Sorrentino’nun GENÇLİK’ine Sinemasal Perspektiften ve Hayatın İçinden Bir Bakış

Il Divo (2008) ve Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza, 2013) gibi yapımlarla tanıdığımız İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino’nun yazıp yönettiği 2015 yapımı filmi Gençlik, orijinal adıyla Youth, hayatın içinden ancak bir o kadar da dışından, zaman zaman tanıdık, bazense oldukça yabancı manzaralar sunuyor izleyiciye. Zaman zaman bir aile büyüğüyle sohbet edip onun anılarını dinleme ve ondan hayata dair tavsiyeler alma havasını veren Youth, tüm bu film izleme deneyimini daha da sübjektif hale getiriyor.

Bu tarz bol diyalog içeren filmlerde izleyicinin ne anladığı ve de ne hissettiği, bütünüyle kendi kişisel yaşam hikayesine bağlı. Elbette bu saptama neredeyse tüm filmler için yapılabilir ama Youth özelinde seyirci olarak filmden neler aldığımız, filmi izlemeden önceki yaşantılarımıza, tanık olduklarımıza bağlı. Hatta seyircinin neyi özümseyebildiğine ek olarak, filmde neyi görüp neyi göremediği de tamamıyla bunlarla ilişkili. Filmdeki bir ayrıntıyı, inceliği veya mesajı alabilmemiz için bu mesajın bizde bir karşılığının olması ve bizim de bu mesajı deşifre edebilmemiz gerekir. Özellikle Youth gibi fazlasıyla ünlü kişilerin rol aldığı ve ayrıca film içinde ünlü kişilere atıfta bulunulan filmlerde – Youth örneğinde Maradona göndermesi gibi – “extratextual” yani filmin anlattığı hikâyeden de öte metinler bulunur. Bu tarz filmin evreninin dışında gibi görünen metinler yönetmenin kendi hayatına, diğer filmlerinde yansıttıklarına, oyuncuların gerçek hayatına ve canlandırdıkları karakterlerle olan benzerlik veya zıtlıklarına göre şekillenir.

Filmin içeriği ve detaylarına geçmeden önce, film izleme eyleminin ne kadar kompleks ve de yapıtaşlarına zor ayrılır bir işlem olduğundan, ayrıca da sübjektivite konusunda özellikle bazı filmlerin ne kadar farklı okunabileceğinden söz etmek istedim. Bu girizgâhı şu şekilde sonuçlandırabiliriz: Film izlemek yalnızca duyularla yapılan bir aktivite değil, aksine beyni ve de ruhu oldukça işin içine katarak yapılan / yapılması gereken bir eylem. Üzerine düşündükçe dallanıp budaklanan ve neyi, neden o şekilde anladığınızın altını kazıdıkça size zihninize ve de ruhunuza dair pek çok şey söyleyen bir aktivite olan sinemayı bu şekilde biraz olsun açıklamaya çalıştıktan sonra, Youth filmine daha yakından bakalım.

Youth’un Filmsel Evrenine Giriş

İsviçre’de Alp Dağları manzarasıyla çevrelenmiş bir oteli tanımakla başlıyoruz Youth serüvenimize. Aksi, huysuz bir adam olan ve İngiltere Kraliçesi’nin davetini geri çeviren eski orkestra şefi Fred Ballinger (Michael Caine) ve bir aktör olan, ancak herkesin onu sadece tek filmiyle tanımasından şikâyet eden Jimmy Tree (Paul Dano) ile daha ilk sahnede tanışıyoruz. İngiltere Kraliçesi, Fred’in düzenlenecek bir etkinlikte orkestrayı yönetmesini ve de sevilen Basit Şarkılar’ını (Simple Songs) icra etmesini talep ediyor. Jimmy Tree ise bir sonraki rolünü düşünerek tipik bir aktörlük bunalımı yaşıyor. Jimmy Tree karakteri burada Ballinger’a nazaran oldukça genç tasvir edilmiş olmasına karşın, kendisinin Ballinger’ın huysuzluklarını ve diyaloglarını omniscient yani her şeyi görür ve bilir bir tarzda izliyor olması ilginç bir detay olarak karşımıza çıkıyor. Bu iki insanın bedenlerindeki yaşsal tezatlık ve Jimmy’nin her şeyi kavramış tarzdaki bakışları, Fred’in yaşlanmış olmasına rağmen (veya tam tersi yaşlanmış olduğu için) gittikçe çocuklaşmış olması gerçeğiyle birleşiyor.

Otelde yaşananlara tanık olup karakterlere gittikçe aşina hâle gelirken, gündelik işler ve de hareketler filmde oldukça şiirsel bir biçimde sunulmaya devam ediyor. Yavaş çekimde gösterilen sırada bekleme, havuzda dinlenme ve yürüme hareketleri oteli ve içindekileri ayrı bir atmosfere sokuyor. Film uyanış ve gün bitimi arasında geçen vakitteki insan aktivitelerini bu denli sanatsal bir biçimde gösterirken, bunlardaki bayağılığı ve de basitliği iyice görünür kılıyor. Kendi hayatlarımızı düşünecek olursak, özellikle tatildeyken günler önümüzde neden uzayıp gidiyormuş gibi gelir?

Her gün aynı şeylerin yapılması ve daha kötüsü bunun önceden “bilinmesi” insanı rutin üzerine fazlasıyla düşündürüp günü ve hayatı sorgulamaya itiyor. Youth’da ise bu rutinin tüm boğuculuğuna ek olarak Alplerin manzarası ve etrafı çevreleyen tüm o yeşillik bir sterilizasyon hissi vererek film karakteriyle beraber bizi de o alana hapsedip dünyanın geri kalanından koparıyor.

Yitip Giden Gençliğe ve Geçmişe Ağıt

Film boyunca yaşlı insanların gençler tarafından çevrelendiklerini görüyoruz. Bu ikilik bir kontrast yaratımına ek olarak “gençliğe ve genç olmaya övgü” niteliği taşıyor. Tüm filme bu çerçevede bakmak mümkün. Yaşlandıkça eskiler gözden yitiyor, anılar bulanıklaşıyor, hatırlanması gerekenler unutuluyor ve her şey önemini yitiriyor. Bu bir açıdan kurtuluş ve rahatlık gibi görünüyor olsa da – zira karakterlerin geçmişlerine dair unutmak istedikleri pek çok şey mevcut – bu konunun filmdeki asıl tonu hüzün, elden yitiriş ve de manasızlık hissi. Bu şekilde düşündüğümüzde yönetmen seyirciyi yaşlanan karakterlerle eşleştirmede ve duyguları olduğu gibi hissettirmede başarılı gibi görünüyor. Böylelikle elimizde tutmaya devam ettiğimiz – en azından seyircilerin belli bir kısmı için – gençliğimizi övmeye ve ona daha da sıkı sarılmaya teşvik ediyor.

İngiltere Kraliçesi’nin sözcülerinin ısrarına dayanamayarak bu teklifi reddetmesinin sebebini açıklayan Fred, o besteyi karısı için yaptığını ve karısının bu şarkıları artık söyleyemeyecek durumda olduğunu söylüyor. Bunun üzerine gözyaşlarına boğulan kızı Lena (Rachel Weisz) gibi Fred’e sempati beslemek ve de “Meğer duygularını içinde yaşayan, insanları kendi içinde seven biriymiş. Karısını tüm evlilikleri boyunca aldatmış ve senelerdir onun ziyaretine gitmemiş olsa da onu böyle derinden sevmiş, baksana karısı için bestelediği parçayı çalmak bile istemiyor” diye düşünüp romantizme kapılmak mümkün. Ancak daha bilinçli bir seyirci için bu duygu “fırtınası” oldukça kısa sürüyor. Tabii ki bu “bilinçli” olma durumu çoğu filmin seyir keyfini azaltan türden. Çünkü o sırada yönetmenin size vermek istediği bir mesaj, empoze etmek istediği bir düşünce ve hissettirmek istediği bir duygu mevcut. Siz bu “akış”a kapılıp gitmediğinizde ve o akışın farkına vardığınızda, filmin kendi gerçekliğinden kopup “gerçek” gerçekliğe dönüyorsunuz.

Kadın-Erkek Normları ve Kâinat Güzeli Olmak Üzerine

Youth kadına karşı bakış açısı normlarını yer yer yıkıyor gibi görünebilir. Mesela Kâinat Güzeli’nin (Mãdãlina Ghenea) üzerinde o “kâinat güzeli” etiketi olmadığı zamanlarda “zekice” konuşup Jimmy’yi alt edebiliyor olması gibi… Jimmy de Kainat Güzeli’nin zeki olduğunu kabul ettiği zaman – sanki Jimmy bu konuda bir karar merciiymiş gibi (!) – biz de kadın izleyiciler olarak rahatlıyoruz. Sonuçta filmdeki zeki bir erkek birey lafını geri almak ve Kâinat Güzeli’nde zekâ parıltıları olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Bu düşünce biçimi nereden baksanız saçma görünüyor ancak filmi izlerken genelde bunları ayrıntılı bir biçimde düşünmeye fırsatı olmuyor izleyicinin. Hâliyle kendisine verileni olduğu gibi kabul ediyor, dahası bunları sindirdiğini fark etmiyor bile.

Sahneye geri dönecek olursak, şunu söyleyebiliriz ki Kâinat Güzeli zekâ parıltısı gösterdiği an ne izleyici ne de filmin içerisindekiler kendisinin Kâinat Güzeli olduğunu fark etmedi. Çünkü makyajı yapılmamıştı ve giyimi vücudunu belli eder türden değildi. Ancak kendisi filmdeki iki yaşlı karakter olan Fred ile Mick’i (Harvey Keitel) havuzda büyülediği an, fark ediyoruz ki Kâinat Güzeli bu sahnede konuşmuyor bile. İki eski dost ise sanki o orada yokmuşçasına, onun hakkında konuşuyorlar. Bu şu demek oluyor: Kâinat Güzeli yalnızca “beden” olarak orada, içi dolu değil. O sırada orada bir kimliği, bir kişiliği yok.

