan Alman milleti, bu bunalımını ve genel durumunu en iyi bu şekilde ifade ediyor: Gerçeklikten tamamen uzak, şüphe ve korku dolu, içinde güven olmayan bir dünya… Yuvası yıkılan, otorite figürlerinin güvenilmez olduğu dünyalarında içsel karışıklıklarını bu şekilde dışa vuran bir toplum. İçlerindeki çarpık dünya en iyi çarpık açılarla ve geometri kullanımıyla aktarılabiliyor. Film bu açıdan Munch tablolarını anımsatıyor ve bir milletin çığlığını savuruyor perdeye.

Otorite ve Tiranlık Arasındaki İnce Çizgi
Her şeyin panayırda bir uyurgezerlik gösterisiyle başladığı filmde bir tiranı ve onun kuklası Cesare’ı (Conrad Veidt) görüyoruz. Bu tiran-kukla ilişkisini yönetici-halk ikiliği şeklinde görmek olası. Filmde önce deli olduğu ortaya çıkan ve özgürlüğüne el konulan kişi Dr. Caligari (Werner Krauss). Ancak filmin sonu bize başka bir şey söylüyor. Filmin sonunun aslında planlanan şekilde gitmediği ve politik açıdan sorun olmaması için değiştirildiği de söylenenler arasında. Bu sebepten filmi en sonuna göre değil, tüm film boyunca gördüklerimize ve Caligari’nin insanları öldürmek için kukla kullanan delirmiş bir adam olduğu bilgisinin verildiği kısma göre değerlendirmek gerekiyor. Otorite figürü olan bir kimseyi deli olarak göstermeye yanaşmayan Wiene, orijinal senaryoya her şeyin bir illüzyondan ibaret olduğu sonunu ekliyor.

Filmdeki yakın plan çekimler, karakterlerin yüz ifadelerindeki ayrıntıları keşfe çıkmamıza olanak sağlıyor. Böylelikle formalist film teorisyeni Béla Balázs’ın da dediği gibi, sessiz filmin inanılmaz bir getirisi olan “çehre” kavramına ekstra dikkat kesilmek suretiyle altındaki anlamı yakalayabiliyoruz. Yine Balázs’ın bahsettiği gibi, bir yüz ifadesi herhangi bir romancının kelimelerle aktarabileceğinden çok daha fazlasını aktarıyor insan ruhuyla ilgili. Yüz ifadesi bilinçsizce oluşturulan, bilinçaltındaki gizleri açığa çıkartan bir aracı olduğu için çehreyi ekstra büyülü ve de kuvvetli buluyor Balázs. Bu sebepten ruhtaki ikilikleri, çelişkileri ve yanılgıları birebir gösteren yakın plan kullanımını yüceltiyor. [1]

Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’nin film boyunca bu açıklamaya birebir uyduğunu görüyoruz. Yakın plan çekimler bazı karakterlerin umutsuzluğunu, korkularını ve dehşetini, bazı karakterlerinse, mesela Caligari’nin, şeytani düşüncelerini, deliliğini dışa vuruyor ve bir sessiz film olarak herhangi bir sesli filmin diyaloglarla aktarabileceğinden çok daha fazlasını aktarıyor. Karakterlerin ifadeleri abartı makyaj ve oyunculukla daha da canlı kılınıyor ve her şeyden önemlisi daha da kuvvetli bir anlatıma bürünüyor.

Hitler Döneminin Ayak Sesleri
Bir başka film teorisyeni Siegfried Kracauer’ın görüşüne göreyse, Caligari ile Hitler arasında direkt bir bağ kurmak hayli mümkün. Beyin yıkama ve kandırma konusunda ikisinin birçok ortak özelliği olduğunu belirten Kracauer, Almanya’nın kendisine bir yön gösterecek otorite figürünü aradığı dönemde Hitler’in ortaya çıkışını ve halkın ona körü körüne bağlanmasını Caligari’nin Cesare’yi ayakta uyutmasıyla bağdaştırıyor. [2]

Cesare burada kötüye kullanılan ve kendisinden faydalanılan kişiyken aslında tek başına tüm bir milleti temsil ediyor. Filmde birçok kişinin ölümüne sebep olduktan sonra açığa çıkıyor ki aslında Caligari obsesif ve deli bir adamdan başka bir şey değil. Bunun sonucunda hak ettiğini bularak akıl hastanesine kapatılıyor. Tiranlık seviyesine varmış neredeyse her yöneticinin delilik ile dahilik arasında ince bir çizgide yürüdüğünü göz önünde bulundurursak, Caligari’nin çok zeki ve öncü bir doktordan akıl hastası bir caniye dönüşümünü kolaylıkla kavrayabiliriz.

Filmin hassas ve insana dokunan noktalarından bir tanesi, her şekilde yönlendirilebilen bir karakter olmasına ve cinayet işleyebilen bir caniye dönüştürülmüş olmasına rağmen Cesare’nin Jane’i (Lil Dagover) öldürmekten bir anda, insan olmayı hatırlaması ve Jane için bir şeyler hissetmeye başlaması sebebiyle vaz geçmesi. Bu durum böylesine bir kandırılmışlığa ve uyutulmuşluğa, insan olmak ve içten hissetmek yollarıyla karşı konulabileceğini gösteren bir alt metin taşıyor. Dr. Caligari’nin Muayenehanesi zamanının çok ötesinde yer alan müthiş bir yapım ve daha uzun yıllar öyle kalacak gibi de gözüküyor. Tekrar tekrar izlenmesi ve üzerine düşünülmesi gereken bu film, günümüz izleyicisinin bile içerisinde kendi hayatından esintiler bulabileceği bir hazine.
[1] Béla Balázs’ın Film Theory and Criticism kitabındaki “The Close-up” adını taşıyan metinden örneklemedir.
[2] Kracauer, From Caligari to Hitler: A Psychological History of the German Film adını taşıyan kitabında bu konuya değinir.

Editörün notu: Yazarımız Ece Mercan Yüksel bu yetkin ve okuması keyifli, sinema sevgisiyle yoğrulmuş yazıyı kaleme aldığı sırada, kurucu yazarımız Burcu Meltem Tohum da 70. Berlinale’yi takip etmek üzere Berlin’de bulunuyordu ve hem festival kapsamında düzenlenen Das Cabinet des Dr. Caligari‘ye adanmış bir sergiden, hem de sinema müzesinden çektiği fotoğrafları Dial M for Movie ile paylaşıyordu, biz de bu yazının sonuna söz konusu fotoğraflardan bir seçki eklemek istedik.










