Şili Özelinde Anlatılan Evrensel Bir Hikâye: RÜYANIN DAĞLARI

Patricio Guzmán’ın yönettiği, Cannes Film Festivali’nde Altın Göz En İyi Belgesel ödülünü alan Şili-Fransa ortak yapımı La Cordillera de los Sueños (2019), Türkçesi ile Rüyanın Dağları, 1 saat 25 dakika boyunca seyircisini Şili’nin geçmişine ve şimdisine ortak ediyor. Salvador Allende ve Şili Savaşı (La Batalla de Chile) gibi yapımlarla uluslararası alanda tanınan Guzmán, Rüyanın Dağları ile belgesel film alanında yeni bir kapı aralıyor. Guzmán bugün dünyanın önde gelen belgesel film yapımcılarından ve aynı zamanda Santiago Uluslararası Belgesel Festivali’nin de kurucusu olma özelliğine sahip.

39. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen belgesel, nefes kesici güzellikte bir görüntüyle açılıyor. Filmin tüm süresi boyunca Şili’nin pek çok doğal güzelliğine odaklanmak ve tadını çıkarmak mümkün. Hikâye en başta And Dağları’nı konu ediniyor gibi dursa da Guzmán ülkesinin doğal güzelliğiyle geçmişini, tarihini ve acılarını, aynı zamanda da Şili’nin insanlarının kişisel anılarını müthiş bir biçimde harmanlıyor. Belgeselde konuşan müzisyen, yazar, sanatçı veya yönetmen gibi hayatın farklı alanlarından gördüğümüz insanların Şili’nin sokaktaki taşına, toprağına, çocukluklarında gördükleri ve hatta içinde yaşadıkları binalarına, ama en çok da dağlara başka bir sevgi ve de bağlılıkla yaklaştığını görüyoruz. Yönetmenin kendisi senelerdir Şili dışında yaşıyor olsa da hep ve yalnızca Şili’den bahsediyor. Şili onun ulaşamadığı, geriye dönemediği, ancak çok sevdiği daimi sevgilisi adeta. Bu yüzden Guzmán hep onun hakkında yazıyor, düşünüyor ve yalnızca onu seviyor.

Acılarla Dolu Bir Toplumsal Hafıza

Uzun zaman önce, ülkeye diktatörlük hakim olduğunda terk ettiği ülkesini hâlen büyük bir sevgiyle ancak çoğunlukla da hüzünle anıyor yönetmen. Çünkü Şili kaybedilmiş, özel sermayeye kurban gitmiş, yabancılara satılmış; insanları katledilmiş, kültürü parçalanmış, bireyleri mutsuzlaştırılmış ya da yoksullaştırılmış. Herkese ait olması gereken güzellikler, dağlar, su ve nehir kenarları satılmış. İnsanlar gün be gün yalnızlaşmış, herkes adeta tek başınalaştırılmış. Bu durum ne yazık ki belgeseli izleyen pek çok kişiye tanıdık geliyor.

Rüyanın Dağları, Pinochet diktatörlüğü altında oradan oraya savrulan Şili’ye odaklanarak 70’li yıllara götürüyor izleyicisini. Bunun yanı sıra filmde sık sık değinilen acı gerçek şu ki, dikta rejimi bundan uzun zaman önce gitmiş olsa bile Şili eskisinden daha iyi bir durumda değil. Şili hâlen, belki de her zamankinden daha da fazla yalnız ve de öksüz durumda. Özellikle neo-liberal politikalar sebebiyle, Şili’nin ekonomisi diktatörlük bittikten sonra bile kötüye gitmeye devam etmiş. Dolayısıyla şu anda diktatörlük altında gibi görünmese de Şili o hasarı bir kez görmüş ve sonrasında da hiçbir şey düzelmemiş. 1973 ile 1990 yılları arasında dikta rejimi ile yönetilen ülke, tam 17 sene boyunca sayısız katliam, hak ihlâli ve acı görmüş.

Tarih Boyunca İnsan ve Değişmeyen Hükmetme Arzusu

Rüyanın Dağları’nın sık sık eski kamera görüntülerine yer veriyor olması geçmişten günümüze Şili’yi anlatırken gerçeklik hissini yakalamada ve seyirciyi gerçek bir tarihe tanık ettirmede büyük önem taşıyor. Öğrencileri, yaşlıları, kadınları ve de genç erkekleri yürüyüş yaparken, polisi de bu yürüyüşe müdahale ederken görüyoruz. Seneler önce gerçekleşen ile bugün gerçekleşmekte olan arasında hiçbir fark yok. Hâlen günümüzde eylem yapmak isteyen insanların sık sık bu şekilde tanklarla, biber gazıyla ve zorbalıkla bastırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu açıdan baktığımızda, tam 40 senedir Dünya’da değişen hiçbir şey olmamış. Yalnızca yeni teknolojiler ve daha iyi “bastırma” ürünleri geliştirilmiş belki de.

Belgeselde gördüğümüz yazar Jorge Baradit’in de bahsettiği gibi her şeyden önce toplum ayrıştırılmış. Diktatörlüğün karşısında olan herkes suçlu veya şeytan gibi gösterilmeye çalışılmış. Dolayısıyla ortada sonu gelmeyen bir baskı, işkence ve zorbalık öyküsü mevcut hâle gelmiş diyebiliriz. Baradit en çok iki tarafın da kendisini kahraman olarak gördüğü konusuna ağırlık veriyor ve insan psikolojisinin ne kadar ilginç kodlanabileceğine, bir insanın böyle bir zulmü yapabilecek hâle nasıl geldiğine ışık tutuyor. Belgeselde yer alan herkesin anlatacak farklı bir anısı olsa da hepsinin gözlerinde aynı duyguyu görebiliyoruz. Herkesin olaylara olan tepkisi farklı, ancak hissedilen şey belli: Ülkenin yitik geçmişiyle ve kayıp güzellikleriyle ilgili hüzün. Kimi ülkeyi mecburen terk etmek zorunda kalmış, kimisiyse vatanında kalabilmiş.

Belgeselde sık sık çekim yaparken gördüğümüz yönetmen Pablo Salas ülkede kalabildiğinden, Şili’nin onun tek vatanı olduğundan ve başka yerde yaşayamayacağından bahsediyor. Herkesin olaylarla başa çıkma, tepki gösterme ve tüm bu baskıya baş kaldırma yöntemi farklı. Salas ülkede kalarak, gerçekleşen her şeyi kayda alarak ayakta kalmayı başarmış. Ancak belgeselin yönetmeni Guzmán gitmek zorunda kalmış ve bir daha da geri dönememiş. Kimi ülkesiyle ilgili kalp kırıklıklarını sanatına aktarıyor, kimisiyse olayları biraz daha alaya alıyor. Belgesel de bu farklı yönelimdeki insanlara söz hakkı vererek, toplumun farklı kesimlerini tanımamız için bize bir şans vermiş oluyor. Örnek vermek gerekirse, Salas’ın günümüz prostestolarıyla alakalı yorumu oldukça trajikomik: Kendisi protestolarda olayların ciddileşmesini sevdiğini, böylelikle elinde cep telefonu ile kimsenin kadrajına giremediğini, temiz bir çekim elde edebildiğini söylüyor.  

Soyuttan Somuta, Duygudan Görüntüye Bir Ülkenin Coğrafyası

Belgeselde sarf edilen cümlelerle görsellerin birbiriyle uyumlu olması müthiş bir harmoni havası veriyor, ayrıca söylenilenleri fazlasıyla çarpıcı kılıyor. Yeryüzündeki çatlakların ülkedeki her şeyin kaybolduğu bir yer olduğuna dikkat çekiliyor, askeri darbenin Şili’de adeta bir patlama ve bir deprem yarattığına atıfta bulunuluyor. Dağlarsa Şili insanını yalıtıyor, tüm hayatları boyunca dağların ardında neyin olduğunu merak ettirerek Şili insanına eğlenceli, meraklı ve bir o kadar da çocuksu bir kişilik katıyor.

Ülkedeki bozulma, gördüğümüz bu çatlaklar ve de kırılmalarla sembolize ediliyor. Bunun yanı sıra kaldırım taşlarındaki bu isimler, katledilmiş kişilere yaptıkları atıflarla Şili tarihinin yaşayan bir temsilcisi olduğunu vurguluyor. Dileği Şili’nin eski neşesi ve de mutluluğuna kavuşması olan yönetmen, Şili’yi terk ettiğinden beri yapayalnız olduğunu uzak plan çekimde gösterdiği, tırmanışta olan yapayalnız bir insan imgesiyle pekiştiriyor. Vatansızlık adeta bir deprem ve bitmek bilmeyen bir sarsıntı onun için.

Pinochet döneminde büyük bir ekonomik kalkınma olduğu iddia edilse de bu kalkınma yalnızca toplumun belli bir kesimi için olmuş. Belgeselde de söz edildiği gibi, kötü mahallelere uğramadan, onları görmeden geçip giden otoyollar yapılmış, bir tarafa gökdelenler dikilmiş, diğer evler bütünüyle yıkık dökük kalmış. Pek çok hak ihlâli ve işkence suçu gerçekleşmiş, bir gençlik resmen kayıp olarak tarihe geçmiş. Gelir adaletsizliğiyle dengesi bozulan toplum birbirinden uzaklaşmış. Bu durumun gerçekçiliği belgeseldeki gökdelen ve yıkık dökük mahallelerin görüntüleriyle pekiştirilmekte.

Kamuya açık olması gereken pek çok güzelliğin belli kesimlere satılması, kaybedilen “vatan” duygusu, baskı ve ayrıştırma Şili halkının kendilerine ev duygusunu hissettiren tek şey olan Cordillera’yı yani dağları daha da çok sahiplenmesine yok açıyor. Bu birçok ülkenin insanı tarafından anlaşılabilecek, evrensel kapsama yayabileceğimiz bir durum. Rüyanın Dağları bu açıdan Şili özelinde bir belgesel gibi görünse de yarattığı ortak duygu ve de bilinç ile tüm dünyanın belgeseli olma özelliğine sahip.

Bu ilham verici belgesel hakkındaki yazımızı yine belgeselden bir alıntı ile bitirelim ve tıpkı yönetmenin yaptığı gibi her şey söylendikten sonra konuşmayı huzur verici yağmura ve kuşlara bırakalım: “Bir sanatçı, ülkesinin güzelliğinin koruyucusudur. Sanatçı, ülkesinin güzelliği her neyse ona gözü gibi bakmalıdır.”

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın