Türkçe’ye Yaşamak olarak çevrilen Ikiru, 1952 yapımı bir Akira Kurosawa filmi. Kurosawa’nın çok bilinen epik filmlerinin yanı sıra Ikiru da kendine has özellikleriyle başköşeyi hak ediyor. Film, savaş filmlerinin macerasından, parıltısından ve şanından uzak, kendi halinde yaşayan bir bürokratın son günlerini konu ediniyor. Çekimler sırasında 47 yaşında olan Takashi Shimura filmde çok daha yaşlı olan Kanji Watanabe‘yi canlandırıyor. Kurosawa’nın 7 Samuray (Seven Samurai) ve Raşomon (Rashomon) gibi filmlerinde de oynayan Shimura, Kurosawa’nın birlikte çalışmayı sevdiği aktörlerden. Başlarda dik duran bir adam olarak gördüğümüz Watanabe, yakında öleceği bilgisinin yükü sırtında arttıkça, gitgide kamburlaşıyor. İçindeki ve sırtındaki o soyut yük karşımızda oldukça somut bir nesneye dönüşüyor. Günlerini durmadan aynı ofiste bir belge yığını arasında geçiren ve bunu hiç sorgulamayan Watanabe’nin hayatı bir gün hastanede değişiyor. Sürekli olarak mide problemleriyle boğuşan Watanabe’nin aslında kanser olduğunu öğreniyoruz.

Filmin anlatımı açısından başlangıcı büyük önem taşımakta. Zira açılışta bir röntgen filmi eşliğinde, bir anlatıcının sesini dinliyoruz yalnızca. Bu anlatıcı bizlere Watanabe’nin kanser olduğunu, ancak onun bunu bilmediğini ve bu adamın bugüne kadar hiç yaşamamış olduğunu söylüyor. Bu oldukça dokunaklı ve çarpıcı bir açılış. Çok az ömrü kaldığını fark eden Watanabe, yaşamayı öğrenmek uğruna önemli bir içsel yolculuğa çıkıyor. Tıpkı bir bebeğin emekleyerek etrafını keşfe çıkması ve yalpalaması gibi, Watanabe de, yıllardır içinde yer aldığı bu dünyada ne yapması gerektiğini bilmiyor. Oradan oraya savruluyor. Doğduğundan itibaren belli bir sistem içine oturtulmuş ve o sistemin bir milim bile dışına çıkmamış, çıkmayı da bilmeyen bir toplum bireyi olarak sarsılıyor Watanabe, afallıyor.

Kendisine yaşamayı öğretmesi için bir yazar seçiyor ki bu tercih de manidar çünkü yaşamayı bilmeyen bir bürokratın yaşamayı bir sanatçıdan, özgür bir adamdan öğrenmek istemesi son derece güzel bir manevra. Parasını bile nasıl harcayacağını bilemiyor Watanabe, bir yol göstericiye ihtiyaç duyuyor. Şehrin gece kulüplerinden kumarhanelerine kadar her yeri gezen Watanabe, oldukça fazla alkol aldıktan sonra bir anda çok eskilerden kalma Aşık olun bakireler şarkısını söylemeye başlıyor ve herkes durup onu dinliyor. Watanabe’nin buradaki halinden de anlaşılabileceği üzere, yaşam yazarın gösterdiği gibi bir anlam ihtiva etmiyor onun için. Yine arayış yollarına düşüyor.

Değişmekte Olan Kültürün Yansımaları
Film Japonya’daki bürokrasiyi eleştirirken bunlara ek olarak bozulmakta olan aile bağlarına da ışık tutuyor. Çocukların evin otorite figürü olan babayı artık dinlemeyişleri ve üst nesilleri ancak üstlerinden para kazanılacak varlıklar olarak görmeleri, aile bağlarının uğradığı bozgunu ve artık ortada saygı diye bir kavramın kalmamış olmasını gözler önüne seriyor. Bu hikâye izleyicinin aklına yine bir başka Japon filmini getiriyor. Yasujirō Ozu’nun 1953 yapımı Tokyo Hikâyesi (Tokio Story) filminde nesillerin artık birbirini anlamadığını, aile hayatında kopmalar yaşandığını görüyoruz. Dolayısıyla diyebiliriz ki bu tema 1950’li yıllar için Japonya’da öne çıkan konular arasında.

Durumun bir de öteki yüzünden bahsetmek mümkün; Watanabe tüm hayatını oğlu için harcadığını ve onun için yıllarca çalıştığını belirtirken, Toyo Odagiri (Miki Odagiri) genç bir bakış sağlıyor duruma, farklı bir perspektif sunuyor. Oğlunun Watanabe’den böyle bir isteğinin olmadığını belirten Odagiri bunun tamamıyla Watanabe’nin tercihi olduğunu söylüyor. Japon kültürüne ek olarak Türk kültüründe de sıkça rastladığımız bu durum Watanabe’nin bu serzenişini anlamamıza yardımcı oluyor. Asya kıtasındaki ülkeler gibi birbirine çok bağlı ve kolektif olarak yaşayan kültürlerde ailedeki kişilerin birbirleri için birçok şeyi feda etmesi ve sonradan bu konuda serzenişte bulunması olağan bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Ancak genç kız kendi bakış açısıyla bunun ebeveynin kendi tercihi olduğunu, bir evladın bunun için suçlanmaması gerektiğini söylüyor. Bu da değişen ebeveyn – çocuk ilişkisine ışık tutuyor ve iki tarafın da yönünü görmemizi sağlıyor.

Yaşamak Öğrenilebilir mi?
Çareyi yaşamın anlamını aramakta bulan Watanabe, kendisinin iş yerindeki elemanı olan bu genç kızla vakit geçiriyor sürekli olarak. Onun neden bu kadar canlı ve hayat dolu olduğunu merak ediyor, onun iştahına adeta âşık oluyor. Odagiri ise artık yalnızca oyuncak yaptığını böylelikle Japonya’daki tüm çocuklarla oynayabildiğini söylüyor. Bu saf ve zoraki minimalist bakış açısı gücünü doğallığından, çabasızlığından alıyor. Nasıl ve neden bu kadar mutlu olduğu sorulduğunda Odagiri afallıyor çünkü mutluluk ulaşılan bir şey değil onun için. O yalnızca yaşıyor. Zaten yaşama hali onun için canlılık, keyif ve heyecan demek. Yokluk içine doğan ve öyle de devam etmek zorunda olan bir kızın bulabildiği en ufak şeyle bile nasıl memnun olabildiğini gören Watanabe bundan çok etkileniyor. Kızın gösterdiği o oyuncağın, ileride Watanabe öldükten sonra da evinde yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Çünkü o oyuncak Watanabe için amacının, yolunun, hedefinin bir göstergesi, yaşamanın ilk adımı. Tıpkı nefes almak gibi yaşamak da kendiliğinden yapıldığında anlamlı ve güzel; öte yandan nasıl yapılması gerektiği üzerine düşünüldüğünde aksayan ve bozulan şeylerden biri, yaşamak.

Hikâyenin dışına çıkıp yönetmenden bahsedecek olursak, Kurosawa’nın diğer tüm filmlerinde de gözümüze çarpan o sanatsallığını es geçmek imkânsız. Onun basit ve sade sayılabilecek bir konuyu bile müthiş bir şiirsellikle aktarması, izlenilen filmin damakta zaman geçtikçe şekillenen, değişen ve dönüşen bir tat bırakması Kurosawa’yı Kurosawa yapan ögelerden. İzlerken çok fark edilmeyen bir ayrıntı, film bittikten çok sonra izleyicinin aklına gelip yer edebiliyor, yapboz parçası gibi tam oturabiliyor yerine. Bu tarz uzun soluklu, kendi içinde bir yaşamı olan böylesine canlı filmler üretmek herkesin harcı değil kuşkusuz. Emin olunabilecek bir şey var ki o da filmin sonuna eşlik eden, karlar altındaki salıncağa binme görüntüsünün ve o huzurla, mutlulukla gülümseme ifadesinin kolay unutulabilecek sahnelerden olmayışı.

En Etkili Mizansen Ögelerinden Birisi Olarak Doğa
Kurosawa’nın filmlerine genelde doğa olaylarının eşlik ettiğini görüyoruz. Kurosawa yağmuru, rüzgârı ateşi, yangını ve ağaçları arka plan olarak kullanmayı, onların hareketlerini sahneleriyle birleştirmeyi çok seviyor ve de bunun ustası olduğu da şüphe götürmez bir gerçek. Sözünü ettiğimiz salıncak sahnesine yine bu şekilde arkada yağan karın eşlik ettiğini görüyoruz ve bu ikilik yani salıncağın yatay düzlemde hareket edişi, karın ise dikey olarak yağışı ve hızlarının uyumlu olması müthiş bir harmoni yaratıyor.

“Happy birthday” yani mutlu yıllar şarkısının, tam da Watanabe’nin yaşamak için neye ihtiyacı olduğunu bulduğu sırada, merdivenlerden inerken arkada söylendiğini görüyoruz. Üstelik bu şarkıyı söyleyenlerin çok genç insanlar olması bir tesadüf değil. Hâli hazırda Watanabe ile Odagiri konuşurlarken arka planda hep o hareketi, gençliği görmemize izin veriyor Kurosawa. Pekâlâ yalnızca diyalogdaki iki kişiyi de gösterilebilirdi ancak belirli bir tercihle bu kontrast gözümüze çarpılıyor: Ölümüyle nasıl başa çıkacağını bilemeyen Watanabe’nin çaresizliği, Odagiri’nin irkilişi, korkusu ve arka planda müthiş bir neşe ve enerjiyle süregelen bir “doğum günü” partisi. Gençlik, korkusuzluk, umursamazlık, yaşam için heyecan, saflık ve ölüm, tükenmişlik bir arada.

Bürokrasinin Ölüm Durgunluğu
Filmde en çok işlenen temalardan bir tanesi politikanın ikiyüzlülüğü olarak ortaya çıkıyor. İçki masasında Watanabe’nin anısına onun bu girişkenliğini devam ettireceklerine yemin eden eski çalışanları, belli bir süre sonunda bürokrasi çamurunun içine yeniden batıp orada kayboluyorlar. Başkaldırmak isteyen tek kişi ise çoğunluk usulünce bastırılıyor. İşyerindeki kişileri daima yığın halinde belgeler arasında göstermeyi tercih eden Kurosawa, insanların bu kâğıt tomarları arasında kayboluşuna vurgu yapıyor, zira konuşan karakterleri bile bazen araya giren bu kâğıttan devler sebebiyle göremiyoruz. Sabahtan akşama kadar işleri başkalarının üzerine atmak ve mühür basmakla geçen günler yıllara ve ardından da koskoca bir ömre dönüşüyor. Watanabe geç de olsa bu çarktan çıkmayı başarıyor, Odagiri de öyle. Fakat Watanabe’nin ölümüyle çirkin ancak bir o kadar da gerçek yönlerine tanık olduğumuz karakterler, hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar, tabii buna hayat denilebilirse.

Günümüz izleyicisinin 68 yıl önce çekilmiş bu filmi kendisine yakın bulacağı çok açık zira halen çoğu ülkede durum aynı. Bürokratların, Watanabe’nin ömrünün son aylarında tüm gücünü vererek, bitap haldeyken uğraştığı ve birçok kişiye yapılsın diye yalvardığı çocuk parkı projesinin, sırf halk tarafından beğenildiği için seçim arifesinde üzerine konduklarını görüyoruz. Politika, bürokrasi, herkesin inanılmaz meşgul olması ancak sonuç olarak hiçbir şeyin yapılmaması, sırf geçirilsin diye geçirilmiş olan vakitler, hiçbir şeye katkı sağlamayan seneler ve boş 20-30 yıllık işçi kutlama sertifikaları… Bunların hepsi hem o zamanların hem de günümüzün özeti olma özelliği taşıyor aslında.

Filmde bir adamın son günlerini onunla birlikte geçirsek de, aslında film boyunca Kurosawa bize onun bilincinde olmayan sahneleri sunuyor ve herşeye dışarıdan bir gözle bakmamızı sağlıyor. Bu nedenle, Watanabe’nin ölümüyle bitmiyor film, o öldükten sonrası da önem taşıyor. Ana kahramanın öleceğinin film başlar başlamaz söylenmesi inanılmaz bir ayrıntı çünkü bu şekilde, ana karakterin ölmesiyle her şeyin bittiği veya ana karakterin asla ölmediği birçok klasik yapıma kafa tutuyor. Gördükleri şeyin yakın zamanda bir sonunun olacağını izleyiciye sürekli hatırlatmakla birlikte, sürecin de önemli olduğunu ve bir insanın kısıtlı zamanda da olsa neler yaptığının bir manası olduğu fikrini aşılıyor. Görselliğine ek olarak taşıdığı mana açısından Ikiru hem çok değerli hem de insanın her yaşında farklı şeyler bulabileceği bir film.