Dietrich’in Dünya çapında ün kazandığı film olan Der Blaue Engel, Türkçesi ile Mavi Melek, 1930 yapımı bir Josef von Sternberg filmi. İkilinin izleyen seneler boyunca sürmeye devam edecek olan iş birliğinin temelini atan film, 1924 yılının Almanya’sında geçiyor. Aynı zamanda bir profesörün aşkını ve bu aşk sebebiyle düşüşe geçen hayatını konu ediniyor. Sessiz film döneminden kalma teatral havası, sokakların ve gölgelerin ekspresyonist bir biçimde gösterilmesi ve filmde kabarenin varlığı, yapımdaki öne çıkan ögelerden. Tüm bunlara ek olarak Marlene Dietrich’in bundan sonraki filmlerinde sık sık karşımıza çıkacak olan fetişleştirilmiş olma durumu da göze çarpıyor.

Orta yaşını aşmış ve bir lisede eğitim vermekte olan Dr. Immanuel Rath’ı canlandıran Emil Jannings filmde takdire şayan bir oyunculuk sergiliyor. Rath, öğrencilerini disipline etmeye çalışırken, onların sürekli olarak bir kabareyi ziyaret ettiklerini ve bir kadının fotoğraflarının elden ele dolaştığını fark ediyor. Olayı yerinde incelemeye karar veren Rath, soluğu Der Blaue Engel denen mekânda alıyor ve eğitimli, entelektüel görünümüyle oldukça zıt düşen bir yerde, kendini Marlene Dietrich’in canlandırdığı Lola Lola karakterinin yanında buluyor. Lola’dan bir hayli etkilenen Rath’ın Lola tarafından “sevildikçe” şekilden şekle giren yüz ifadesini yazıyla aktarmak bir hayli güç. Böylelikle yukarıda sözü geçen sessiz sinema geleneğini Jannings’in canlandırdığı karakterde ve yüz ifadelerinde sık sık görebiliyoruz. Öyle ki kendisi konuşmasa bile mimikleri konuşuyor Jannings adına.


Sevgi, Fedakârlık ve Düşüş Üzerine
Rath’ın ilgisine karşılık veren Lola, onu gerçekten de seviyormuş gibi görünüyor. Lola ile evlenmeye karar veren Rath, hâliyle meslekten atılıyor. Çünkü onun gibi saygın bir profesörün o şekilde “düşük” seviyeli bir kadınla evlenmesi kabul edilemez. Kendisini sevmeyen ve de sık sık alaya alan öğrencilerinden bir süreliğine kurtulan Rath, geçen senelerle birlikte tam bir alkoliğe dönüşüyor. Bununla birlikte kabaredeki kişiler üzerinde profesör unvanıyla oluşturduğu saygı da git gide kayboluyor. Oradan oraya kabare ekibiyle birlikte seyahat eden Rath, ister istemez zamanla bu ekibin bir parçası oluyor.

Akan zamanı değişen takvimlerden anlıyor oluşumuzun da dönemin sinemasının bir başka özelliği olduğunu buraya not düşelim. Eğer hatırlayacak olursak, filmin başında Profesör Rath kabareye adımını ilk attığında orada hiç konuşmayan, yalnızca mahzun mahzun duran bir palyaço (Reinhold Bernt) görmüştük. Takvim sayfaları atıldıkça, Rath’ın kabarenin palyaçolarından biri hâline geldiğini ve onurunun yerle bir edildiğini görmek gerçekten de büyük bir hüzün kaynağı. Bir erkek olarak onuru bütünüyle yok edilmiş, bir alkolik hâline gelmiş ve artık saygı görmeyen, aksine sürekli aşağılanmakta olan Rath ile gittiği yerlerde hâlen dikkat çeken Lola’nın evliliği eskisi gibi kalamıyor hâliyle.


Sahne İçinde Sahne ve Tiyatro Dramaturjisi
Filmin duygusal yükseliş anı tam da burada başlıyor. Evlendikten sonra Lola’nın artık bu şekilde çalışmasını kabul etmeyeceğini dikte eden adamdan bir anda karısının fotoğraflarını para karşılığında vermeye geçiş yapan ve akabinde palyaço olarak kullanılan, korkunç durumdaki Rath, kabarenin seneler önceki yerine, yani Mavi Melek’e döneceğini öğreniyor. Biletler tamamen satılıyor, çünkü tüm kasaba palyaço hâline gelmiş eski Profesör Rath’ı görmek, onu aşağılamak istiyor. Eski meslektaşları, öğrencileri ve komşuları, herkes orada yerini alıyor. Rath bir yandan bu durumun onur kırıcılığıyla baş etmeye çalışırken, diğer yandan da uğruna pek çok şeyi feda ettiği karısının umursamaz davranışlarına maruz kalıyor. Orada kabarenin Güçlü Adam’ı Mazeppa (Hans Albers) ile tanışan Lola, eşinin önünde onunla flört etmekten ve hatta kendisini odasına götürmekten erinmiyor.


Herkes tarafından tavuk olarak görülmeye ve “yumurtlamak” zorunda kalmaya bile bir şey demeyen Rath için bu son nokta oluyor elbette. Her şeye sevdiği karısı Lola için katlandığı düşünülecek olursa, ondan gelen bu darbenin bardağı taşıran son nokta olması oldukça normal karşılanabilecek bir durum. Ancak yine de tüm bunların yaşandığı an film tarihindeki en trajik sahnelerden birisi olarak kayda geçiyor.


O esnada sahnede tavuk taklidi yapmakta olan Rath, eşinin bir başka adamla gidiyor oluşuna da maalesef aynı şekilde tepki veriyor, yani gıdaklayarak ağlıyor, kapıları yumrukluyor. Rath akabinde sinir krizi geçiriyor ve onu izlemeye gelmiş olan onlarca insanı da yüzüstü bırakması onun kabaredeki son gününü işaretliyor. Gidecek hiçbir yeri ve parası olmayan Rath, eskiden eğitim verdiği liseye gidiyor ve orada tüm bu geçen senelerin yorgunluğunu atarcasına, eski sınıfındaki masada bir çocuk kadar masum bir biçimde uyuyakalıyor.

Taşınan Bir Elbise Olarak Feminenlik
Marlene Dietrich filmde oyunculuğuyla Emil Jannings kadar göze batmasa da sertliği ve duygusuzluğuyla içinde bulunulan zor koşullu dünyada hayatta kalmayı bilen bir kadın imajı çiziyor. Aynı kadın imajını Almanya’nın ayrı ayrı iki savaş dönemini ve savaş sonrası dönemlerini konu edinen bazı filmlerde görebiliyoruz. Kendisi aynı zamanda yazının başında sözünü ettiğimiz fetişleştirilmiş nesne olma durumunu gerek şarkı söylemesiyle ve yalnızca biz seyircilerin değil, filmin içindeki seyircinin de seyir malzemesi yani spectacle’ı olmasıyla, gerekse kıyafetleri ve üzerine geçirdiği feminenlik elbisesiyle yansıtıyor (makyaj yapması ve daima kostüm giyiyor olması onu film içerisinde ayrı bir sergileyici[1] konumuna sokuyor). Dietrich bu sayede hem filmin içindeki aranan ve fotoğrafları elden ele dolaşan, hem de sinema seyircisinin de izlediği film içerisinde aradığı, görmek istediği ve fetişleştirdiği bir obje hâline geliyor. Dietrich’in sonraki filmlerinde daha maskülen bir tavır takındığını ve bu şekilde tanınmaya başladığını da önemli bir ayrıntı olarak hatırlayalım.

Dietrich’i uluslararası üne götürmesi bir yana, filmin asıl ilginç ve önemli olan yanı bizce şu: Der Blaue Engel izleyicisini oldukça hızlı bir biçimde duygudan duyguya koşturabiliyor. Üstelik verdiği her duyguyu oldukça içten bir biçimde hissettiriyor. Bunda karakterlerin yüz ifadelerindeki tiyatro geleneğinden gelen kuvvetin etkili olduğu açık. Ancak yine de sesli veya sessiz, tiyatro geleneğine ait izlediğim hiçbir filmde karakterin içinde bulunduğu durumu bu derece iyi anlayıp, kendisi için hüzünlendiğimi hatırlamadığımı eklemeliyim. Dietrich’in Der Blaue Engel’den önce de pek çok çalışması var elbette. Yine de kendisini pek çok çevre tarafından tanınır kılan bu filmi izlemek ve bilmek yalnızca eskiyle yeninin amalgamını görebilmek adına bile olsa, gerekli.
[1] exhibitionist



Çok güzel bir yazı olmuş ellerine sağlık keyifle okudum.