Kadın Karakterler ve Tasvir Edilişleri Hakkında Kısa Bir İnceleme

Bu durum yönetmen tarafından güzellik ve kadın algısına getirilen bir eleştiri mi, bunu çözebilmek pek de kolay değil. Eğer gerçek bir eleştiriyse de ne kadar başarılı olduğu tartışılır. Filmdeki öbür önemli kadın karakter olan Lena’ya dönecek olursak, kendisi zarif ve de güzel bir kadın olarak tasvir ediliyor. Ancak kendisinin tek “mesleği” babasının danışmanı ve de kızı olmak. Buna ek olarak, kocası tarafından kendisinden “yatakta daha başarılı” bir kadın için terk edildiğinde aşırı incinebilir bir karakter olarak tasvir edilmesi kendisinin tek başına ayakta duramıyor olduğu savını destekliyor. Lena film sonunda da mutluluğu yine bir başka “güçlü” ancak bu sefer daha nazik bir erkeğin himayesinde buluyor.

Bir başka kadın karakter olan Brenda Morel (Jane Fonda) sektörde Mick “sayesinde” yükselmiş, mesleğinde tanınırlık kazanmak için zamanında pek çok yapımcıyla birlikte olmuş bir aktris olarak tasvir ediliyor. Üstelik Mick ile senelerdir sürmekte olan dostluğunu bir TV dizisinden çok daha fazla para alacağı için incitmekte beis görmeyen, “paragöz” bir karakter Brenda Morel. Burada televizyon yapımlarının sinemaya genel olarak verdiği zarardan ve filmin buna dokundurmasından da bahsedebiliriz tabii ki. Ancak şu an eksenimiz kadın – erkek tasvirleri olduğu için bu konuyu olduğu haliyle bırakıyoruz.

Brenda Morel, Youth’da istediği para veya üne kavuşmak için her şeyi yapabilecek hatta yapmış bir kişi olarak gösterilmiş. Brenda’nın Mick’in son filminde oynamayacağını beyan etmesinin sonucunda, tüm umudunu ve hayat enerjisini çekilecek olan yeni film-vasiyetine adamış olan Mick geriye dönülmez bir biçimde inciniyor ve bu hayattaki tek gerçek şeyin duygular olduğuna atıfta bulunarak – ki duygular da aslen hep kadın figürüyle eşleştirilir, dolayısıyla Fred’in mantıklı ve “duygularını içinde yaşayan” bir karakter olmasını eril bireyliğiyle eşleştirebiliriz veya Fred ile Mick’i bir bütünün iki yarısı olarak romantik bir şekilde okuyabiliriz – intihar ediyor. Bunu öğrendiğinde sinir krizlerine giren Brenda Morel, uçaktan inmeye çalışıyor ve vicdan azabıyla (!) yanıp tutuşurken hosteslere şiddet uyguluyor.

Gençlik Zihindedir

Arkadaşı öldükten sonra oldukça yalnızlaşan Fred, hayatına tabii ki devam etmeyi seçiyor. Zaten doktorundan da öğrendiğimiz üzere kendisi sapasağlam ve hiçbir medikal problemi bulunmamakta. Bu açıdan baktığımızda, yaşlılığın veya gençliğin kafada bittiği, yaşlanmanın hastalıklarla değil ruhla geldiği yorumunu yapabiliriz. Youth da izleyicisini bu konuda cesaretlendiriyor. Yine de pek neşeli değil, buruk bir havayla yapıyor bunu.

Mick’in ölümünden sonra İngiltere Kraliçesi’nin teklifini kabul eden Fred, orkestrayı yönetiyor ve Basit Şarkılar’ı bu kez eşinin ağzından değil ünlü soprano Sumi Jo’dan dinliyoruz. Filmin bu kısmının katartik olması amaçlanmış olabilir. Ancak filmin verdiği absürt komedi hissine ek olarak, Fred’e karşı en başından beri duymuş olabileceğimiz mesafe bu katarsisi yaşamamızı engelliyor. En azından filme kendini kaptırmayanlarımız için bunu söyleyebiliriz.

“Yönetmen bu filmle tam olarak ne demek / ne yapmak istemiş?” sorusunun cevabını vermek pek de kolay değil. Açıkçası bu soruları her film için sormak doğru da değil. Bir filmin pek çok amacı olabilir ancak belli bir estetik duyarlılığı yansıtmaktan öteye gitmeyen amaçları olan filmler de mevcut. Youth bu açıdan bakıldığında biraz estetik güzellik, biraz komedi, biraz duygu, biraz da usta oyunculara duyulan ve gösterilmek istenen saygının kombinasyonu gibi geliyor bana. Youth vaat ettiklerinden daha azını veriyor ve hissettirebileceklerinden çok daha azını hissettiriyor olsa da – amaçlanan budur belki de – bütününe bakıldığında önemsiz gibi görünen ancak detaya inildiğinde önemi artan ve gerçekten keyif verdiğini hissettiğimiz pek çok “an”ın farkına varıyoruz, tıpkı hayatın kendisi gibi.

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın